Geçen yılın son haftasında 2021
yılında geçerli olacak asgari ücret belirlendi ve buna ilişkin tebliğ Resmi
Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. 2021’de asgari ücret net 2 bin 825 lira
90 kuruş olacak. Böylece Türkiye’de çalışma yaşamında “yağma” veya “emek
yağması” dönemi perçinlendi.
Burada “emek yağması” terimini bir “ajitasyon” malzemesi olarak değil, son yıllarda Türkiye’de ve dünyanın birçok coğrafyasında çalışma yaşamına damgasını vuran nesnel bir gerçekliğin ifadesi olarak kullanıyoruz.
EMEK YAĞMASI NEDİR?
Literatürde “emek yağması”, ücretlerin,
diğer bir deyişle işverenin işçiye ödediği emek-gücü fiyatının, “emek-gücünün
değerinin altında kalmasını” ya da emek-gücünün iş sözleşmesinde belirlenen
koşulların ötesinde bir yoğunluk veya süreyle tüketilmesini ifade ediyor.
İşçinin emek-gücünün fiyatını
belirleyen en önemli unsur, emek-gücünün “üretim maliyeti”. Bu maliyet, her şeyden önce, bir işçinin
yaşamını sürdürebilmesinin, ertesi gün tezgahın başındaki yerini alabilmesinin
maliyetidir. Diğer bir deyişle işçinin beslenme, barınma, sağlık gibi “yaşamsal”
giderlerinin maliyetidir.
Şüphesiz emek-gücünün “üretim
maliyeti” içinde, işçinin yapacağı işin gerektirdiği eğitimin maliyeti, işçi
öldüğünde veya çalışamaz hale geldiğinde yerini alacak olan çocuğunun büyütülmesinin
ve yetiştirilmesinin maliyeti, çağın yaşam standardı gibi bu yazının
çerçevesini aşacak unsurlarda vardır. Ancak biz burada emek-gücünün asgari fiyatını,
işçinin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli mal ve hizmetleri satın alabilmesi
için gerekli miktarla sınırlıyoruz.
İŞVERENLER KENDİ BACAKLARINA MI SIKIYOR?
İşçinin, emek-gücünü bu maliyetin
altında satarsa güçten düşeceğini, hastalanacağını ve ertesi gün tezgah
başındaki yerini alamayacağını, daha uzun vadede hayatta kalamayacağını
öngörebilmek için alim olmak gerekmez. Muhakkak işverenler de, üretimlerini
emek-gücü sıkıntısına düşmeden sürdürmek istiyorlarsa, işçiye en azından
emek-gücünün üretim maliyetini ödemek zorunda olduklarını biliyorlardır.
Bu açıdan bakıldığında işverenin
işçiyi emek-gücünü üretim maliyetinin altında satmaya zorlaması, işçiye
yaşamını sürdürebilmesine yetecek kadar ücret vermemesi, ilk bakışta işverenin oyunun
kurallarını bozması gibi algılanabilir, hatta amiyane tabirle kendi bacağına
kurşun sıktığı düşünülebilir. Oysa bugün emekçiler arasında işsizliğin oldukça
yüksek düzeyde seyrettiği Türkiye’de ve dünyanın birçok coğrafyasındaki işverenler,
tezgahların boş kalabileceği, üretimin sekteye uğrayabileceği endişesini asla taşımıyor.
Çünkü işine “gelemeyecek” işçinin yerini almaya hazır yüzbinlerce emekçi,
işverenin bir işaretini bekliyor.
Tarihte her zaman, belki bugünkü
kadar yüksek düzeyde olmasa da hatırı sayılır bir “yedek” emek ordusu olduğu,
fakat bunun her zaman “emek yağması” ile sonuçlanmadığı söylenebilir. Bu noktada
da işçilerin emek-güçlerini üretim maliyetinin daha üstünde bir fiyata
satabilmeleri için en büyük silahları olan siyasi bilinç ve sendikal örgütlülük
düzeyleri ortaya çıkıyor. Türkiye’de ve dünyanın birçok coğrafyasında emekçiler
bu silahlarını uzun yıllardır yitirmişlerdir.
YAĞMAYA AÇIK DAVET
İstanbul Ticaret Odası tarafından hazırlanan
Mülk Edinme Rehberi’nde “yabancılara” İstanbul’a yatırım yapma çağrısında
bulunulurken, Türkiye’deki işgücünün nitelikli ama ucuz işgücü olduğu belirtiliyor.
İşçi maliyetlerinin Almanya’nın yaklaşık 9 kat altında olduğu ifade ediliyor. Bu
dünya sermayesine açık bir “yağma davetidir”.
Ancak İstanbul Ticaret Odası’nın
çizdiği resmin fazlası yok, eksiği vardır. Gerçekten de bugün Türkiye’de ücretli
çalışanların yüzde 17’si, diğer bir deyişle yaklaşık 3,3 milyon işçi asgari
ücretin de “altında” bir ücretle çalışıyor. Asgari ücretin yarısından daha az
ücretle çalışan işçi sayısı 1 milyona yakın.
Bütün ücretli çalışanların yüzde
38,3’ünü oluşturan 7,5 milyon kişi asgari ücret ve altında bir ücretle yaşamını
sürdürmek zorunda kalıyor. Dahası 2016 yılının ikinci çeyreğinden, 2020 yılının
ikinci çeyreğine kadar geçen sürede asgari ücret Euro cinsinden yüzde 25
ucuzladı ve bugün ucuzlamaya devam ediyor.
NEREYE KADAR?
Bu sorunun yanıtı yukarıda
yazılanlarda gizlidir, işçinin emek-gücünün yeniden değer kazanması gerekiyor.
Bunun iki yolu var: ya işverenler bugünkünden çok daha fazla emek-gücüne
gereksinim duyacaklar ve emek-gücünün değeri artacak ya da emekçiler
bilinçlenecek ve örgütlenecek, işverenlerle pazarlık masasına daha güçlü
oturacaklar.
Açıkçası kısa vadede işverenlerin
bugünkünden daha fazla sayıda emek-gücüne gereksinim duyabileceklerine işaret eden
bir veri olmadığı gibi, aksine emek-gücü gereksiniminin daha da azalabileceğine
ilişkin çok sayıda işaret var. O halde emek yağmasının sona ermesi için tek
seçenek işçilerin siyasal bilinç kazanmaları ve sendikalaşma oranlarının
artması gibi duruyor.
Ne yazık ki bu alanlar da çok
sorunlu. Bugün Türkiye’de ve dünyanın birçok coğrafyasında işçilere siyasal
bilinç taşıyabilecek yapılar kendi “ideolojik” bunalımlarını aşabilmiş
değiller. “Kendilerine” faydaları olmayan bu yapılardan, işçileri ve emekçileri
bilinçlendirmelerini beklemek ne kadar gerçekçi olur bilemiyorum.
Aynı şekilde Türkiye’deki
sendikaların, DİSK, Türk-iş ve Hak-iş konfederasyonlarının, yalnızca son asgari
ücret pazarlığındaki tutumlarına bakıldığında dahi, işçilerden çok işverenlere
hizmet eden kurumlar haline geldikleri apaçık görülebiliyor. Belki de Türkiye’de
işçilerin önce yıllardır bu sendikaların yönetimlerine çöreklenmiş sendika
ağalarından kurtulmaları gerekiyor.
Uzun sözün kısası “nereye kadar” sorusu,
işçiler ve emekçiler kendi kaderlerini kendi ellerine alana kadar, yani kendileri
adına siyaset yaptıklarını, sendikal mücadele verdiklerini iddia edenleri
ellerinin tersiyle bir kenara itip, “sahneye bizzat çıkana kadar” diye
yanıtlanabilir.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder