Gezi
Direnişi üzerinden bir ay geçti ve son birkaç hafta içinde Direniş üzerine daha
derli toplu değerlendirmeler gelmeye başladı. Kuşkusuz herkes olayları kendi
penceresinden ve bazen görmek istediği şekilde yorumlamak eğiliminde. Belki
daha “nesnel” yorumlar için henüz çok erken, fakat bazı yazarlar kişisel
özlemlerini “nesnellik” gibi gösteriyorlar.
Bu
yazarlara göre sol veya sosyalizm gibi kavramlar aslında on dokuzuncu yüzyılın
kavramları. Bu kavramlar belki yirminci yüzyılda da bir anlam ifade ettiler
fakat günümüzde artık hiçbir hükümleri kalmadı...
Bazı yazarlar Gezi’ye bakarak
bu tür düşüncelerine destek arıyorlar. Örneğin Demir Küçükaydın Gezi
Direnişi’ne ilişkin bir değerlendirmesinde “örgütlerin sloganları, flamaları,
eski mücadele biçimlerine takılmışlığı vs. ... hareketin yeni ve özgül olanını
gizlediği için olumsuz bir işlev gördü” ve “ilk günlerde sol örgütlerin
bayrakları, özellikle de ulusalcıların bayrakları (bunlar örgütlü ve hazırlıklı
oldukları için) baskın görünüyor ama daha ilk günden bunların kendi bayrak ve
sloganlarını benimsetme çabaları bir yankı bulmuyor hatta küçümseme ve alayla
karşılanıyor”[1] ifadelerini
kullanıyor.
Kuşkusuz
Gezi Direnişi’nin esas öznesi gençliktir. Yazarların genelde “90 kuşağı” olarak
tanımladığı gençler mezuniyet törenlerinde de hareketin omurgasını
oluşturduklarını kanıtladılar. Şimdi herkes bu gençlerden geleceğe yönelik bir
şeyler çıkartmaya çalışıyor.
Tarık Ali bu umudunu şöyle ifade ediyor: “Gezi
parkı isyanı umarım yeni sol bir parti veya mevcutlar içinde yenileşmeye
gidebilen bir parti oluşumuna sebep olur. Yunanistan’daki isyanların sonucu
olarak doğan Syriza gibi”[2].
Burada da aynı ton var: “eskiyi” bir kenara atmak veya “yenilemek” gerek...
Tarık Ali bu konuda yalnız değil. Liberal sol tabir edilen cenahta İtalya’daki
5 Yıldız Hareketi benzeri bir girişim oluşturmak için çabalar hızlanmış
durumda.
Bu
kesimler son yıllarda moda halini alan “anti-kapitalist” söylemler üzerinden
siyaset yapıyorlar. Ancak bu anti-kapitalist siyaset, açıkça belirtilmese de
aynı zamanda en azından sosyalizme mesafeli veya kapalı bir siyasettir. Esas
olarak sosyalistlerin 150 yıldır savunageldikleri şeylerin, günümüz
koşullarında sosyalizm olmaksızın da mümkün olduğunu savunuyorlar. Daha adil
bir dünya için, temel hak ve özgürlükler için sosyalizme gerek yok...
Anti-kapitalist
ajanda Türkiye’de CHP’yi kendisine rakip olarak görmüyor. Bu kesimler için asıl
“aşılması” gereken, hala Marx’ın, Lenin’in peşinden giden “eski” dünyanın
insanlarıdır. Bu “eskinin dilini” kullanan örgütlerden rahatsızlıklarını açıkça
ifade ediyorlar. Fakat “eski” ile mücadelelerini “açıktan” bir ideolojik tartışma
zemininde yürütmek yerine, “eskiyi” zemin dışında bırakma temelinde
yürütüyorlar: “örgütsüzlüğe övgü”.
Bu
gerçekten çok ucuz bir küçük kasaba politikasıdır. Meclislerde ve forumlarda
sanki “birey” olarak konuşuyor görünüp, mücadeleye “birey” olarak katılmayı
kutsayıp, insanların örgütlü olmalarını sanki bir kusurmuş gibi göstermeye
çalışıyorlar. Oysa bir taraftan sosyal medya üzerinden Syriza veya 5 Yıldız
Hareketi türünden oluşumlar için çabalar bütün hızıyla devam ediyor. Yani
aslında karşı olunan “örgütlülük” değil, “sosyalist örgütlülük”.
Direniş’in
öznesi gençlerin bu demagojiden etkilenmesi mümkün mü? Bence ne yazık ki
mümkün. Fakat bunun nedeni liberal-sol akımlar değil, bizzat sosyalistler. Daha
doğru bir ifadeyle sosyalistlerin gençlere sosyalizmi yeterince anlatamamaları.
Bunu mesleğim olan sağlık üzerinden bir örnekle anlatmaya çalışacağım:
Bugün
Gezi Direnişi’ne katılan “herkesin” üzerinde hemfikir olduğu sloganlardan biri
“herkese eşit, ücretsiz sağlık” sloganıdır. Hatta bu slogan, bugün Gezi
Direnişi’ne katılmakta ikircikli davrananlar, daha da ileri gideyim, belki de
Gezi’ye alternatif olarak Kazlıçeşme’de toplananlar arasında dahi sempati
uyandırmaktadır. Oysa bu slogan “sosyalizmin” temel belgilerinden biri olmakla
kalmayıp, ancak “sosyalist” bir toplumda yaşama geçirilebilecek bir ilkedir.
Nitekim dünya üzerinde “herkese eşit, ücretsiz sağlık” sağlayabilen tek bir
kapitalist ülke yoktur, olmamıştır ve kapitalizmin doğası gereği olamaz.
Dünyanın
en “eşitlikçi” gösterilen kapitalist ülkeleri olan sosyal demokrat Kuzey
ülkelerinde dahi sosyal “sınıflar” arasında belirgin morbidite (hastalık) ve
mortalite (ölüm) farklılıkları vardır ve bu farklar 1990’lardan beri daha
da artma eğilimindedir[3].
Bu ülkelerin sağlık göstergeleri incelendiğinde toplumun dezavantajlı kesimleri
aleyhine giderek artan bir eşitsizlik açıkça görülebilmektedir[4].
ABD’nin
sağlıkta eşitlik gibi bir iddiası yoktur, fakat bu konuda duyarlı oldukları
iddiasında olan batı Avrupa ülkelerinin göstergeleri, sosyal sınıflar arasında
sağlık bakımından ciddi uçurumlar olduğunu ortaya koymaktadır[5],[6].
İronik bir şekilde kapitalizmin beşiği İngiltere’nin tarihinde sağlıkta göreli
eşitlik, yalnızca gıdaların karneye bağlandığı İkinci Paylaşım Savaşı
yıllarında sağlanabilmiştir[7].
“Herkese eşit, ücretsiz sağlık” belgisi Almanya’da 1848
Ayaklanmalarına Berlin barikatlarında sosyalistlerin yanında katılan Rudolf
Virchow’a aittir. Aynı zamanda toplumcu tıbbın kurucusu olan Virchow’un bu
belgisi, tarihte ilk kez 1871 Paris Komünü sırasında yaşama geçirilmiş ve
Komün, çok benzer bir örneğini Gezi Direnişi sırasında Türkiye’nin çeşitli
kentlerinde gördüğümüz ilk yardım/ambulans hizmetlerini[8] örgütlemiştir.
“Herkese
eşit, ücretsiz sağlık” belgisi tarihte ilk kez tam anlamıyla 1917 Ekim
Devrimi’nde yaşama geçirilmiştir. Dünyada sağlık hizmetlerini sosyalleştiren
ilk ülke Sovyetler Birliği olmuştur. Daha devrimin ilk günlerinde çıkartılan
kararnamelerle sağlık hizmetleri ücretsiz kılınmış, sağlık sadece tıbbi
hizmetlere indirgenmeyip, bugün Dünya Sağlık Örgütü tarafından da kabul edilen
“sağlığın toplumsal belirleyicileri” temelinde bir örgütlenmeye gidilmiştir[9].
Daha sonra sosyalizm yoluna giren bütün ülkeler Sovyetler Birliği’nde olduğu
gibi devrimden sonra ilk iş olarak sağlık hizmetlerini sosyalleştirmiş ve
“herkese eşit, ücretsiz sağlık” sağlamışlardır.
Belki
bunlara da “eskide kaldı” diyecekler çıkabilir, fakat günümüzde yeryüzünde
sağlıkta eşitliği sağlayabilmiş, ülkesinde “herkese eşit, ücretsiz sağlık”
sunmayı başarabilmiş tek ülkenin Küba olması[10] bir
tesadüf olabilir mi? Zenginlikte Küba’yı fersah fersah geride bırakabilecek
gelişmiş batılı ülkeler neden sağlıkta eşitlik noktasında Küba ile
yarışamıyorlar?
İşte
bugün Türkiye’de sosyalistler, insanlara “herkese eşit, ücretsiz sağlık”
demenin “sosyalizm” demek olduğunu yeterince anlatamadıkları için, birileri bir
yandan sosyalizme “eskinin dili” diyerek gençleri sosyalistlerden uzak tutmaya
çalışırken, diğer yandan “herkese eşit, ücretsiz sağlık” belgisini kullanarak
gençleri etkileyebiliyorlar.
Bu oyunu bozmak için sosyalistlerin insanlara
sosyalizmi “gündelik yaşam diliyle” anlatabilmeyi öğrenmeleri lazım. Gezi
Direnişi’nin özneleri olan gençlerin de sosyalizmi öğrenmeye hakkı var.
Not: Yazı 1 Temmuz 2013'de İnsan Bu sitesinde yayınlanmıştır.
[1] http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/gezi-hareketinin-evrimi-26423
[2] http://www.sendika.org/2013/07/tarik-ali-gezi-parki-isyanin-kivilcimini-atesledi-anf/
[3] http://ec.europa.eu/health/social_determinants/docs/sweden_rd01_en.pdf
[4] http://sjp.sagepub.com/content/29/55_suppl/1.full.pdf
[5] http://ec.europa.eu/health/ph_determinants/socio_economics/documents/ev_060302_rd06_en.pdf
[6]http://www.lse.ac.uk/LSEHealthAndSocialCare/pdf/eurohealth/VOL15no3/ODonnell_methodological_issues.pdf
[7] http://jech.bmj.com/content/54/12/923.full
[8] http://bianet.org/biamag/siyaset/148054-direnis-gunlerinde-saglik
[9] Akalın, MA. (2010). Toplumcu Tıp. İstanbul: Yazılama.
[10] http://www.belgeler.com/blg/4ldr/m-kubada-saglik-basarisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder