İngiliz hekimler, İngiltere tarihinde
bugüne kadar görülmedik yaygınlıkta bir grev dalgası başlattılar. İngiliz
Tabipler Birliği (British Medical Association) ve Genç Hekimler (Junior Doctors)
tarafından örgütlenen grev, aynı zamanda İngiltere’de bir işkolunda, bu
işkolunun “tamamını” kapsayan ilk grevdir.
BU GREV BİZİM BİLDİĞİMİZ “GREVLERDEN” DEĞİL
İngiliz hekimlerin grevi, Türkiye’de
son on yıllarda tanık olduğumuz “grevlerden” oldukça farklı. Türkiye’de sağlık
işkolunda örgütlenen “grevler” daha çok kamu sağlık kurumlarında çalışan
emekçilerin “bir bölümünün” iş bırakması biçiminde gerçekleşiyor ve sağlık
hizmetini “tamamen” durdurmuyor (kuşkusuz sağlıkçıların grevlerinde acil
hizmetler verilecektir, bundan bahsetmiyoruz). Greve katılmayan sağlıkçılar rutin
hizmetleri üretmeye devam ediyorlar. Bunun nedeni grevi örgütleyenlerin
işyerinde hizmet üretimini “gerçekten” durdurmak için bir tedbir almaması.
Grevi örgütleyenler kendilerini yalnızca grev ilan etmekle yükümlü
hissediyorlar. Greve isteyen katılıyor, istemeyen katılmıyor.
Diğer yandan bu ilginç “grev” tarzı
pek eleştirilmiyor ve sanki grev böyle bir eylemmiş gibi kabulleniliyor. Oysa
yaşadığımız coğrafyada sınıf mücadelesinin, dolayısıyla bu mücadelenin en
önemli araçlarından biri olan grevlerin yüz yılı aşkın bir tarihi vardır.
Tersane grevlerinden, DİSK’in 1970’li yıllarda yalnızca işyerlerinde üretimi
değil, en azından büyük şehirlerde “bütün” yaşamı durdurduğu grevlere uzanan
bir tarihe sahip olan Türkiye İşçi Sınıfı, grevin ne olduğunu ve “nasıl
yapılacağını” çok iyi bilmektedir. Ancak son on yıllarda sola ve işçi sınıfı
hareketine egemen olan “liberal” anlayış, her şeyin olduğu gibi grevin de içini
boşaltmayı başarmış, işçi sınıfının en etkili silahlarından biri olan grevi
sıradanlaştırmış ve değersizleştirmiştir.
İNGİLİZ HEKİMLER NEDEN GREVDE?
İngiltere’de hekimler, neoliberal
İngiliz hükumetinin kendilerine dayattığı yeni sözleşmeye karşı greve
çıkmıştır. Hükumet tarafından dayatılan yeni sözleşme, İngiliz Ulusal Sağlık
Hizmeti’nde (National Health Service – NHS) çalışan hekimlerin iş yüklerini
büyük ölçüde arttırırken, çalışma saatlerini uzatmakta, dolayısıyla dinlenme
zamanını kısaltmaktadır.
Hekimler çalışma saatlerinin
uzatılmasına, bu durumun sundukları hizmetin niteliğini olumsuz etkileyeceği
gerekçesiyle karşı çıkmaktadır. Hafta sonu tatilinin kaldırılması ve hekimlerin
haftada 7 gün, “gece – gündüz” çalışmaya zorlanması, hükumetin iddia ettiği
gibi “hafta sonu ölümlerini” azaltmayacak, aksine hekimlerin iş verimini ve
hizmetin niteliğini düşürerek, mesleki hataları arttıracaktır.
Öte yandan hükumetin hekimlere
haftada 7 gün çalışmayı dayatan yeni sözleşme için, “İngiltere’de mesai
saatleri dışında ve hafta tatillerinde ölümlerin daha yüksek olduğu” gerekçesi hiçbir bilimsel kanıta
dayanmamaktadır ve tamamen temelsizdir.
ASIL DERT BAŞKA
Aslında hükumetin Ulusal Sağlık
Hizmeti’nde mesai saatlerine ilişkin değişiklik önerisinin altında, hükumetin
sağlık hizmetlerini “özelleştirme” niyeti yatmaktadır.
İngiliz kapitalizminin İkinci
Paylaşım Savaşı sonrasında İngiltere’de emekçilerin sosyalizme yönelmelerini
engelleme planının bir parçası olarak, kapitalist düzen içinde de sağlık
sorunlarının çözülebileceği yanılsamasını yaratmak amacıyla uygulamaya koyduğu
sosyalleştirme uygulaması, reformların toplumsal eşitsizliklerin kaynağı olan
özel mülkiyete hitap etmemesi nedeniyle kısa sürede başarısızlığa uğramıştır.
Ulusal Sağlık Hizmeti’ne ilk kapsamlı
eleştirilerden biri Black Raporu’dur. Rapor, sağlık hizmetlerinin
sosyalleştirilmesinin ve herkese sağlık hizmetlerine eşit, ücretsiz erişim
sağlanmasının “kapitalizm” koşullarında sağlıkta eşitsizlikleri azaltmaya
hizmet etmediği kanıtlarıyla ortaya konmuştur. Yine J. T. Hart tarafından tanımlanan
“tersine hizmet yasasında”, kapitalist toplumda sağlık hizmetlerinden, bu
hizmetlere en az gereksinim duyanların en çok yararlandığı gösterilmiştir. Bu
nedenle sosyalist ülkelerde toplumun sağlığına önemli katkılarda bulunan
sosyalleştirme uygulaması, kapitalist toplumlarda sağlık sorunlarının çözümüne
hizmet edememektedir.
Sosyalleştirmenin başarısızlığı
sosyalistler tarafından sosyalleştirmenin yalnızca sağlıkla “sınırlı” kalması
ve yaşamın diğer alanlarına yaygınlaştırılmamasına, sorunların kaynağı olan
kapitalist üretim tarzına hitap etmemesine bağlanırken, sermaye
sosyalleştirmeyi devletin toplumsal ve ekonomik yaşama müdahalesi olarak görmüş
ve sosyalleştirmenin bu nedenle başarısız olduğunu iddia etmiştir. Buradan
hareketle sosyalistler bütün yaşamın sosyalleştirilmesini savunurken, sermaye
sosyalleştirmenin kaldırılarak sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve
piyasalaştırılması gerektiğini savunmuştur.
Sosyalizmin çözülmesi ve işçi sınıf
hareketinin gerilemesi, sermayenin sosyalleştirmeye karşı saldırılarını
arttırmasına zemin olmuş, sermaye İngiltere’de 1988’den itibaren Ulusal Sağlık Hizmeti’nde
“reform” talep etmeye başlamıştır. Sermaye sağlık sorunlarının sağlık
hizmetlerinin genel vergilerden finanse edilmesi ve devlet tarafından sunulmasından
kaynaklandığını öne sürerek, sağlıkta özel sektöre izin verilmesini talep
etmiştir. Bu talebini Ulusal Sağlık Hizmeti’nin devletten bağımsız, “özerk” bir
kurum haline getirilmesi talebi ardına gizlemiştir. Böylece Ulusal Sağlık Hizmeti,
özel sağlık sektörüyle “ortak” girişimlere girebilecek (kamu – özel ortaklığı)
ve sağlık hizmetlerinin niteliği iyileştirilebilecektir.
BUGÜNE NASIL GELİNDİ?
2005 yılında neoliberal politikacılar
Ulusal Sağlık Hizmeti’ni “doğrudan demokrasi” talebiyle “modernize etme” (daha
doğrusu özelleştirme) girişiminde bulunmuşlardır. Ulusal Sağlık Hizmeti’nin
yarım yüzyıldan uzun süredir “devlet tekelinde” bulunmasının ve “merkezi”
olarak yönetilmesinin “demokratik” olmadığını öne süren neoliberaller, Ulusal
Sağlık Hizmeti’ni “bozuk makine” olarak tanımlamışlardır.
Neobileraller bu girişimlerde
bulunurlarken, sürekli olarak Ulusal Sağlık Hizmeti’nin yetersizliklerini ve bu
yetersizlikler nedeniyle toplumun hoşnutsuzluğunu sömürmektedir. Benzer bir
filmi Türkiye’de de izlediğimiz (yaşadığımız) için, önce kamu kurumlarının
nasıl işlemez hale getirildiğini, sonra yeniden işletilebilmesi için
“özelleştirmenin” bir çözüm olarak sunulduğunu çok iyi biliyoruz.
İngiltere’de sağlık hizmetlerini
özelleştirme ve piyasalaştırma girişimlerinin son halkası 2012 yılında Sağlık
ve Sosyal Bakım Yasası’ndan, devletin kapsamlı ve evrensel sağlık bakımı sunma
yükümlülüğünün kaldırılmasıdır. Bu yükümlülük hafifletilerek yerel yönetimlere
devredilmiştir. Böylece yerel yönetimler sunulan sağlık hizmetlerinden
dilediklerini kaldırmak ve/veya bu hizmetleri ücretlendirmek yetkisiyle
donatılmışlardır.
Yasa aynı zamanda Ulusal Sağlık
Hizmeti’ni Avrupa Birliği’nin “rekabet yasalarına” açık hale getirmiş ve özel
sektörün yerel yönetimlere bırakılan hizmetlere talip olmasının önünü açmıştır.
Böylece “zarar eden” hastaneler özel sektöre satılabilecektir.
Daha sonra özelleştirme atakları
birbiri ardına gelmeye başlamıştır. Önce sağlık bakımı sisteminin “çok parçalı”
olduğu ileri sürülerek, tanımlanmış bir nüfusun bütün bakım gereksinimlerini
kapsayan tek bir sistem önerilmiştir. Böylece bütün bakım hizmetleri için
“hizmet sunucularla” tek bir sözleşme yapılabilecektir. Bu şekilde belli
alanlarda bakımın özendirilmesi için “bonus” ödemeler yapılabilecektir.
Sözleşmeler belli bir zaman dilimiyle sınırlı olacak ve hizmet sunucular
arasında “rekabet” özendirilecektir. Yani coğrafi bölgeler, sağlık hizmeti
alanları olarak özel şirketlere satılacaktır.
Sağlık bakımı ile sosyal bakımın
“bütünleştirilmesi” ve bütün yetkilerin “yerel” yönetime devri için Manchester
pilot bölge seçilmiştir. Böylece İngiltere’nin bir bölgesinde devletin sağlık
alanında üstlendiği bütün yükümlülükler, özel “bir” şirkete devredilmektedir.
Diğer bir deyişle neoliberallerin itiraz ettiği “devlet tekeli”, yerini “özel
tekele” bırakmaktadır. Oysa neoliberaller sağlık sorununun Ulusal Sağlık Hizmeti’nin
“rekabete kapalı bir tekel” olmasından kaynaklandığını ileri sürmekteydi. Şimdi
ise “özel tekelin” sorunları çözeceğini vaat etmektedir.
Bugün genç hekimlere dayatılan yeni
sözleşme, yukarıda özetlenen sağlık hizmetlerini özelleştirme ve piyasalaştırma
girişimlerinin son halkasıdır. Yıllardır yetersiz finanse edilen Ulusal Sağlık
Hizmeti yurttaşlara hizmet sunamaz hale getirilmiş, tepeden yeniden
yapılandırmalarla örgütsel yapısı mahvedilmiş, özel mali inisiyatiflerle sakat
bırakılmıştır. Dünyanın en büyük beşinci işvereni olan Ulusal Sağlık Hizmeti,
30 yıllık bir süreçte adım adım çökertilmiştir. Aynı Türkiye’de SSK’nın ve
Sağlık Bakanlığı’nın çökertildiği gibi.
Yine ironik gelişmelerden biri, bütün
bu girişimlerin sağlık hizmetlerinin hızla yükselen maliyetlerini azaltmak,
yurttaşlara daha ucuza, daha nitelikli hizmet sunabilmek adına yapılıyor
oluşudur. Oysa 2016 yılında The Guardian gazetesi Sağlık Bakanlığı’nın bir
taslak raporunu ele geçirmiş ve önerilen yeni sözleşmenin yılda “ilave” 900
milyon sterline ve 11 bin yeni personele mal olacağını yayınlamıştır. Dahası
Bakanlık raporda hafta sonları sağlık kurumlarında konsültan hekim bulundurmanın
ve tanı testleri yapılabilmesinin mortaliteyi azaltmaya ve hastanede kalma
süresini kısaltmaya katkıda bulunacağına ilişkin “kanıt” olmadığını da kabul
etmektedir. O halde bu girişimin motivasyonu “ekonomik” değil, tamamen
“ideolojiktir”. Yeni sistem İngilizlere eskisinden daha pahalıya mal olacak,
sağlıklarına bir katkı sağlamayacak, fakat bunlara karşılık hizmetler devlet
yerine özel sektör tarafından sunulacaktır. Diğer bir deyişle Nasrettin hoca
gibi yumurtalar boyanarak satılıp, “boyadan” kar edilecektir.
LİBERAL (KİMLİKÇİ) SOLUN İHANETİ
Bunların hepsi 1980’lerden beri tanık
olduğumuz “şok tedaviler” olarak tanımlanmaktadır. Önce kamu hizmetleri
çökertilir ve istikrarsızlaştırılır, bütün toplumun bu hizmetlerden yaka
silkmesi sağlanır, daha sonra sorunlara çözümün tek çaresi olarak
“özelleştirme” sunulur. Ardından özel sektörün akbabaları gelir ve çökertilen
kamusal hizmetten arta kalan etleri ve kemikleri toplarlar.
Fakat aslı sorun bu tezgahın dünyanın
her yerinde “aynı” şekilde sahneye konması değildir. Sorun dünyada ilk kez
Şili’de sahneye konan bu oyunun ancak askeri bir darbeyle oynanabilmesine
karşın, günümüzde sermayenin askeri darbelere gereksinim kalmadan oyununu rahatça
sahneleyebilmesidir. Hem de toplumun “rızasını” alarak.
Bunda (toplumun rızasını üretmekte) sol
içindeki “liberallerin” ihanetinin çok büyük rolü vardır. Sosyalizmin çözülmesinden
sonra toplumsal muhalefet eksenini “sınıf” ekseninden çıkartan liberal sol,
toplumsal mücadeleyi “kimlik sorunlarına” kilitleyerek sermayeye “alan
açmıştır”. Sermayenin özelleştirme hamlelerinin “sınıfsal” ve “ideolojik”
içeriğini gizlemesine yardımcı olan liberal sol, Syrizacılık ve Podemosçuluk
gibi akımlarla işçi sınıfının ve toplumun muhalefetini “düzen” sınırlarına
hapsederek, sermayenin planlarını askeri – faşist darbelere “gerek” kalmadan
uygulayabilmesine hizmet etmiştir.
Bu bağlamda günümüzdeki liberal solun
ihaneti, İkinci Enternasyonal içinde savaş bütçelerini onaylayan sosyal
demokratların ihanetine çok benzemektedir. Ancak nasıl İkinci Enternasyonal
devrimciler tarafından tarihin çöplüğüne atılarak yerini Komünist
Enternasyonal’e bıraktıysa, Syrizacılar, Podemosçular ve diğer liberal kimlik
solcuları da bu çöplükteki yerlerini alacaklardır. İngiltere’deki grev bunun
müjdecilerinden biridir.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder