Translate

6 Nisan 2024 Cumartesi

Halk sağlığında gündem


 

Son aylarda Türkiye’de siyasetin yerel seçimlere kilitlenmesi nedeniyle “halk sağlığı” gündemini biraz ihmal ettik. Bu yazımızda halk sağlığı alanında yayınlanan önemli makaleleri değerlendirerek gündemi yeniden yakalamaya çalışacağız.


KISA BİR YEREL SEÇİM DEĞERLENDİRMESİ


Öncelikle bizi alanımızın gündemini izlemekten alıkoyan yerel seçimler üzerine birkaç cümle kurmak gerekirse, yıllardır “sandık siyaseti” güden muhalefetin, sonunda çok ironik bir şekilde, “en alttakilerin” sandıktan yüz çevirmesi sayesinde katılımın düşmesi sonucu, hiç de hak etmediği bir “başarı” kazandığını söyleyebiliriz.


AKP’li kalemler dahil herkes AKP’nin sandıkta gerilemesinin en büyük nedeninin “ekonomi” olduğu noktasında hemfikir görünüyor. Mehmet Şimşek’in yabancı ve yerli sermayenin talepleri doğrultusunda başlattığı ve önümüzdeki aylarda şiddeti artarak sürecek olan, eskiden tanıdığımız IMF programlarına benzeyen kemer sıkma uygulamaları, başta “düşük gelirli” emeklilerin büyük bir bölümü ve toplumun yoksul kesimleri tarafından tepkiyle karşılandı ve çoğu daha önce AKP’ye oy veren bu kesimler ya sandığa gitmediler, ya da diğer partilere oy verdiler.


Muhalefet muhtemelen kendisi de iktidarda olsa Mehmet Şimşek’in politikasını sürdürmekten başka seçeneği olmadığını düşünerek, sürpriz biçimde yakaladığı bu fırsattan yararlanarak bir “erken seçim” talebiyle AKP hükumetini köşeye sıkıştırmak yerine, AKP’nin ülkeyi dört yıl daha yönetmesine ve bu süreçte kendisini toparlamasına olanak sağlamayı tercih etti.


Önümüzde bayram var ve Türkiye dokuz günlük tatile giriyor. Fakat işçi sınıfı ve emekçileri bu uzatılmış bayramdan sonra, son aylarda yaşanan ekonomik sıkıntıları mumla aratacak günlerin beklediğini öngörmek için kahin olmak gerekmez. Bir yandan AKP’nin çoğu kez zor kullanarak ertelettiği zamlar yağmur gibi yağarken, diğer yandan seçim ekonomisinin de katkıda bulunduğu açıkların kapatılabilmesi için geçen yılki “ek” Motorlu Taşıtlar Vergisi gibi yeni vergilerle karşılaşacağız. 2024 işçiler ve emekçiler için çok, ama çok uzun bir yıl olacak.


Son olarak seçim sürecinin Türkiye’de işçi sınıfının ve emekçilerin her zamankinden daha fazla “devrimci” bir partiye ihtiyacı olduğunu apaçık ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Solda yer alan veya solcu olduğu iddiası taşıyan partilerden hiçbirinin işçi sınıfının ve emekçilerin sınıfsal taleplerini siyasi arenaya taşıyamadıklarını, aksine sermaye partileri gibi popülist tutumlar sergilediklerini üzüntüyle izledik. Türkiye işçi sınıfı içinde bulunduğu cendereden kurtulmak istiyorsa bir an önce kendi öz partisini yaratmak ve etrafında örgütlenmek zorundadır.


PANDEMİ ÖNCESİNE DÖNMEK İSTER MİYİZ?


Geçtiğimiz aylarda halk sağlığı camiasının gündeminin en önemli başlıklarından birini, kapitalist merkezlerin “pandemi öncesine dönüş” veya “normalleşme” için önerdikleri tedbirlere halk sağlıkçılardan gelen eleştiriler oluşturdu.


Bilindiği gibi Dünya Ekonomik Forumu (DEF) normalleşme için “hissedar” kapitalizmden “paydaş” kapitalizme geçmeyi önerirken, ABD ve diğer bazı ileri kapitalist ülkeler de bir süredir “Daha İyisini İnşa Et”, Avrupa Birliği ise “yeşil kurtarma (ekonomi)” sloganını ortaya atıyordu.


Ottawa Üniversitesi Halk Sağlığı Okulu’nun (Kanada) emekli hocalarından ve günümüzün önde gelen halk sağlıkçılarından biri olan Ronald Labonté’nin “Ensuring global health equity in a post-pandemic economy” (Pandemi sonrası ekonomide küresel sağlık eşitliğinin sağlanması) başlıklı makalesi, halk sağlığı camiasında oldukça hararetli bir tartışmayı alevlendirdi (1).


Labonté makalesinde, COVID 19’un bir “felaket” haline dönüşmesine, dünyanın pandemi öncesinde içinde bulunduğu durumun yol açtığını söylüyordu. Diğer bir deyişle pandemiyi yaratan koşullardan ve pandemiye küresel ölçekte gerekli yanıtın verilememesinden, “pandemi öncesi” durum veya “2019 dünyası” sorumluydu.


Labonté makalesinde pandemi sonrası “normale” dönüş sürecini tartışırken, “normalden” kastedilen “2020 öncesi dünya” ise, bu dünyanın çok da dönmek isteyeceğimiz bir dünya olmadığını anımsatıyordu:


“Pandemi öncesinde kabaran zenginlik ve güç eşitsizlikleri sağlık alanındaki kazanımların altını oyuyor, iklim krizi insanlığın geleceğini tehdit ediyor, kitlesel göçler giderek daha fazla yabancı düşmanlığıyla karşılanıyor ve ağır ağır ilerleyen antimikrobiyal direnç her yıl HIV veya sıtmadan daha fazla ölüme neden oluyordu”.


Zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul kılan sosyoekonomik eşitsizliklerin, mevcut ekonomik politikalar ve uygulamalarla desteklendiğini belirten Labonté, makalesinde küresel kapitalist güç odaklarının önerilerini değerlendirerek, hiçbirinin dünyanın karşı karşıya olduğu sorunlara çözüm getiremeyeceğini söylüyor ve Jayati Ghosh’a atıf yaparak sorunların asıl kaynağının “sosyoekonomik eşitsizlikler” olduğunu savunuyordu:


“Gelir ve fırsat eşitsizliği adaletsiz, sağlıksız ve mutsuz toplumlardan daha fazlasını yaratıyor - insanları öldürüyor”.


Labonté, DEF’nun sorunun kapitalizmden değil, “hissedara” öncelik veren neoliberal vurgudan (yatırıma olası en kıza zamanda en yüksek getiri sağlamak) kaynaklandığı ve çözümün kapitalizmin sağladığı faydalardan herkesin payını alacağı “paydaş” kapitalizmde olduğu iddiasının, sistemin özündeki “kâr güdüsünü” göz ardı ettiğini belirtiyordu.


Zengin yatırımcıların “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” ile uyumlu iş alanlarına yatırım yapmaları halinde hem kendilerinin, hem de dünyanın kazanacağı iddiasının “yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım” bağlamında doğru gibi göründüğünü, fakat bu yatırımların çoğunun “İklim Değişimi”ne karşı tedbirlerle uyuşmadığını ifade eden Labonté, bunun greenwashing’den (yeşil aklama) başka bir anlama gelmeyeceğini ve “paydaş” kapitalizmin zenginliği yeniden dağıtmakta çok küçük bir rol oynayacağını fakat özel sektörün küresel sağlık yönetimindeki rolünü güçlendireceğini söylüyordu.


Pandemi sonrası için ortaya atılan karbona dayalı büyümenin azaltılması, degrowth (küçülme) ekonomisi veya post-growth (büyüme sonrası) ekonomi, küresel tüketim düzeyini azaltmanın öngörülmesi, geri dönüşüme ağırlık verilmesi gibi önerilerin önemli olduğunu, fakat birçok çevreci ekonomistin bu tedbirlerin yeterli olacağından şüphe duyduklarını belirten Labonté, kapitalizm için sürekli artan bir “tüketimin” yaşamsallığını vurgulayarak, kapitalist bir ekonomide bu önerilerin gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu ifade ediyordu.


HALK SAĞLIKÇILAR ÇÖZÜMÜ KAPİTALİZMİN YIKILMASINDA GÖRÜYOR


O halde dünya yeni bir halk sağlığı felaketiyle karşılaşmak istemiyorsa, bir daha pandemi öncesi koşullara veya 2019 dünyasına geri dönmemeliydi. Bunun için ekonomik ve sosyal sistemin bütün önermeleri yeniden gözden geçirilmeliydi.


Pandemi sonrası ekonomi öylesine örgütlenmeliydi ki, bir daha COVID 19 felaketi gibi felaketlerle karşı karşıya kalınmasın, böyle felaketleri yaratan koşullar ortadan kaldırılabilsin ve olası yeni salgınlara karşı anında ve etkili yanıtlar üretilebilsin.


Labonté’nin makalesine yorum gönderen 2008 yılında Türk Tabipleri Birliği tarafından düzenlenen bir toplantı için ülkemize geldiğinde tanışma şansı bulduğumuz kadim dostumuz Alexis Benos yazarın kaygılarını paylaşıyor ve şöyle diyordu:


“... küresel pandemi trajedisinin nedenlerinin nedenlerinin, her zamankinden daha açık biçimde, piyasa kurallarının hegemonyası, modern toplumun ana hedefi ve etkinliği olan sonsuz bir ekonomik büyüme sürecinde kâr amacı gütmenin itirazsız egemenliği tarafından belirlendiği tartışmasızdır”.


Benos pandeminin ortaya çıkmasından, uygunsuz yönetimine ve dramatik sonuçlarına kadar her şeyin kapitalizmin sistemik özelliklerini yansıttığını belirterek, pandemi sürecinde egemen neoliberal ekonomik politikalarda hiçbir değişime gidilmediğini, insanların gereksinimlerinin asla dikkate alınmadığını, aksine sermayenin pandemiyi daha da otoriterleşmek, militarizm ve faşizmi teşvik etmek için kullandığını söylüyordu.


Julian Tudor Hart’a atıf yaparak degrowth (küçülme) stratejisinin, kapitalist sistemde sistemik değişimlerle (sosyal değişim) ilişkilendirilmediği takdirde kolayca mağduru suçlamaya dönüşebileceğini ifade eden Benos, bütün sosyoekonomik yükün yoksul ülkelere ve alt sosyal sınıfların üzerine yıkılabileceğinden endişe ediyordu.


Benos sözlerini şöyle tamamlıyordu: “... COVID-19 salgını bize, sağlığı bir ortak menfaat (kamu yararı) ve sosyal hak, sosyal adaletin önceliği olarak yeniden ele almanın, ancak eşitlikçi ve sürdürülebilir bir geleceği amaçlayan demokratik yönetim tarafından sağlanabileceğini hatırlattı... İktidardaki kapitalist sistemi devirme ihtiyacı gerçekçi, acil ve kritiktir. Hayati önem taşıyan faktör, özellikle işçi sınıfı aktivizminin, kamusal yapıların ve mekanların yağmalanmasına karşı ve çevre felaketinin ve gelecekteki salgınların önlenmesi için artan mücadelesidir” (2).


SAĞLIK İÇİN MÜCADELE POLİTİK BİR MÜCADELEDİR


People’s Health Movement (Halkın Sağlık Hareketi – HSH) liderlerinden Chiara Bodini de, Labonté’nin makalesi üzerine yorumunda, mevcut ekonomik sistemin pandemi öncesinde zenginlik, gelir ve kaynaklarda eşitsizlikleri arttırdığını, ekolojik çöküntüye (iklim değişimi) ve ülkeler içi ve arası kitlesel göçlere yol açtığını ve çevresel bozulmadan kapitalist büyüme ekonomisinin sorumlu olduğunu anımsatıyordu.


HSH’nin örgütlendiği 2000 yılından beri “sağlık mücadelesinin, politik bir mücadele” olduğunu savunduğunu belirten Bodini, Ursula Le Guin’in “insanlar, bütün insani güçlere direnebilir ve değiştirebilir” sözüne atıf yaparak, farklı sosyal hareketler arasında yakınlaşma sağlanmasının ve halkın mücadeleye katılımının arttırılmasının radikal bir dönüşüm için gerekli gücün inşasında kilit stratejiler olduğunu söylüyordu (3).


Sağlık adaleti gönüllülerinin biraraya gelerek örgütlendikleri Hollanda merkezli VEMOS örgütünden Mariska Meurs, Myria Koutsoumpa ve Valeria Huisman tarafından kaleme alınan yorumda, Labonté’ye “bütün kalpleriyle katıldıklarını” belirtiyor, ancak “değişim olasılığı, özellikle radikal bir değişim, birçok insanda belirsizlik duygusu ve bunun sonucu olarak direnç yaratıyor” diyorlardı.


Sosyoekonomik eşitlik ve sürdürülebilir bir ekonomik model yaratmak için aktivist halk sağlığı hareketinden çok daha fazlasına, yaygın bir halk hareketine gereksinim olduğunu ifade eden yazarlar, insanları ikna etmek gerektiğini söylüyorlardı (4).


Şüphesiz Labonté tarafından alevlenen tartışmaya katkı sunan halk sağlıkçılar, burada kendilerine yer vermeye çalıştıklarımızla sınırlı değil. Başka birçok halk sağlıkçı da konuya ilişkin makalelerinde kapitalist güç odaklarının “çözümlerinin” gerçek çözümler olmadığını, kapitalist üretim tarzının merkezinde yer alan “kâr” güdüsüne hitap etmeyen hiçbir çözümün gerçekte sorunları çözemeyeceğini belirttiler. Ancak bunlar arasında Howard Waitzkin’in katkısı özellikle önemli.


DEVLET, KAPİTALİZMİN DOĞASINDA OLAN EŞİTSİZLİKLERİ GİDEREBİLİR Mİ?


“Kapitalist Toplumda Hastalığın Sömürülmesi” ve “İkinci Hastalık: Kapitalist Sağlık Hizmetinin Çelişkileri” gibi kitaplarıyla tanıdığımız duayen halk sağlıkçı Howard Waitzkin, Labonté’nin makalesini değerlendirdiği “Post-pandemic Capitalism: Reform or Transform?” başlıklı yorumunda, “devlet, kapitalizmin doğasında olan eşitsizlikleri giderebilir mi?” sorusuna yanıt arıyordu (5).


Devlet kurumunun birçoklarının görmek istedikleri gibi “tarafsız” olmadığını savunan Waitzkin, devletin daima topluma egemen olan sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini belirterek, devletten bu sınıfın çıkarına aykırı hareket etmesinin beklenmemesi gerektiğini söylüyordu.


Waitzkin kapitalist toplumlarda devletin asıl amacının kapitalist ekonomik sistemi korumak olduğunu belirterek, bunun pandemi sürecinde apaçık görüldüğünü, hükumetlerin insan sağlığından çok sermaye birikiminin önceliklerine göre hareket ettiğini, sermaye birikimini sürdürmek için büyümenin gerekli olmasının, sağlığı iyileştirecek anlamlı reformların gerçekleştirilmesini olanaksızlaştırdığını söylüyordu.


Kapitalizmin olmadığı bir dünya düşünemeyenlerin, yaşanan sorunları “kapitalizm içinde”, diğer bir deyişle kapitalist sermaye birikimine meydan okumaksızın çözmek için çaba gösterdiklerini, ancak bunun olanaksız olduğunu savunan Waitzkin’e göre günümüzün temel çabası, toplumların “kapitalizm sonrası” politik ekonomik sistemlere nasıl dönüşebileceğini hayal etmek olmalıydı ve böyle bir dönüşüm, doğası gereği, insanların kapitalizmin ve onun dünya çapındaki zararlı etkilerinin ötesine geçme mücadelelerinin heyecan verici bir odağı haline gelen devrimci değişimi içermeliydi.


SAĞLIKTA EŞİTSİZLİKLER İLE GELİR VE SERVET EŞİTSİZLİKLERİ ATBAŞI GİDİYOR


Türkiye seçim sonuçlarını değerlendirme telaşındayken, İngiltere’den dostumuz Clare Bambra’nın “The U-Shaped Curve of Health Inequalities Over the 20th and 21st Centuries” başlıklı önümüzdeki günlerde çok ses getirecek makalesinin online nüshası yayınlandı (6).


Bambra makalesinde ABD, İngiltere, İsveç ve Batı Avrupa'daki çalışmalara dayanarak, 20. ve 21. yüzyılda sağlıkta eşitsizliklerin azalma ve artma eğilimlerini incelerken, sağlıkta eşitsizliklerin de bu süreçte aynı gelir ve servet eşitsizlikleri gibi U şeklinde bir eğri çizdiğini görüyor.


Sağlıkta eşitsizlikler, aynı gelir ve servet eşitsizliklerinde olduğu gibi 20. yüzyılın başlarından 1980’lere kadar istikrarlı bir şekilde azalıyor (U’nun inen bacağı) ve daha sonra artmaya başlıyor (U’nun çıkan bacağı). Bambra bu U formasyonunun, T. Piketty ve E. Saez tarafından yayınlanan “Income inequality in the United States, 1913 – 1998” başlıklı makaledeki U formasyonu ile örtüştüğünü tespit ediyor.


Bambra makalesinde sağlık eşitsizliklerin izlediği yolu farklı politikalar izlenen dört dönemde inceliyor:


1. Interbellum Dönemi (1920 – 1950): İki paylaşım savaşı arasındaki savaşsız geçen 21 yıla verilen latince isme atıf yapan Bambra, bu dönemi birçok ülkede refah devleti sistemlerinin başladığı “sosyal reform” dönemi olarak tanımlıyor.


İsveç'te yirminci yüzyılın başlarında su, sanitasyon, hijyen, sosyal konut, beslenme, aile politikaları ve sağlık hizmetlerinde yaşanan gelişmeler, özellikle en yoksul ailelerin çocuklarına fayda sağlıyor. Bu dönemde birçok ülkede gelirler artarken, yoksulluk ve gelir eşitsizlikleri azalıyor.


İngiltere’de emeklilikte maaş ödenmeye, gecekondular tasfiye edilmeye ve sosyal konutlara geçilmeye başlıyor ve sağlık sigortasının kapsamı genişliyor, sosyal güvenlik yardımları artarken yoksulluk azalıyor.


ABD’de gelir eşitsizliği önemli ölçüde azalıyor, artan oranlı vergilendirme, daha güçlü sendikalar, güçlü ekonomik büyüme ve Roosevelt'in Yeni Anlaşma (New Deal) kapsamındaki ücret düzenlemeleri yaşama geçiyor. Asgari ücret ve işsizlik sigortası kabul ediliyor, sosyal konut projeleri kamusal olarak finanse ediliyor, emeklilere maaş bağlanıyor.


2. Trente Glorieuse (1950 – 1980): Fransızların 1945 – 1974 arasında OECD üyesi ülkelerin kaydettiği sürekli ekonomik büyüme dönemine verdikleri isme (Şanlı 30 yıl) atıf yapan Bambra, bu dönemi izlenen planlamacı, evrenselci ve müdahaleci maliye politikaları, tam istihdam, devlet tarafından aktif makroekonomik yönetim (Keynesyen ekonomi) ile karakterize edilen refah devleti kapitalizminin “altın çağı” olarak tanımlıyor.


Bu dönemde yüksek kamu harcamaları ve yeniden dağıtıcı bir vergi ve sosyal yardım sistemi aracılığıyla kitlesel tüketim desteklenirken, batı Avrupa ülkelerinde sosyal konutlar yaygınlaşıyor, sağlık hizmeti bir yurttaşlık hakkı haline geliyor.


1950'ler ve 1960'larda gelir ve servet eşitsizlikleri ile yoksulluk tarihsel olarak en düşük seviyeye iniyor. ABD 1960'larda kamu sağlık hizmetlerinin kapsamını genişletirken, ırk ayrımcılığını ve kamu hizmetlerinde ayrımcılığı yasaklıyor. Ücretler artarken, bakmakla yükümlü olunan çocuklara yönelik yardımın kapsamı genişletiliyor.


3. Neoliberalizm (1980 – 2010): Bambra’ya göre refah devletinin altın çağı, 1970'lerdeki ekonomik kriz ve neoliberalizmin yükselişiyle sona eriyor. Ekonomiyi ve toplumu örgütlemekte piyasanın rolü artarken, devlet piyasaların etkin işleyişini sağlama görevini üstleniyor.


Önce ABD ve İngiltere’de, sonra Batı Almanya'da Keynesçi politikalar terk edilerek, devlet hizmetleri ve endüstrileri özelleştiriliyor ve piyasalaştırılıyor. Sosyal güvenlik yardımları ve sosyal konutlar azaltılıyor, zenginlerden vergi alınmıyor, emeğin örgütlenmesine kısıtlamalar geliyor ve devlet tam istihdamı teşvik etme rolünü terk ediyor. Ücretler düşüyor, gelir eşitsizliği, yoksulluk ve işsizlik artıyor.


4. Kriz Çağı (2010'dan günümüze): Bambra’ya göre ABD’de konut piyasasındaki gerilemeden kaynaklanan 2007 – 2008 Küresel Mali Kriz (KMK) ile dünyada “Kriz Çağı” başlıyor. KMK küresel finans piyasalarında büyük bir çöküşe, devlet borçlarında büyük bir artışa, işsizlik ve yoksulluğun artmasına neden oluyor.


Bütün dünyada kamu harcamalarında kesintiler artıyor. Kemer sıkma önlemleri, sağlık hizmetleri de dahil olmak üzere kamu hizmetlerinde büyük ölçekli kesintilere ve en yoksul gruplara yönelik sosyal yardımlarda büyük düşüşlere yol açıyor. Durağanlaşan ücretler, yüksek yoksulluk oranları ve vergi kesintileri nedeniyle gelir ve servet eşitsizliği artıyor.


Bu süreçte dünyada “aşırı sağ” tırmanışa geçerken, emek örgütleri çözülüyor. Bölgesel savaşlar sıradanlaşıyor, çevresel felaketler ve iklim değişikliğinin etkileri daha yaygın hissediliyor. En az 7 milyon insan COVID-19 salgınında yaşamını yitiriyor. Artan enflasyon ve faiz oranlarıyla birlikte pandemi sonrası bir yaşam maliyeti krizi ortaya çıkıyor. İşsizlik patlarken, birçok ülkede yoksulluk, gelir ve servet eşitsizlikleri eşi görülmedik boyutlara ulaşıyor.


Bambra bu verilerden hareket ederek, sağlıkta eşitsizliklerin yeniden azaltılması için toplumun tüm kesimlerinde geniş ölçekli politika eylemlerine ihtiyaç duyulduğu sonucuna varıyor: “yeniden dağıtımcı bir refah sistemi yoluyla yoksulluğun azaltılması, sağlık hizmetlerine erişimin iyileştirilmesi ve çalışan sınıfların ve dışlanmış grupların siyasi katılımı yoluyla gelişmiş demokrasi”.


Tabii aslında sağlıkta eşitsizlikler ile gelir ve servet eşitsizliklerini çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktaki başarısına rağmen, Bambra’nın olayları ve olguları “sınıf savaşımı” perspektifinden görememesi, elde ettiği bulguları eksik ve bazen yanlış yorumlamasına neden oluyor.


LABONTE VE BAMBRA’NIN EKSİĞİ: SINIF SAVAŞIMI


Aslında Bambra sadece “bir adım” geriye giderek, U’nun sağlıkta eşitsizliklerin azalmaya başladığı aşağı inen bacağını 1871 Paris Komünü ve bu deneyimin dolaysız etkileri altında gerçekleşen Bismarck reformlarına kadar uzatabilirdi. Yine sağlıkta eşitsizliklerde 1917 Ekim Devrimi’yle dünyanın altıda birinin sermaye boyunduruğundan kurtulmasıyla ivme kazanan azalmanın, İkinci Paylaşım Savaşı sonu doğu Avrupa’da halk demokrasilerinin kurulması ve Çin devrimi ile dünyanın üçte birinin sermaye boyunduruğundan kurtulmasıyla nasıl şahlandığını görebilirdi.


Benzer şekilde 1970’lerden itibaren sağlıkta eşitsizliklerin artmaya başlamasında yalnızca ekonomik krizi değil, sosyalizmin içine düştüğü ideolojik bunalımı, sosyalistlerin sınıf siyasetini terk ederek kimlik siyasetine yönelmelerini, işçi sınıfının sosyalizmden uzaklaşmaya başlamasını da görebilirdi.


Emperyalistler-arası İkinci Paylaşım Savaşı sonunda dünyanın üçte birinde sosyalizmin egemen olmasından en büyük faydayı gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşayan işçiler sağlamıştı. Sermaye egemenliğini sürdürmek istiyorsa, işçilere en az sosyalist ülkelerin işçilerinin sahip olduğu yaşam standardını sunmak zorundaydı.


Metropollerde işçiler artık hayatlarından memnundu ve kapitalist düzeni yalnızca kabullenmekle kalmıyor, aynı zamanda destekliyorlardı. Sanki sosyalizm gelse yaşamları çok mu değişecekti? Artık çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için devrimci mücadeleye atılmalarına gerek kalmayan işçilerin, yalnızca seçimlerde sosyal demokrat, sosyalist veya komünist partilere oy vermeleri ve sendikalarının aidatlarını düzenli ödemeleri yeterliydi.


İki büyük savaş sonunda popülaritesi oldukça azalan sermaye, toplum nezdinde egemenliğini yeniden meşrulaştırabilmek için işçilerin istediği rüşveti vermek zorunda kaldı. Ancak metropollerde işçilerin “altın yılları” 1980’lerde sosyalizmin çözülmesi ve SSCB’nin yıkılmasıyla sona erdi.


Özetle dünyada gelir ve servet eşitsizlikleri ile sağlıkta eşitsizliklerin artışı ve azalması tamamen sınıf savaşımında işçi sınıfı ve sermayenin karşılıklı yer alışlarının bir ürünüdür. İşçiler arasında sınıf bilinci artarak, örgütlülük düzeyi yükseldiğinde toplum içinde gelir ve servet eşitsizlikleri ile sağlıkta eşitsizlikler azalmaya başlarken, tersi durumda artar. 

 

Bu yazımızda okurlarımızla halk sağlığı alanındaki "güncel" tartışmaları paylaşmaya çalıştık. Ülkemizde halk sağlıkçıların büyük bir bölümü ne yazık ki bu gündemlerden çok uzak, fakat onların eksiğini özellikle sağlık alanında uzmanlaşmış sosyolog dostlarımız gideriyor. Türkiye'den halk sağlıkçıların da zaman içinde yurt dışındaki tartışmalara katılacaklarını umuyoruz. 


KAYNAKLAR


1. Labonté R. Ensuring global health equity in a post-pandemic economy. Int J Health Policy Manag. 2022;11(8):1246–1250. doi:10.34172/ijhpm.2022.7212


2. Benos A. Pandemic’s experience questioning capitalistic dominance: Comment on “Ensuring global health equity in a post-pandemic economy.” Int J Health Policy Manag. 2023;12:7764. doi:10.34172/ijhpm.2022.7764


3. Bodini C. The key role of social movements in protecting the health of people and the planet: Comment on “Ensuring global health equity in a post-pandemic economy.” Int J Health Policy Manag. 2023;12:7757. doi:10.34172/ijhpm.2023.7757


4. Meurs M, Koutsoumpa M, Huisman V. Ensuring global health equity in a post-pandemic economy: words count! Comment on “Ensuring global health equity in a post-pandemic economy.” Int J Health Policy Manag. 2023;12:7794. doi:10.34172/ijhpm.2023.7794


5. Waitzkin H. “Post”-pandemic Capitalism: Reform or Transform? Comment on “Ensuring Global Health Equity in a Post-pandemic Economy”. Int J Health Policy Manag 2023;12:7936. doi 10.34172/ijhpm.2023.7936


6. Bambra C. The U-Shaped Curve of Health Inequalities Over the 20th and 21st Centuries. International Journal of Social Determinants of Health and Health Services. 2024;0(0). doi:10.1177/27551938241244695


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder