Geçen akşam televizyon ekranlarından kamuoyuna yansıyan bir haber, artık çanların tütün lobisinden sonra, şeker lobisi için de çalmaya başladığına işaret ediyordu. Haberde San Fransisko ve Touro Üniversitelerinin ortak bir çalışmasının sonuçlarına yer veriliyor, çalışmaya alınan çocukların diyetlerinden “sadece” şekerin çıkartılmasının, yalnızca 10 gün içinde, alınan kalori miktarını düşürmeksizin veya çocuklar kilo vermeden, metabolik hastalık bulgularında dramatik iyileşmeler sağladığını bildiriliyordu. Bu yazımızda toplumsal duyarlılığı olan bilim insanlarının şeker lobisine karşı mücadelesinden bir kesit sunuyoruz.
ŞEKER LOBİSİ
Şeker, insanların tatlı yiyecek ve
içeceklere karşı iştahı, sağladığı zengin kalori ve gıdaları koruyucu ve
fermente edici özellikleri nedeniyle tarihsel olarak önemli bir ticaret malı
olmuştur. Sakkarozun ilk olarak MÖ 1200’lerde Hindistan’da şeker kamışından üretildiğini
ve batıya MÖ 325 yılında Büyük İskender sayesinde ulaştığını biliyoruz. Ancak
şeker ticareti, şekerin kristalleştirilme işleminin iyileştirilmesiyle 12.
yüzyıldan sonra daha da yaygınlaşmıştır.
Şeker ticaretinin “sömürgecilik
tarihindeki” yeri ve önemine ve bu süreçte şeker ve “köle ticareti” arasındaki
ilişkiye dikkat çeken çok sayıda yayın vardır. Köleliğe son verildikten sonra
da şeker emekçilerinin çilesi bitmemiş, emperyalist ülkelerin şeker
kaynaklarına egemen olma arzuları tarihte birçok savaşa neden olmuş, daha
yakınlarda özellikle Latin Amerika’da şeker üretimini garantiye alma isteği askeri
ve faşist darbelerin nedenlerinden birini oluşturmuştur. Bu özellikleriyle şeker,
kapitalizmin ve dolayısıyla emek mücadelesinin tarihinde çok önemli bir yer
tutar.
20. yüzyılın sonlarında ABD karşısına
önemli bir emperyalist güç olarak çıkan Avrupa Birliği (AB), Avrupalı şeker üreticilerini
gümrüklerle korumaya alarak, dünya pazarında şeker fiyatlarının belirlenmesinde
ABD’ye rakip olmuştur. Bu gelişmelerin şeker piyasası üzerinde dönüştürücü
etkileri olmuş ve ürünlerinde tadlandırıcı kullanan kapitalist işletmeler
geleneksel şeker kaynaklarına daha ucuz alternatifler aramaya başlamışlardır.
1970’li yıllarda ABD orijinli Clinton
Mısır İşleme Şirketi bir Japon araştırma enstitüsüyle birlikte yüksek früktozlu
mısır şurubu üretmeyi başarmıştır. Glikozun bir kısmını früktoza çeviren glikoz
izomeraz enzimiyle işlenen mısır nişastasından elde edilen tadlandırıcı,
geleneksel şekerli tadlandırıcılara ucuz ve sanayi açısından daha kullanışlı bir
alternatif sunmaktadır. Ancak 1990’lı yıllarda mısır şurubunun obezite ve
diyabet gibi metabolik hastalıklara neden olabileceği endişesi, şeker lobisinin
bu ucuz alternatifi işlenmiş gıda sektöründe dilediğince kullanmasını zorlaştırmıştır.
ABD Mısır Rafinerileri Birliği
2000’li yıllarda atağa kalkarak, bilim insanlarının ortaya koyduğu bütün
kanıtlara rağmen yüksek früktozlu mısır şurubunun aslında “doğal şeker”
içerdiği iddiasıyla büyük bir kampanya başlatmıştır. Kapitalist iş adamları
kamuoyunu, bilim insanlarının mısır şurubunun insan sağlığına zararlı
olabileceği kaygılarının “yersiz” ve “abartılı” olduğuna inandırmaya çalışmış,
bunun için her yolu denemişlerdir. Çeşitli yazarlar gıda endüstrisinin bu
çabalarında, zamanında tütün endüstrisinin kullandığı taktiklere sığındıklarını
ortaya koymuşlardır. Fakat ortada şekerin metabolik sorunlarla ilişkisini
açıkça ortaya koyan sayısız bilimsel çalışma vardır ve hepsinin üzerini örtmek
dev kapitalist şirketler için dahi olanaksızdır. Şeker lobisi bu gerçeği
muğlaklaştırmak için aslında şekerin değil, şekerli gıdalar tüketimi sonucu
alınan kiloların metabolik sorunlara yol açtığını öne sürmeye çalışmış, bunda
büyük ölçüde başarılı olmuştur. Böylece 2000’li yıllarda işlenmiş gıda
sektöründe yüksek früktozlu mısır şurubu ana tadlandırıcı haline gelmiş ve
maliyetlerin azalmasına katkıda bulunmuştur. Gazlı içeceklerden mısır gevreğine
kadar akla gelebilecek her tür gıdanın tadlandırılmasında mısır şurubu
kullanılmaktadır.
SAVAŞ KIZIŞIYOR
Şeker lobisi, işlenmiş gıdalarda
tadlandırıcı olarak früktoz kullanımının insan sağlığı üzerine olumsuz etkilerine
ilişkin bilim dünyasından gelen sonuçların, kendileri için tütün lobisinin
geçmişte başına gelen sonu yaklaştırdığını görmektedir. Tütün lobisi bütün
çabalarına karşın bilim karşısında yenik düşmüş, tütün kullanımının kanserler
ve diğer sağlık sorunları ile ilişkisi yaygın olarak kabul edilmiş ve getirilen
kamusal kısıtlamalar yüzünden dünyanın en karlı sektörlerinden biri büyük yara
almıştır. Şimdi sıra şeker kapitalistlerine gelmektedir.
Küresel ölçekte şekerlerin sağlık
üzerine etkileri ilk olarak Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 2003 yılında
masaya yatırılmıştır. Örgüt insanların diyetindeki toplam kalori içinde ilave
şekerlerin en çok yüzde 10 oranında yer alabileceğini bildirmiştir. Bu oran Amerikalıların
halihazırda tükettiği miktarın oldukça altındadır. Bunun üzerine Şeker Birliği
başkanı Andrew Briscoe DSÖ Genel Direktörü’ne hitaben bir mektubunda, örgütün
bu tutumunun örgüte yapılan özel sektör bağışlarını tehlikeye düşürebileceğini ima
ederek, örgütü açıkça tehdit etmiştir. Yine Birlik ABD Senatosu içindeki seçimlerde
maddi destek verdiği Senatörler aracılığıyla, ABD Sağlık Bakanlığı’nın DSÖ’nü
bu politikadan vazgeçmeye ikna etmesini talep etmiştir.
Ancak özellikle aynı zamanda yazımıza
konu olan araştırmanın da yürütücüsü olan Dr. Robert Lustig gibi toplumsal
duyarlılığa sahip bilim insanları konunun peşini bırakmamakta ısrarlıdır.
Rafine edilmiş şekerin obeziteye ve bazı kronik hastalıklara neden olduğuna
inanan bu bilim insanları bu konuda sürekli araştırmalar yapmaktadır. Onlara
göre şeker aşırı miktarda alındığında karaciğer üzerinde kronik, doza-bağımlı
bir zehir gibi davranmaktadır. Şeker lobisinin kullanmaya başladığı früktoz ise
şekerler içinde en kötü form olup en kısa sürede en büyük hasara neden
olmaktadır.
Bilim insanlarının dikkat çektiği
ikinci bir konu, 20. yüzyılda kişi başına şeker tüketiminin geçen yüzyıllara
göre 20 kat artmış olmasıdır. Şeker 20. yüzyılda mutfaklarda vazgeçilmez temel
gıdalar arasına girmiş ve çok geniş bir yiyecek yelpazesinde kullanılmaya
başlamıştır. 21. yüzyılda ise neredeyse bütün işlenmiş gıdalar içinde şeker
bulunmaktadır. O kadar ki içinde şeker bulunabileceği aklınızın ucundan dahi
geçmeyecek gıdaların içinde artık şeker vardır. Araştırmacılar işlenmiş
gıdaların yüzde 74’ünde şekerlerin 60 farklı isim altında “gizlendiğini” tespit
etmişlerdir. Böylece işlenmiş gıdaların raf ömrü uzayıp, maliyetleri
ucuzlamakta, bundan kapitalistler çok büyük kazançlar elde etmekte, fakat bunun
karşılığında insanların yaşamı tehlikeye atılmaktadır. Gelinen noktada ortalama
bir Amerikalı bilerek veya bilmeyerek günde 19,5 çay kaşığı şeker tüketmekte,
günlük kalorisinin yüzde 15’ini şekerden almaktadır. Bu durum vücutta şekerin
işlendiği organ olan karaciğer üzerine kaldıramayacağı bir yük bindirmekte ve
kaçınılmaz sonuç metabolik hastalıklar olmaktadır.
Karaciğerde şeker, aynı alkolün
işlendiği gibi işlenmektedir. Bu nedenle geçmişte alkol alan erişkinlerde
görülen karaciğer yağlanması ve tip 2 diyabet gibi hastalıklar, artık alkol
kullanmayan fakat aşırı şeker tüketen çocuklarda görülmeye başlamıştır. Şekeri
çocukların alkolü olarak tanımlayabiliriz ve aşırı şeker tüketimi ile alkolizm
arasında analoji kurabiliriz (çocuk alkolizmi). Karaciğer aşırı şekeri karaciğer
yağına çevirmekte ve insüline dirençli hale gelmektedir. Bu durumda kanda
insülin düzeyi yükselmekte ve bu yükseliş enerjinin beden yağı olarak
depolanmasını güdülemektedir.
Duyarlı bilim insanlarına göre
insülin direnci gelişen organlarda kronik metabolik hastalık gelişmektedir.
Örneğin karaciğerde insülin direnci tip 2 diyabete, beyinde insülin direnci
Alzheimer hastalığına, böbrekte insülin direnci kronik böbrek hastalığına yol
açmaktadır. İnsülin direncinin nedeni hücre içinde enerji yakan organeller olan
mitokondrilerin aşırı yüklenmesidir. Mitokondrileri aşırı yük altında bırakan
besinlerin başında işlenmiş gıdaların temel girdileri olan trans yağlar
(birinci sırada) ve şekerler (ikinci sırada) almaktadır
Bilim insanlarına göre ortalama
olarak bir insanın (kişiden kişiye değişmekle birlikte) güvenle tüketebileceği
ilave şeker miktarı (besinlerin içinde doğal olarak var olanın dışında) günde 6
– 9 çay kaşığıdır (25 – 38 gram). Oysa bu miktar şeker lobisini tatmin etmekten
çok uzaktır.
Yukarıdaki gerçeklerin bilim
çevrelerinin dışına çıkarak kamuoyunda yaygınlaşmasından sonra şeker lobisine ABD
içinden ilk ciddi darbe 2014 yılında ABD Gıda ve İlaç İdaresi’nden (Gİİ)
gelmiştir. Gİİ gıda işletmelerinden ürettikleri besinlerin etiketlerinde
gıdanın içinde ne kadar ilave şeker bulunduğunu belirtmelerini istemektedir.
Bunu 2015 Şubat ayında ABD Federal Diyet Rehberleri Tavsiye Komitesi’nin,
Amerikalılara diyetlerinde günlük kalorilerinin yüzde 10’undan daha fazla ilave
şeker almamalarını tavsiye etmesi izlemiştir. Gİİ’nin, Diyet Rehberleri Tavsiye
Komitesi’nin kararından da cesaret alarak, gıda işletmelerinden ürettikleri besinlerin
etiketlerinde günlük kalorinin yüzde 10’unun üzerinde ilave şeker alınmaması
tavsiyesinin de yer almasını istemesi bardağı taşıran son damla olmuştur.
Gıda endüstrisi satışlarını
arttırabilmek için yiyecek ve içeceklere şeker (früktoz, ya sukroz yada yüksek
früktozlu mısır şurubu) eklemektedir. Aslında früktoz meyvelerde doğal olarak
bulunduğundan, birçok insan früktozun diğer şekerlerden daha sağlıklı olduğunu
düşünmektedir. Şeker lobisi insanların bu önyargılarını sömürerek früktozu
aklamaya çalışmayı denemektedir. Fakat meyveler gerçekte çok az miktarda
früktoz içermektedir, oysa gıda işletmelerinin yiyeceklere ve içeceklere
eklediği früktoz, meyvelerde doğal olarak bulunan früktozdan çok daha fazladır.
Daha önceki çalışmalar da früktozun
insan beyninin yüksek kalorili gıdaları daha çekici bulmasına yardımcı
olduğunu, diğer bir deyişle aşırı yemeye yol açtığını ortaya koymuştur. Dahası
fazla früktoz hücre içinde mitokondriler tarafından enerjiye dönüştürülememekte,
hücreler bunları yağa çevirmektedir. Bu da kronik metabolik hastalık, diyabet
ve kalp hastalığına yol açan insülin direncini başlatmaktadır. Şeker lobisi
bütün bu gerçeklerin üstünü örtmeye, bilim insanlarının ve kamuoyunun dikkatini
dağıtmaya, başka yönlere çekmeye çabalamıştır.
Şeker endüstrisi Gİİ’nin yeni
düzenlemelerine şiddetle karşı çıkarak, bu düzenlemelerin bilimsel bir temeli olmadığını
ileri sürmüştür. Önce Şeker Birliği, Gİİ’ni yeterli bilimsel kanıt sunmamakla
suçlamıştır. Bakkaliye Üreticileri Birliği de İdare’nin tüketim için önerdiği
günlük şeker miktarının yetersiz olduğunu savunmuştur (aslında bu miktarı Dünya
Sağlık Örgütü tavsiye etmiştir). Şeker Birliği ve Bakkaliye Üreticileri
Birliği’nin telaşı boşuna değildir, çünkü yalnızca bir şişe gazlı meşrubat
dahi, günlük tavsiye edilenden çok daha fazla şeker içermektedir, bunu gazozun
etiketine yazmak bir anlamda intihar olacaktır. Şeker lobisi, bu devasa pazarı
tehdit edebilecek her girişime bu nedenle anında yanıt vermeye çalışmaktadır.
İşte San Fransisko ve Touro Üniversitelerinin ortak bir çalışması tam da bu
kızışmış tartışmanın ortasına bir bomba gibi düşmüştür.
BİLİM İNSANLARI KAPİTALİSTLERİ KÖŞEYE SIKIŞTIRIYOR
Bilim insanları çalışmalarına yaşları
9 ile 18 arasında değişen 43 obez çocuk aldılar. Bu çocuklarda obez
olmalarının yanında hipertansiyon, yüksek trigliserid düzeyi veya yağlı
karaciğer gibi en az bir metabolik bozukluk daha bulunuyordu. Önce 43 çocuğun başlangıç
açlık kan düzeyleri, kan basıncı ve glukoz toleransları değerlendirildi. Daha
sonra çocuklara dokuz gün boyunca, bütün çerezler ve meşrubatlar dahil şekeri
kısıtlanmış fakat daha önce evdeki diyetleriyle aynı yağ, protein, karbonhidrat
ve kalori düzeylerini korumak için yerine nişasta konmuş bir diyet verdiler.
Araştırmacılar şeker lobisinin
iddialarının tersine çocuklarda metabolik sorunlara şekerli gıdaların yol
açtığı kilo alımının değil, “bizzat şekerin” yol açtığını kanıtlamaya
çalışıyorlardı. Bu nedenle diyette yalnızca “ilave şekeri” kısıtladılar (toplam
kalori içinde şeker yüzde 28’den yüzde 10’a, früktoz yüzde 12’den yüzde 4’e
indirildi) fakat meyvelere izin verildi. Şeker ve früktozdan kesilen kalori
yerine de poğaça, mısır gevreği ve makarna gibi diğer karbonhidratlar kondu.
Ayrıca çocukların kilo kaybetmeleri
de istenmiyordu. Çocuklara birer tartı verildi ve her gün tartılmaları istendi.
Çocuklar kilo verdiğinde, daha fazla şeker içeriği düşük gıdalar veriliyor,
böylece kiloları sabit tutulmaya çalışılıyordu. Kapitalist şeker lobisinin
iddiaları ancak böyle çürütülebilirdi. Yine çocuklar kilo kaybetmesinler diye
çalışma boyunca çocuklara ek bir egzersiz programı önerilmedi. Çocuklar gündelik
yaşamlarındaki etkinliklerini sürdürdüler.
Araştırmada gıda seçenekleri “çocuk
menüsüne” göre tasarlandı: diyette yerel süpermarketlerden satın alınan hindi
sosisi, patates cipsi ve pizza gibi seçeneklere yer verildi. Elbette yüksek
şekerli mısır gevreği, kekler ve şekerli yoğurda yer verilmedi. Çocuklar diyetlerinde
çalışma öncesindeki kadar kalori aldıkları halde, daha çabuk doyduklarını ifade
ediyorlardı. Buna rağmen çocuklar diyetlerindeki miktarı bitirmeye teşvik
edildi.
Dokuz günün sonunda çok dramatik
sonuçlara ulaşıldı. Şeker kısıtlı diyete başladıktan 9 gün sonra çocukların
kiloları değişmediği halde, metabolik sağlıkları her bakımdan iyileşmişti:
diyastolik kan basınçları 5 mmHg azalmış, trigliserid düzeyleri 33 ve LDL
kolesterol düzeyi 10 puan azalmış ve
karaciğer işlev testleri düzelmişti. Açlık kan şekerleri 5 puan düşmüş ve
insülin düzeyleri üçte bir azalmıştı. Bütün bunlar sadece işlenmiş gıdalardaki
şekerin yerine nişasta konarak elde edilmişti. Hem de hiç egzersiz yapmadan,
kilo vermeden.
ÇALIŞMA NELERİ NETLEŞTİRDİ?
Çalışma Obezite dergisinin 27 Ekim 2015
tarihli online nüshasında yayınlandı. Şekerin verdiği zararın içerdiği kalori
veya kilo alımı üzerine etkisinden olmadığı, şekerin metabolik bakımdan zararlı
olduğu büyük bir kesinlikle gösteriliyordu. Şeker metabolik sendroma katkı
yapıyor ve bu kalori veya obeziteden değil, bizzat şekerden kaynaklanıyordu. Çalışmaya
alınan çocuklar günlük kalorilerinin yüzde 27’sini şekerlerden alıyorlardı
(ortalama bir Amerikalı günlük kalorisinin yüzde 15’ini şekerlerden alıyor). Dahası
çocuklar bu şekerin önemli bir kısmını şeker katkılı meşrubatlardan
alıyordu.
Metabolik sendrom artmış kan basıncı,
yüksek kan şekeri, bel bölgesinde aşırı yağlanma ve anormal kolesterol
düzeyleriyle seyreden bir hastalık. Bu durumlar bir araya geldiklerinde kalp
hastalığı, inme ve diyabet riskini arttırıyorlar. Alkole bağlı olmayan
karaciğer yağlanması ve tip 2 diyabet gibi metabolik sendromla ilişkili diğer
hastalıklar da artık çocuklarda görülüyor.
Bu çalışmadan kalorinin değil,
kalorinin nereden geldiğinin önemli olduğunu anlıyoruz. Çünkü kalorinin
kaynağı, kalorinin bedende nereye gideceğini belirliyor. Şekerden gelen kalori
en kötü kalori, çünkü şekerden gelen kalori karaciğerde yağa dönüşerek, insülin
direncini güdülüyor ve diyabet, kalp ve karaciğer hastalıkları riskini
arttırıyor.
Kuşkusuz bu çalışma şeker tüketiminin
metabolik sendroma yol açtığını kanıtlamıyor, fakat yalnızca şeker
kısıtlamasının bedende önemli değişiklikler yaptığını ve bu değişikliklerin
sağlık için çok faydalı olduğunu tartışmasız bir şekilde ortaya koyuyor.
KAPİTALİSTLER PES ETMİYOR
Şeker Birliği çalışma yayınlanır
yayınlanmaz karşı atağa geçerek, deneklerin çalışma sürecinde gerçekten ne
yediklerine ilişkin bilgi bulunmadığını, bu nedenle çalışmanın kusurlu olduğunu
ileri sürdü. Birlik çalışmanın “süresini” de sorgulayarak, başlangıç
verilerinin deneklerden alınması nedeniyle güvenilir olmadığını iddia etti.
Diğer yandan C&H Şeker ve Domino Şeker gibi büyük şirketleri temsil eden
Birlik, deneklerin çoğunun kilo verdiğini öne sürerek, sonuçların kilo
kaybından da kaynaklanmış olabileceğini iddia etti.
Her şeye rağmen çalışmanın
tartışmasız, hatta Şeker Birliği’nin bile itiraz edemediği bir sonucu var:
metabolik sendromlu çocukların diyetinde şekerin kısıtlanması, metabolik işlev
bozukluklarına iyi geliyor. Bu dahi bu konuda daha ileri çalışmalar yapılması
için yeterli bir neden. Elbette sermayelerini şeker endüstrisine yatıran
kapitalistler bu çalışmaları engellemeye çalışacaklar, fakat 50 – 60 yıllık bir
mücadele sonunda sigaranın zararını kabul etmek zorunda kalan kapitalizm, er
veya geç şekerin de zararını kabullenmek zorunda kalacak. Şüphesiz duyarlı
bilim insanlarının bu alandaki çalışmaları çok değerlidir, fakat toplum sağlığının
biricik güvencesi işçi sınıfının ve emekçilerin bilinçlenmesi ve örgütlü
mücadelesidir. Karlarını arttırmak için insan sağlığını hiçe sayan halk düşmanı
kapitalistlerin kar hırslarını dizginleyebilecek tek güç işçi sınıfıdır.
Bu vesileyle okurlarımıza bir de
duyuru yapalım. Geçtiğimiz yıl ilk serisini tamamladığımız Toplumcu Sağlık Söyleşileri bu ay yeniden başlıyor. Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde 28
Kasım 2015 Cumartesi günü saat 15.00’de gerçekleştireceğimiz yılın ilk
söyleşisinin konusu emekçilerin çocuklarını kapitalist şeker lobisinden nasıl
koruyabilecekleri olacak.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder