Translate

1 Ocak 2021 Cuma

Emek yağması


Geçen yılın son haftasında 2021 yılında geçerli olacak asgari ücret belirlendi ve buna ilişkin tebliğ Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. 2021’de asgari ücret net 2 bin 825 lira 90 kuruş olacak. Böylece Türkiye’de çalışma yaşamında “yağma” veya “emek yağması” dönemi perçinlendi.

 

Burada “emek yağması” terimini bir “ajitasyon” malzemesi olarak değil, son yıllarda Türkiye’de ve dünyanın birçok coğrafyasında çalışma yaşamına damgasını vuran nesnel bir gerçekliğin ifadesi olarak kullanıyoruz.

 

EMEK YAĞMASI NEDİR?

 

Literatürde “emek yağması”, ücretlerin, diğer bir deyişle işverenin işçiye ödediği emek-gücü fiyatının, “emek-gücünün değerinin altında kalmasını” ya da emek-gücünün iş sözleşmesinde belirlenen koşulların ötesinde bir yoğunluk veya süreyle tüketilmesini ifade ediyor.

 

İşçinin emek-gücünün fiyatını belirleyen en önemli unsur, emek-gücünün “üretim maliyeti”.  Bu maliyet, her şeyden önce, bir işçinin yaşamını sürdürebilmesinin, ertesi gün tezgahın başındaki yerini alabilmesinin maliyetidir. Diğer bir deyişle işçinin beslenme, barınma, sağlık gibi “yaşamsal” giderlerinin maliyetidir.

 

Şüphesiz emek-gücünün “üretim maliyeti” içinde, işçinin yapacağı işin gerektirdiği eğitimin maliyeti, işçi öldüğünde veya çalışamaz hale geldiğinde yerini alacak olan çocuğunun büyütülmesinin ve yetiştirilmesinin maliyeti, çağın yaşam standardı gibi bu yazının çerçevesini aşacak unsurlarda vardır. Ancak biz burada emek-gücünün asgari fiyatını, işçinin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli mal ve hizmetleri satın alabilmesi için gerekli miktarla sınırlıyoruz.

 

İŞVERENLER KENDİ BACAKLARINA MI SIKIYOR?

 

İşçinin, emek-gücünü bu maliyetin altında satarsa güçten düşeceğini, hastalanacağını ve ertesi gün tezgah başındaki yerini alamayacağını, daha uzun vadede hayatta kalamayacağını öngörebilmek için alim olmak gerekmez. Muhakkak işverenler de, üretimlerini emek-gücü sıkıntısına düşmeden sürdürmek istiyorlarsa, işçiye en azından emek-gücünün üretim maliyetini ödemek zorunda olduklarını biliyorlardır.

 

Bu açıdan bakıldığında işverenin işçiyi emek-gücünü üretim maliyetinin altında satmaya zorlaması, işçiye yaşamını sürdürebilmesine yetecek kadar ücret vermemesi, ilk bakışta işverenin oyunun kurallarını bozması gibi algılanabilir, hatta amiyane tabirle kendi bacağına kurşun sıktığı düşünülebilir. Oysa bugün emekçiler arasında işsizliğin oldukça yüksek düzeyde seyrettiği Türkiye’de ve dünyanın birçok coğrafyasındaki işverenler, tezgahların boş kalabileceği, üretimin sekteye uğrayabileceği endişesini asla taşımıyor. Çünkü işine “gelemeyecek” işçinin yerini almaya hazır yüzbinlerce emekçi, işverenin bir işaretini bekliyor.

 

Tarihte her zaman, belki bugünkü kadar yüksek düzeyde olmasa da hatırı sayılır bir “yedek” emek ordusu olduğu, fakat bunun her zaman “emek yağması” ile sonuçlanmadığı söylenebilir. Bu noktada da işçilerin emek-güçlerini üretim maliyetinin daha üstünde bir fiyata satabilmeleri için en büyük silahları olan siyasi bilinç ve sendikal örgütlülük düzeyleri ortaya çıkıyor. Türkiye’de ve dünyanın birçok coğrafyasında emekçiler bu silahlarını uzun yıllardır yitirmişlerdir.

 

YAĞMAYA AÇIK DAVET

 

İstanbul Ticaret Odası tarafından hazırlanan Mülk Edinme Rehberi’nde “yabancılara” İstanbul’a yatırım yapma çağrısında bulunulurken, Türkiye’deki işgücünün nitelikli ama ucuz işgücü olduğu belirtiliyor. İşçi maliyetlerinin Almanya’nın yaklaşık 9 kat altında olduğu ifade ediliyor. Bu dünya sermayesine açık bir “yağma davetidir”.

 

Ancak İstanbul Ticaret Odası’nın çizdiği resmin fazlası yok, eksiği vardır. Gerçekten de bugün Türkiye’de ücretli çalışanların yüzde 17’si, diğer bir deyişle yaklaşık 3,3 milyon işçi asgari ücretin de “altında” bir ücretle çalışıyor. Asgari ücretin yarısından daha az ücretle çalışan işçi sayısı 1 milyona yakın.

 

Bütün ücretli çalışanların yüzde 38,3’ünü oluşturan 7,5 milyon kişi asgari ücret ve altında bir ücretle yaşamını sürdürmek zorunda kalıyor. Dahası 2016 yılının ikinci çeyreğinden, 2020 yılının ikinci çeyreğine kadar geçen sürede asgari ücret Euro cinsinden yüzde 25 ucuzladı ve bugün ucuzlamaya devam ediyor.

 

NEREYE KADAR?

 

Bu sorunun yanıtı yukarıda yazılanlarda gizlidir, işçinin emek-gücünün yeniden değer kazanması gerekiyor. Bunun iki yolu var: ya işverenler bugünkünden çok daha fazla emek-gücüne gereksinim duyacaklar ve emek-gücünün değeri artacak ya da emekçiler bilinçlenecek ve örgütlenecek, işverenlerle pazarlık masasına daha güçlü oturacaklar.

 

Açıkçası kısa vadede işverenlerin bugünkünden daha fazla sayıda emek-gücüne gereksinim duyabileceklerine işaret eden bir veri olmadığı gibi, aksine emek-gücü gereksiniminin daha da azalabileceğine ilişkin çok sayıda işaret var. O halde emek yağmasının sona ermesi için tek seçenek işçilerin siyasal bilinç kazanmaları ve sendikalaşma oranlarının artması gibi duruyor.

 

Ne yazık ki bu alanlar da çok sorunlu. Bugün Türkiye’de ve dünyanın birçok coğrafyasında işçilere siyasal bilinç taşıyabilecek yapılar kendi “ideolojik” bunalımlarını aşabilmiş değiller. “Kendilerine” faydaları olmayan bu yapılardan, işçileri ve emekçileri bilinçlendirmelerini beklemek ne kadar gerçekçi olur bilemiyorum.

 

Aynı şekilde Türkiye’deki sendikaların, DİSK, Türk-iş ve Hak-iş konfederasyonlarının, yalnızca son asgari ücret pazarlığındaki tutumlarına bakıldığında dahi, işçilerden çok işverenlere hizmet eden kurumlar haline geldikleri apaçık görülebiliyor. Belki de Türkiye’de işçilerin önce yıllardır bu sendikaların yönetimlerine çöreklenmiş sendika ağalarından kurtulmaları gerekiyor.

 

Uzun sözün kısası “nereye kadar” sorusu, işçiler ve emekçiler kendi kaderlerini kendi ellerine alana kadar, yani kendileri adına siyaset yaptıklarını, sendikal mücadele verdiklerini iddia edenleri ellerinin tersiyle bir kenara itip, “sahneye bizzat çıkana kadar” diye yanıtlanabilir.  


Akif Akalın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder