Translate

13 Ekim 2020 Salı

Sağlık krizi değil, ahlaki bir kriz yaşıyoruz

Pandemi sürecinde içine düşülen krizin aslında “ahlaki” bir kriz olduğunu teslim edenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Son olarak Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel Direktörü Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus da, Covid 19 salgınıyla mücadelede izlenen “sürü bağışıklığı” stratejisine ilişkin, "Tam olarak anlayamadığımız tehlikeli bir virüsün serbestçe dolaşmasına izin vermek, basit bir şekilde ahlak dışıdır. Bu bir seçenek değildir" dedi.

 

Pandeminin başından beri kaleme aldığımız bütün yazılarda Covid 19’a neden olan virüsün “yeni” bir virüs (yeni koronavirüs) olduğunu fakat neticede Covid 19’un da diğer bulaşıcı hastalıklar gibi bulaşıcı bir hastalık olduğunu belirttik. İnsanlık yüzyıllardır bulaşıcı ve salgın hastalıklarla nasıl mücadele ettiyse, Covid 19 salgınıyla da aynı şekilde mücadele etmeli dedik.

 

Neydi bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadelenin temel ilkeleri? İzolasyon ve karantina. Bizzat Sağlık Bakanı Fahrettin Koca da geçtiğimiz haftalarda “asıl çözümün” bunlar olduğunu söylemedi mi?

 

Salgınla nasıl mücadele edileceğini bilmek için profesör olmak gerekmez

 

Solunum yoluyla bulaşan bir salgın hastalıkla mücadele edebilmek için yapılması gerekenler bellidir. Bunları bilmek için “profesör” olmaya gerek yoktur. Tıp fakültesinin üçüncü sınıfında okuyan bir öğrenci bunları ezbere sayabilir: Hastalığın toplum içinde yayılmasını önlemek ve salgını kontrol altına almak için gerekli tedbirler iki düzeyde alınır: toplumsal ve bireysel.

 

Toplumsal düzeyde alınması gereken tedbirler “devlet” tarafından alınır. Bu tedbirler arasında en önemli olanlar virüsün toplum içinde dolaşımını önlemek için insan hareketliliğinin kısıtlanması ve bu sayede hastaların hastalığı diğerlerine bulaştırmalarının önüne geçilmesi için alınan tedbirlerdir.

 

Bunlar, hayati olmayan sektörlerde üretimin tatil edilerek işçilerin ve emekçilerin, okullar tatil edilerek öğrencilerin evlerinde kalmalarının sağlanması olarak sıralanabilir. Gerektiğinde insanların toplu halde bulundukları alışveriş merkezleri kapatılabilir, spor karşılaşmaları seyircisiz oynanabilir, hatta sokağa çıkma yasakları getirilebilir.

 

Devletin toplum düzeyinde alması gereken tıbbi tedbirlerin başında hastaların belirlenmesi için bütün topluma yönelik olabildiğince fazla sayıda test yapılması gelmektedir. Yapılan testlerle tespit edilen hastalar izole edilirken, bu hastaların temas ettiği bireyler karantinaya alınacaktır. Bu tedbirleri devletin sağlık birimleri uygular. Bu sürecin başarısı, devletin sağlık birimlerinin sıkı bir sürveyans çalışması yürütebilme ve salgını çok yakından izleyebilme kapasitelerine bağlıdır. 

 

Bireysel düzeyde alınması gereken tedbirler kısaca “maske – mesafe – hijyen” biçiminde formüle edilebilir. İnsanlardan hastalığı başkalarına bulaştırmamaları için maske takmaları, diğerleriyle aralarında en az 1,5 metre fiziksel mesafeyi korumaları ve hijyene daha fazla dikkat etmeleri istenir.

 

Salgının kontrol altına alınmasının mümkün olduğu kanıtlandı

 

Küba veya Hindistan’ın Kerala eyaleti gibi işçi sınıfının iktidarda olduğu coğrafyalarda ve işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin yüksek olduğu kapitalist ülkelerde bu tedbirlerle salgın kısa sürede kontrol atına alındı. Türkiye dahil sermayenin çıkarlarını gözeterek “toplum” düzeyinde tedbirler almamaya gayret eden, salgınla mücadeleyi “birey” düzeyinde tedbirlere sığdırmaya çabalayan kapitalist ülkelerde ise salgın “dalgalı” bir seyir içinde devam etti. Vaka sayılarının tedbirler alındıkça azalıp, gevşetilince arttığı dalgalanma, “sürü bağışıklığı” beklentilerinin gerçekçi olmadığının anlaşılmasına rağmen toplum düzeyinde alınması gereken tedbirlerin alınmaması nedeniyle salgın kontrol altına alınamadı.

 

Ahlaki kriz

 

Yaz aylarına girilirken kriz artık bir sağlık krizi olmaktan çıkarak “ahlaki krize” dönüşmeye başladı. Hoca olarak görev yaptıkları tıp fakültelerinde öğrencilerine ve asistanlarına bulaşıcı hastalıklarla mücadelede birey ve toplum düzeyinde tedbirler alınması gerektiğini öğreten profesörler, Türkiye’de ve diğer birçok kapitalist ülkede toplum düzeyinde tedbirler alınmamasını, mücadelenin birey düzeyinde tedbirlerle yürütülmeye çalışılmasını desteklediler, karşı çıkmadılar veya sessiz kalarak geçiştirdiler.

 

İşçilerin 14 gün süreyle “kapalı sistem” adı altında, sırf Dardanel siparişlerini yetiştirebilsin diye köle gibi çalıştırılmalarına tıbbın ve hekimliğin alet edilmesi, ahlaki krizin zirve yaptığı anlardan biri olarak tarihe geçti. Çiğdem Toker,  Sözcü Gazetesi’nin 31 Temmuz 2020 tarihli nüshasında yer alan Köleliğin yeni adı: Kapalı devre çalışma başlıklı makalesinde durumu şöyle özetliyordu:

 

“Covid-19, büyük ölçekli bazı işletmeler için altın bir fırsata (!) dönüştü. Hastalanma ile işini kaybetme tehdidi arasına sıkışan işçilere insanlık dışı koşulları dayatma fırsatına. Üstelik bu dayatmayı yaparken, sağlığı ve güvenliği düşünüyormuş havası yaymayı ihmal etmeden”.

 

Artık tartışılan bilim değil ahlak

 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus’un “Halk sağlığı tarihinde hiçbir zaman bir pandemiye yanıt verme stratejisi olarak sürü bağışıklığı kullanılmamıştır. Bilimsel ve etik açıdan sorunludur" ifadesi artık bilimsel veya tıbbi bir sorunu değil, “ahlaki” bir sorunu tartışıyor olduğumuzun en somut ifadesidir.

 

Artık başta Halk Sağlığı ve Enfeksiyon Hastalıkları uzmanları olmak üzere bütün hekimler ve sağlıkçılar “ahlaki” sorumluluklarını, yeni moda deyişle “etik” yükümlülüklerini anımsamalı ve toplumu salgınla nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusunda aydınlatmalıdır. Tarih bugün bu sorumluluklarını yerine getirmeyenleri, salgının her gün onlarca emekçiyi aramızdan ayırmasını sessizce seyredenleri asla affetmeyecektir.   

 

Akif Akalın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder