Gelişmiş sanayi ülkelerinde yirminci
yüzyılın ikinci yarısında izlenen refah politikaları, bu ülkelerin uygarlık
düzeyinin ve insana verdikleri değerin bir ürünü olarak gösterilir. Batıda iş
adamlarının daha uygar oldukları için işçi haklarına daha saygılı oldukları,
politikacıların daha uygar oldukları için toplumun dezavantajlı kesimlerini
gözettiği ve insanların daha uygar olmaları nedeniyle böyle bir düzeni hak
ettikleri varsayılır.
Kuzey British Columbia Üniversitesi Ekonomi Departmanı’ndan Jalil Safaei böyle düşünmüyor. Safaei’ye göre, sanayileşmiş ülkelerde geniş ölçüde uygulanan refah politikaları, Birinci Paylaşım Savaşı ile izleyen Büyük Depresyon ve İkinci Paylaşım Savaşı süreçlerinde yaşanan sosyal ve ekonomik sıkıntılara bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır.
Gelişmiş sanayi ülkelerinde emekçilerin
giderek radikalleşmesinin ve politik arenada ağırlığın radikal sol hareketlere
kaymasının, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindekiler gibi bir devrime
yol açabileceğinden ürken egemen sınıflar, daha uygar olduklarından, insan
yaşamına değer verdiklerinden değil, devrimden korktuklarından emekçilerin
çalışma ve yaşam koşullarında önemli iyileştirmeler yapmak zorunda
kalmışlardır. Safaei bu kapsamda gerçekleştirilen refah devleti veya sosyal
güvenlik ağı uygulamalarının, bir anlamda kapitalist sanayi toplumlarında
komünizm tehdidine karşı bir tür sosyopolitik aşı olarak hizmet
ettiğini ifade etmektedir (2014: 11).
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’den
Halk Sağlığı profesörü Gazanfer Aksakoğlu da geçtiğimiz yüzyılda İngiltere’de
kurulan Ulusal Sağlık Sistemi’nin, medeni İngilizlerin insan haklarına
duyduğu saygı veya insan hayatına verdikleri değer nedeniyle değil, İngiliz
“işçilerinin SSCB emekçilerini örnek alarak ayaklanmasını önlemeye dayalı genel
stratejisi çerçevesinde, temel ilke olarak herkese eşit ve parasız sağlık
hizmetini, yerinde sunmayı” kararlaştırmasıyla, “ülkede yaşayan tüm bireylere
tam olarak parasız hizmet sağlamak üzere 1948’de devreye” girmiştir (Aksakoğlu
ve Giray, 2006: 335).
Refah politikaları ile eşgüdüm
içindeki sermaye birikimi, 30 yıl kadar süren göreli uzun bir ekonomik gönenç
yaratmıştır. Kapitalizmin altın çağı olarak adlandırılan bu dönemde sanayileşmiş ülkelerde yaşayan
insanların ezici çoğunluğunun gelirleri ve yaşam standartları önemli ölçüde
iyileşmiştir. Bu süreçte sanayi ülkelerinde politik dengelerin değişmesi ve
emekçiler arasında radikal eğilimlerin zayıflaması, bu ülkelerin egemen
sınıfları arasında sosyopolitik aşının devamına gerek olup olmadığı
tartışmalarını başlatmıştır.
Bu dönemde petrol fiyatlarında
tırmanışla kendisini gösteren arz şoklarının da etkisiyle, o güne kadar
ekonomik istikrar ve gönenci sürdürmekte oldukça başarılı olan Keynesçi politikalar
sorgulanmaya başlamıştır. Bu ortamda bırakınız yapsınlar ekonomisinin
hortlamasıyla serbest piyasacı kapitalizm yanlıları, İngiltere’de Thatcherizm
ve ABD’de Reaganomi ile şahlanmışlardır (Safaei, 2014: 11 – 12).
Mooney’e göre Keynesçiliğin sonunu,
1970’li yılların ortalarında kapitalizmin Washington
Uzlaşısı ile yeni bir aşamaya evrilmesiyle ortaya çıkan neoliberalizm
getirmiştir. Neoliberalizm, kapitalizmin eski aşamalarıyla kıyaslandığında,
devletin artan biçimde şirketleşmesidir (2014: 65 – 66).
Neoliberal politikalar neler vaat etti?
Neoliberal düşünce üç sacayağı
üzerinde oturuyordu:
·
Devletin ekonomik ve sosyal yaşama müdahalesi azaltılması,
·
Piyasanın yaratıcı enerjisini özgürleştirmek için emek ve
finans pazarları serbestleştirilmesi,
·
Emek, sermaye, mal ve hizmetlerin hareketi önündeki bütün
engeller kaldırılarak, ticaret ve yatırımın önü açılması.
Bu şekilde zenginlik ve refah
artacak, bundan “herkes” yararlanacaktı: kazan – kazan durumu. Kanıt için
geometri kullanılıyordu: pasta büyüyünce, herkesin pastadan aldığı pay da
büyüyecekti. Her şey bu kadar açık ve basitti.
Bu politikaların sağlık sektörüne
yansıması şöyle gerçekleşti:
- Toplumun sağlığında
kamusal sorumluluk azaltıldı
- Sağlık hizmeti pazarının
genişletildi
- Devlet tarafından finanse
edilen ulusal sağlık hizmetleri, sigortaya dayalı sağlık hizmetlerine
dönüştürüldü
- Tıbbi hizmetler
özelleştirildi
- Hastalar müşterileştirildi
ve sağlıkta planlamanın piyasaya bırakıldı
- Bireyler kendi
sağlıklarından sorumlu kılındı
- Sağlığın teşviki bireylerin
davranışlarının değiştirilmesine indirgendi
Sonuçta hemen dünyanın her yerinde
sağlık hizmetleri özelleştirildi; vergi muafiyetlerinden, vergi indirimlerine
kadar çeşitli mali politikalarla palazlandırılan özel sigorta şirketlerinin
sağlık sektöründeki rolü arttırıldı; kamusal hizmetlere katkı ve katılım
payları ile kullanıcı ücretleri getirilerek piyasa mekanizmalarına ayak
uydurmaları sağlandı.
Bu süreçte dikkat çeken bir olgu da
biyomedikal ve genetik alanlarında yatırımların (hem kamuda, hem de özelde)
arttırılarak, tıbbi teknoloji ve ilaç sektörünün güçlendirilmesi oldu. Bu alana
yapılan yatırımların vergilerle desteklenmesi, bir başka deyişle toplumun
kaynaklarının tıbbi – sanayi komplekse aktarılması, bu alanlarda elde edilecek
başarılarla sağlık sorunlarının çözüleceği şeklindeki ondokuzuncu yüzyıldan
kalma “sihirli mermi” inancına dayanan biyomedikal yaklaşımla meşrulaştırıldı.
İnsanlar tıbbi – sanayi kompleksin geliştireceği yeni teknolojiler ve ilaçlarla
veya gen mühendisliğinin başarılarıyla sağlık sorunlarından kurtulacaklarına ve
sağlıklı, uzun bir ömür yaşayacaklarına inandılar.
30 yıl sonra
Açıkçası neoliberal kehanet 30 yıl
içinde bir yönüyle büyük ölçüde gerçekleşti ve zenginlik küresel ölçekte
inanılmaz boyutlarda arttı. Kehanetin tek kusuru “pasta” metaforuydu. Pasta
gerçekten çok büyüdü, fakat pastadan “herkesin” aldığı pay artmadı, yalnızca
bir kesimin payı büyüdü. Hem de diğerlerinin payları aleyhine.
Bütün neoliberal politikalardan
toplumların sermaye sınıfları, işçi sınıflarının aleyhine; dünyanın emperyalist
güçleri, bağımlı ve geri bıraktırılmış ülkeler aleyhine büyük kazanımlar elde
ettiler. Geçen 30 yıl boyunca sınıf ve emperyalizm gibi kavramlar da
buharlaştığından, bu gelişmeler “yeni” kavramlarla açıklanmaya çalışıldı:
zengin ve yoksul.
Egemen sınıflar ve ezilen sınıflar
yerine zenginler ve yoksullar, emperyalist ülkeler ve sömürülen ülkeler yerine
yine zengin (gelişmiş) ülkeler ve yoksul (gelişmekte olan) ülkeler kavramları
benimsendi. Kuşkusuz toplumlar ve dünya yalnız zenginler ve yoksullardan ibaret
değildi, arada “orta halliler” de vardı. Bunun için ülkeler içinde “orta
sınıflar” ve küresel ölçekte “orta gelirli” ülkeler kavramları öne çıkartıldı.
Böylece yoksulluk daha kolay gizlenebilecekti: toplumun yüzde 1’ini oluşturan
egemen sınıflarla, yüzde 99’unu oluşturan emekçi sınıflar yerine, toplumun en
zengin yüzde 20’lik dilimiyle, en yoksul yüzde 20’lik dilimini kıyaslamak daha
ferahlatıcıydı. Böylece geri kalan yüzde 60’ın haline şükretmesi
sağlanabiliyordu. Kuşkusuz küresel ölçekte de bu yöntem aynı etkiyi
uyandırıyordu.
Sınıf, sınıf, yine sınıf
Ne kadar sözcük oyunu yapılırsa
yapılsın, toplumlar veya ülkeler hangi dilimlere bölünerek sıralanırsa
sıralansın, gerçek güç kategorisinin sınıf kategorisi olduğunun üzerini
örtebilmek mümkün değildir. Zengin ve yoksul kategorileri, toplumsal gerçekliği
açıklayamaz.
Neoliberal ideoloji, egemen
sınıfların ideolojisidir. Yalnızca dünyaya egemen olan emperyalist güçlerin
değil, aynı zamanda dünyanın en yoksul ülkelerinde yaşayan egemen sınıfların da
ideolojisidir. Neoliberal politikaların sonuçlarından yalnız emperyalist
ülkelerin egemen sınıfları değil, dünyanın en yoksul ülkelerinin egemen
sınıfları da büyük ölçüde kazanç elde etmişlerdir. Bu gerçeğin üzeri de, Kuzey
ve Güney kavramlarıyla örtülmeye çalışılmaktadır.
Şüphesiz Brezilya’nın en yoksul
insanları, Fransa’nın en yoksul insanlarından çok daha yoksuldur, fakat
Brezilya’nın en zengin insanları, Fransa’nın en zengin insanlarından daha
yoksul değildir. Hatta Doğu Baltimorlu bir niteliksiz işçinin doğuştan yaşam
beklentisi, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri sayılan Bangladeş’in ortalama
yaşam beklentisinin altındadır (Navarro, 2009: 8).
Söz Bangladeş’ten açılmışken, bu
ülkenin yoksul insanlarının dünyanın en yoksul insanları olmalarına karşın,
Bangladeş’in aslında sanıldığı gibi yoksul bir ülke olmadığını belirtelim. New
York Times’da yayınlanan bir makalede, toprakların üçte ikisine sahip olan ve
Bangladeş nüfusunun yüzde 16’sını oluşturan zengin Bangladeşlilerin, gelişmiş
batılı ülkelerin zenginleri kadar zengin olduğu anlatılmaktadır. Bangladeş’te
üretilen tarım ürünleri dünya pazarlarına dağılırken, dünyanın Bangladeşli yoksullar
için gönderdiği gıda yardımlarının çok büyük bir bölümü devlet tarafından
askerlere, polislere ve şehirlerdeki orta sınıflara sus payı olarak
sübvansiyonlu fiyatlarla satılmaktadır (Navarro, 2009: 9).
Sağlıkta durum daha da dramatiktir. Dünya
Sağlık Örgütü – Sağlığın Toplumsal Belirleyicileri Komisyonu’nun raporuna göre
günümüzde Sierra Leone’da doğan bir kız çocuğu, bir mucize olup İsveç’te doğmuş
olsaydı, 43 yıl daha uzun yaşama şansına sahip olacaktı. Böyle bir
adaletsizliği ne matematik, ne biyoloji, ne de teolojiyle açıklamak mümkündür.
Bunu yalnızca sınıfsal bir analiz açıklayabilir. Sermaye emekçilerin yalnızca
emekgücüne, emeğinin ürününe değil, bizzat kanına ve canına da el koymaktadır.
Bunu hem küresel, hem de ulusal ölçekte yapmaktadır. Örneğin İngiltere’nin
Glaskow kentinde yaşayan bir niteliksiz emekçi, İskoçya’nın en yüksek yüzde
20’lik gelir dilimine sahip insanlardan tam 28 yıl daha kısa bir yaşam
sürebilmektedir.
Yoksulluğun sağlık üzerine olumsuz
etkileri çok uzun zamandır bilinmektedir. Johann Peter Frank 1790 yılında
yoksulluğu hastalıkların anası olarak tanımlamıştır (Akalın, 2013: 27).
Günümüzde bu durum sayısız araştırmayla belgelenmiştir. Ancak Mooney’e göre
yoksul olmak kötüdür, fakat eşitsiz bir toplumda yoksul olmak daha kötüdür
(2014: 67). Nitekim Küba’da insanlar, dünyanın birçok ülkesindeki insanlardan
çok daha yoksul olmalarına karşın, Küba’daki eşitlikçi toplumsal düzen,
yoksulluğun sağlık üzerine olumsuz etkilerini ortadan kaldırmayı
başarabilmiştir. Oysa dünyanın en zengin ülkelerindeki yoksul insanların
durumu, Kübalıların durumuyla kıyaslanamayacak kadar kötüdür.
Sağlıktaki eşitsizlikler, sadece
meslek, gelir veya eğitim düzeyindeki eşitsizliklerle, toplumsal cinsiyet veya
etnik dezavantajlarla, sağlık hizmetlerine erişim bakımından eşitsizliklerle
açıklanamaz. Sağlıkta eşitsizlikler, özünde sınıfsal eşitsizliklerdir.
O halde sağlıkta eşitsizlikler, ancak sınıfsal eşitsizlikler ortadan
kaldırılarak giderilebilir.
Akif Akalın
Kaynaklar
Akalın, MA. (2013). Toplumcu Tıbba Giriş. İstanbul:
Yazılama.
Aksakoğlu, G. ve Giray, H. (2006).
Birleşik Krallık’ta Ulusal Sağlık Hizmetinin Öyküsü. Toplum ve Hekim, 21: 335 –
343.
Mooney, G. (2014). Ulusların Sağlığı: Yeni Bir Ekonomi Politiğe
Doğru. (Çev. Cem Terzi). İstanbul: Yordam.
Navarro, V. (2009). What
we mean by social determinants of health?. Global Health Promotion,16(1): 5 – 16.
Safaei, J. (2014). Social policy as social vaccine. Social Medicine, 8(1): 11 –
22.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder