Cedalia sıkılmaya başlamıştı. İçinden
“artık şu evlerden birini seçse de, işimize baksak” diye geçiriyordu. Aslında
Pedro’nun da daha fazla dolaşacak gücü kalmamıştı. Henüz Atlantik okyanusu
üzerinde neredeyse yirmi dört saati bulan uçuşun yorgunluğunu da üzerinden
atamamıştı.
Sonunda Havana’nın on iki kilometre
kadar batısında bulunan Atabey mahallesindeki 149 numaralı eve bir kez daha
baktı. Bu ev gezdikleri evler arasında en uygun olanı gibi duruyordu. 180
metrekare kullanım alanı vardı. Havana’nın merkezine de çok yakındı. Sonunda
yanındaki genç mimara dönerek, “burası olsun” dedi.
Şimdi sıra mimar Cedalia
Cabrera’daydı. En kısa sürede bu evi kullanışlı bir laboratuvara dönüştürmesi
gerekiyordu. Doktor Pedro López Saura nasıl bir şey istediklerini ana
hatlarıyla anlatmıştı. Bir zamanlar Avrupa kökenli Kübalı burjuvaların oturduğu
ve devrimden beri boş ve bakımsız bekleyen bu villa, artık bilime hizmet
edecekti.
Pedro, meslektaşları Ángel, Victoria
ve Silvio’yu eve çağırdı. Bir masanın başına toplanıp, neler yapacaklarını
planlamaya başladılar. Akşam üzeri saat 4 ya da 5 gibi Fidel de 149 numaralı
eve geldi. Selamlaştılar. Pedro, 36 yıl sonra o günü şöyle anlatacaktı:
“Görüşmemizde Fidel’in bize sorduğu
kilit soru, Cantell gibi interferon üretip, üretemeyeceğimizdi. Birbirimize
baktık ve hiçbirimiz ikirciklenmeden evet yanıtı verdik. Diğer önemli soru,
günde kaç saat çalışmayı planladığımızdı. Yanıtımız açıktı: ne kadar gerekirse.
Sonra detaylara geçildi. Fidel bize yandaki 150 numaralı evi de, dinlenme,
yemek mekanı ve ofis olarak kullanmamız için verdi”.
Böylece altı genç bilim insanının 149
numaralı evdeki 42 gün sürecek macerası başladı. Bu 42 günlük maratonda yalnızca
Küba’nın değil, dünyanın kaderini değiştirecek bir rekor kırılacak, tarihi
boyunca sömürgeciler tarafından iliği sömürülmüş bir üçüncü dünya ülkesi, artık
dünya devleriyle başa güreşecekti.
DÖRT AY ÖNCE
1980 Kasım’ıydı. Fidel Castro,
Amerikalı politikacı George Thomas "Mickey" Leland’ın, Texas’lı ünlü bir
hekimle birlikte Havana’da olduğunu duyunca, konuklarla görüşmek istemişti.
Demokrat Parti’nin Temsilciler
Meclisi üyesi Leland, öğrencilik yıllarından beri yoksulluk karşıtı eylemler
içinde sivrilmiş bir politikacıydı. Eczacılık fakültesini bitirdikten sonra
yoksul mahallelerde kapı – kapı dolaşarak, insanlara sağlık alanındaki
yurttaşlık haklarını anlatmış, yoksul Afro-Amerikalıların desteğiyle Texas’tan
Temsilciler Meclisi’ne girmişti.
Dr. Randolph Lee Clark ise uzun
yıllar Houston’da MD Anderson Hastanesi’nin başhekimliğini yapmış, burada
ABD’nin ilk Kanser Enstitüsü’nü kurmuştu. Kanser konusunda Başkan Nixon’a da
danışmanlık yapmıştı. Şimdi enstitünün başkanlığını yürütüyordu.
Bir araya geldiklerinde Fidel
konuklarına Küba’nın 1959 yılından beri sağlık alanında gösterdiği çabaları
anlattı. Küba’da herkese ücretsiz sağlık bakımı sağlandığını ve Küba’nın bilime
ve tıbba çok önem verdiğini söyledi.
O yıllarda Küba nüfusunun yaşlanmaya
başlamasıyla birlikte kanser vakaları artmaya başlamıştı. Kanser mücadelesine
ilgi duyan Fidel, Clark’a ABD’de kanser mücadelesinin ne durumda olduğunu
sordu. Profesör Clark, Fidel’e kanser mücadelesinde umut veren yeni bir ilaç
(interferon) olduğunu ve kendilerinin bu ilaç üzerinde çalıştıklarını söyledi.
Fidel ilgi gösterince ayrıntılara
giren Clark, ilacın Finlandiya’da geliştirildiğini, kendisinin de 1979 yılında
Helsinki’ye giderek Kari Cantell’in laboratuvarını ziyaret ettiğini söyledi. Houston’daki
merkezlerinde ilacın hastalığa yönelik araştırmalarda kullanıldığını anlattı.
Bunun üzerine Fidel, MD Anderson
hastanesiyle interferon konusunda bilgi paylaşımının olanaklı olup olmadığını
sordu. Clark, eğer hastanesine bir uzman gönderirse, yardımcı olabileceğini
söyledi. Leland da bunun gerçekleşmesi için elinden geleni yapacağına söz
verdi.
TEXAS’TA İKİ KÜBALI
Fidel’in Leland ve Clark’la bu
görüşmesinden sonra, uzmanlar Houston’a gönderilmek üzere iki aday aramaya
başladılar. Fidel işi sağlama bağlamak için bir değil, iki uzmanın
gönderilmesini istemişti. O yıllarda Küba’da biyoteknoloji alanında uzmanlaşmış
bir bilim insanı yoktu.
Konuyla ilgili uzmanların görüşü
alındıktan sonra, Houston’a gönderilecek ekipte, Havana’da İçişleri
Bakanlığı’na bağlı klinikte hematoloji uzmanı olarak görev yapan Dr. Manuel
Limonta Vidal’in olmasına karar verildi.
Manuel Limonta Vidal 1943 yılında
Santiago de Cuba’da doğmuştu. Tıp fakültesini bitirdikten sonra Küba’nın tıbbi
enternasyonalizm programı çerçevesinde Tanzanya’nın Targa bölgesinde görev
almış, Küba’ya döndükten sonra dahiliye alanında uzmanlık eğitimi almıştı.
İmmünolojiyle ilgilenen Manuel, daha sonra hematoloji alanında uzmanlaşmıştı.
Manuel 1980 yılının Aralık ayında
görev için seçildiğini öğrendiğinde çok şaşırdı. Fakat Fidel’in kendisini
Devrim Sarayı’nda görüşmek için beklediği söylenince şaşkınlığı daha da arttı.
Fidel görüşmede Vidal’e, Küba’nın interferonu elde etme kararlılığından söz
etti ve Vidal’in yapacağı ziyaretin ilerideki çalışmalar için çok önemli
olacağını söyledi.
Vidal, Castro’nun gönlünde kanser
tedavisi için bir ilaç geliştirilmesi arzusunun ötesinde çok daha büyük bir
proje yattığını anlamıştı: Kübalı araştırmacılar için yeni bir ufuk açmak.
Castro kanser tedavisinde umut olabilecek bir ilacın araştırılması sürecinin,
ülkede araştırmacılar için yeni bir çalışma dinamiği yaratacağını ve Küba’nın
bu yoldan teknolojik atılımda yeni bir yola gireceğini umuyordu.
Manuel, Fidel ile görüştükten üç gün
sonra, Houston’a, İçişleri Bakanlığı kliniğinde mesai arkadaşı olan biyokimya
uzmanı Dr. Victoria Ramírez Albajés ile birlikte gideceklerini öğrendi. Hazırlıklarını
tamamlayan iki genç bilim insanı, 14 Ocak 1981’de Houston’a (Texas) uçtular.
Kübalı hekimler Houston’da
geçirdikleri bir hafta boyunca kanser merkezindeki bütün sağlık bakımı ve
araştırma departmanlarını ziyaret ettiler, interferonla yapılan çalışmaları
incelediler. Ülkelerinde kullanmak için hastaneden birkaç ampul interferon
almak istediler, ancak hastanede çok sınırlı sayıda bulunduğundan alamadılar.
Manuel ve Victoria Küba’ya döner
dönmez Fidel ile bir toplantı yaptılar. Fidel’e Houston’da interferonun kanser
tedavisinde kullanımı için ciddi bir çalışma yürütüldüğünü anlattılar, fakat
interferon elde etmek isteniyorsa, Finlandiya’ya, Helsinki’deki profesör Kari
Cantell’in laboratuvarına gidilerek, eğitim alınması gerekiyordu. Ancak bu
şekilde insan lökositlerinden nasıl interferon elde edildiğini öğrenebileceklerdi.
İNTERFERON
İnterferonlar bağışıklık sistemi
hücreleri tarafından bakteri, virüs, parazit ve tümör hücrelerine karşı yanıt
olarak üretilen doğal proteinlerdi. İlk kez 1950’li yılların ikinci yarısında
keşfedilen interferon, antiviral, bağışıklık sistemini düzenleyici ve hücre
çoğalmasını baskılayıcı işlevleriyle dikkat çekmişti.
İnterferonun özellikle kanser
tedavisinde kullanılma potansiyeli, bu maddenin elde edilmesine yönelik
çalışmaları kamçılamış fakat denemeler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. İnterferonu
ilk kez Helsinki’de Ulusal Sağlık Enstitüsü’nden Kari Cantell, 15 yıllık bir
uğraşın sonunda, 1972 yılında elde etmeyi başarmıştı. Daha sonra seri üretime
geçilince, ABD, Sovyetler Birliği, İsveç, Fransa ve Finlandiya gibi ülkelerin
tıp dergilerinde interferon üzerine makaleler çıkmaya başlamıştı.
Kari Cantell, kapitalizmin (burjuva
ideolojisinin) henüz en temel insani değerleri tamamen yok edemediği, para
kazanmayı yaşamın tek amacına ve parayı en yüce değere dönüştüremediği bir
çağın son temsilcilerinden biriydi. Yöntemi için patent talep etse, akıl almaz
paralar kazanabileceğini biliyor, fakat yöntemini isteyen “herkesle” paylaşıyordu.
Oysa herkes gibi onun da paraya ihtiyacı vardı ve ancak 53 yaşından sonra
doğduğu kentte bir “yazlık” ev yaptırabilmişti. Bugün inanmak gerçekten çok güç
fakat 1980’lerde kapitalist ülkelerde de insani değerlerini korumayı başarabilen
aydınlar vardı.
CANTELL’İN LABORATUVARINDA
Fidel genç akademisyenlerle
görüştükten sonra, hekimi profesör Eugenio Selman’dan, Cantell ile ilişki
kurmasını ve eğer kabul edilirse, Helsinki’ye interferonun nasıl elde
edildiğini öğrenmek için bir ekip gönderilmesini örgütlemesini istedi.
Birkaç gün sonra Küba’nın Finlandiya
büyükelçisi Carlos Alonso Moreno ile Kübalı bir akademisyen, Kari Cantell’in
odasındaydı. Cantell o günü şöyle anımsıyor:
“1981 başında Küba’nın Finlandiya
büyükelçisi ve bir Kübalı profesör laboratuvarımı ziyaret ederek interferon
hakkında birçok soru sordular. Açıkçası konu onları çok ilgilendiriyordu ve
beni dikkatle dinledikten sonra, lökosit interferonun nasıl üretildiğini ve
saflaştırıldığını öğrenmek üzere Küba’dan bir ziyaretçi ekibi kabul edip,
edemeyeceğimi sordular. Çok meşguldük ve ancak sınırlı sayıda ziyaretçiyi 1
hafta için kabul edebileceğimi söyledim. Açıkçası bu ziyaretin tam bir zaman
kaybı olacağını düşünüyordum fakat ‘açık kapı politikamızı’ boşlamak
istemedim”.
Haberi alan Selman, Texas’a giden iki
bilim insanıyla birlikte Helsinki’ye gidecek bilim insanlarını belirledi. Ekibe
Küba Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi’nden (CENIC) dört hekim daha katılacaktı:
Ángel Aguilera Rodríguez, Pedro Antonio López Saura, Eduardo Pentón Arias ve
Silvio Barcelona Hernández.
Pedro, 26 Eylül 1947’de Havana’da doğmuştu.
1961 yılında henüz lise öğrenimini sürdürürken, Küba devriminin ülke çapında
yürüttüğü okuma – yazma öğretme kampanyasına öğretici olarak katılmıştı. 1963
yılında girdiği tıp fakültesini 1969’da bitirmiş, biyokimya alanında 1973’de yüksek
lisansını, 1978’de doktorasını tamamlamıştı. 1979’da CENIC’de Biyokimya
departmanının başına getirilmiş olan Pedro görev için hazırdı.
Silvio üniversitede viroloji uzmanı
olarak çalışıyordu. CENIC’e biyolojik bilimler üzerine doktorasını tamamlamak
için gelmişti. Doktorasını bitirdikten sonra fakültesine öğretim üyesi olarak
geri dönmek ve kariyerine devam etmek istiyordu. Silvio gibi bir viroloji
uzmanı olan Ángel’in kafası karışıktı. Tıp fakültesinden sonra temel bilimlere
yönelmiş olmasına rağmen, CENIC’den ayrılıp jinekoloji uzmanlık eğitimine
başlamayı planlıyordu. Proje, Silvio gibi Ángel’in de yaşamını değiştirdi.
Ekibin son üyesi Eduardo 5 Nisan
1945’de Havana’da doğmuştu. Aslında mimar olmak istiyordu, fakat tıp bir aile
geleneği olduğundan hekimliği seçmişti. Zamanla tıbbı da sevdi, özellikle
araştırmacılığı. 1969’da Havana Tıp
Fakültesini bitirdikten sonra, 1974’de biyokimya yüksek lisans eğitimini tamamlamış,
1977’de doktorasını almıştı. Göreve seçildiğinde CENIC’de İmmünoloji
departmanının yöneticiliğini yapıyordu.
Ekiple 1981 Mart’ı içinde göreve
ilişkin birkaç toplantı yapıldı. Toplantılarda yalnızca bilimsel konular değil,
Finlandiya’nın soğuk iklimi de konuşuldu. Hayatlarında hiç kar görmemiş
Kübalıların, Helsinki’ye uygun giysilere gereksinimi vardı. 28 Mart’a kadar
bütün hazırlıklar tamamlandı ve ekip 24 saatlik bir uçak yolculuğuyla
Helsinki’ye ulaştı. Başkent’teki Hotel Presidente’ye yerleştiklerinde şehir
karlarla kaplıydı.
Geçtiğimiz yıl yaşama gözlerini yuman
Dr. Pedro López Saura, o günlere ilişkin anılarını şöyle anlatıyordu:
“30 Mart Pazartesi sabahı saat
sekizde Kari Cantell’in odasına girdik. Daha sonra hemen laboratuvara gittik.
Gruplara ayrıldık. Virologlar Ángel ve Silvio, interferon indüksiyon işlemi ve
titrasyonunu izlemeye gittiler. Biyokimyacılar Victoria, Eduardo ve ben
arıtmayı izlemeye gittik. Hematoloji uzmanı Limonta da her iki gruba katılıyor,
ayrıca ekibin liderliğini yapıyordu”.
“Cantell’in bizim interferonları
çalmak için oraya gittiğimizden korkarak ürünlerin saklandığı bütün dolapların
kilitlenmesini emrettiğini biliyorduk. Cantell de bunu daha sonra anılarında
itiraf etti. Yine anılarında ziyaretimizin bir zaman kaybı olduğundan emin
olduğunu, çünkü Küba’da bu ürünü elde etmeyi başaramayacağımızı düşündüğünü de
anlatıyordu. Hafta içinde bu güvensizlik dağıldı ve saygılarını kazandık”.
Projedeki tek kadın bilim insanı olan
Victoria da o günleri şöyle anlatıyordu: “8, 12 ve 15 yaşlarındaki üç çocuğumu, yine
bir araştırmacı olan eşimle Küba’da bıraktığım için kaygılı olmama rağmen Finlandiya’da
kendimi iyi hissettim. Çünkü yararlı bir iş yapıyorduk. Benim gibi bütün ekip,
hemen sonuç almak gerektiğini anlamıştı ve görevi yerine getirebilecek bir ekip
olduğumuzu düşündükleri için gurur duyuyorduk. Finlandiya’daki çalışma iyi
yapılandırılmıştı. Bize sürecin bütün adımlarını ve aşamalarını
gerçekleştirmeyi öğrettiler, fakat işleri onların uzmanları yapıyor, biz onlara
eşlik ediyor ve gözlemliyorduk”.
Eduardo bu konuyu çok dert etmiyordu.
“Aslında Finlandiya’da işlemlere elimizi sürmek zorunda değildik, çünkü zaten
tekniği özümsemek için gerekli bilgiye sahiptik” demişti.
Ekibe işlemi öğrenmek için Helsinki’de
bir buçuk hafta kalmak yetmişti. Ángel, Silvio, Victoria ve Pedro, Küba elçiliğinin
de desteğiyle Helsinki’deki işlerini tamamladıktan sonra, 10 Nisan’da Küba’ya
uçtu ve 11 Nisan’da sabahın erken saatlerinde Havana’ya ulaştılar. Eduardo ve
Manuel, interferon üretmek için gerekli donanımı satın almak için bir süre daha
Helsinki’de kaldılar.
Yıllar sonra emekli olduğunda anılarını
kaleme alan Cantell, anılarında o günlere ilişkin şu notları düşmüş:
“30 Mart Pazartesi günü dahiliye
uzmanı Manuel Limonta liderliğinde 6 kişilik bir virolog, immünolog ve
biyokimyacı ekip laboratuvarıma geldi. Çok yorgun ve jet-lag yaşıyor olmalarına
rağmen hemen çalışmaya başladılar. Süreçleri izlediler ve notlar aldılar”.
“Küba Büyükelçisi, eşim Aila ve beni
Rom ve Küba danslarının izlediği bir akşam yemeğine davet etti. Yemekte bana
Fidel Castro’nun selamlarını ve interferon talebini iletince şüphelenmeye
başladım. Bunun ardında ne vardı? Castro veya bir yakını kansere mi
yakalanmıştı, interferona ilginin nedeni bu muydu? Laboratuvardaki içinde
interferon bulunan bütün soğutucuları kilitlemeye karar verdim. Sonra bunun
aşırı bir tepki olduğunu düşündüm”.
42 GÜNLÜK MARATON
Maratonun tarihi 2.500 yıl önce
Atinalıların Perslere karşı kazandığı zaferi, Attika’daki Maraton’dan Atina’ya
kadar “42 kilometre” koşarak gelip haber veren Yunanlı askere uzanır. 2.500 yıl
sonra dünyanın tam öbür ucunda Kübalı bilim insanları, bu kez 42 gün sürecek
bir bilim maratonuna çıkmıştır.
Cedalia’nın olağanüstü gayretleriyle
149 numaralı ev kısa zamanda bilim insanlarının istediği gibi küçük bir
laboratuvara dönüştürülmüştü. İşi bütün hafta gece gündüz çalışarak
tamamlamışlardı. İnterferon üretmek için ülkenin farklı eyaletlerindeki kan
bankalarından lökosit teminini sağlayacak ulusal bir ağ oluşturulmuştu.
Ángel “başlangıçta lökositler otogara
veya havaalanına termoslar içinde geliyordu. Arabayla gidip termosları alıyor,
merkeze getiriyorduk” demişti. Fidel de ekibin çalışmalarıyla yakından
ilgileniyordu. Hemen her gün 149 numarayı ziyaret emesi, genç araştırmacılar
için de sıra dışı bir motivasyon kaynağıydı.
Victoria 149 numarada gece gündüz
çalıştıklarını anımsıyordu: “Çok yorucu fakat keyifliydi. Çünkü bu antiviralin
ne kadar gerekli olduğunu biliyorduk. Dahası Fidel kah sabahın üçünde, kah
öğleden sonra üçte eve geliyordu. Bir gün ona ‘dün sizi görmedik’ dedik. Fidel
“ben sizi gördüm’ dedi. Hepimiz uyuyormuşuz”.
Victoria’nın eşi Dr. Antonio González
Griego da karısıyla çok gururlanıyordu: “Onun güzel bir kız ve iyi bir dansçı
olduğunu biliyordum. Onun diğer özelliklerini keşfettiğimde, çok disiplinli ve
çalışkan biri olduğunu anladım. Yaşamın önüne koyduğu bütün hedeflere azim ve
cesaretle ulaştı".
Arada küçük sürprizler de oluyordu.
Ekip üç haftadır dünya ile ilişkisini kesmiş, harıl harıl çalışıyordu. Fakat
“dışarıda” hayat devam ediyordu ve Anneler Günü gelmişti. Ángel o günü şöyle
anımsıyordu: “1981 Mayıs’ının ikinci pazarı Anneler Günü’ydü. Cedalia, Fidel’in
bize annelerimize yollamamız için hediyeler gönderdiğini söyledi. Fidel kumaş
göndermişti. Bunu asla unutmayacağım”.
11 Nisan 1981’de başlayan maraton,
kırk ikinci gün interferonun elde edilmesiyle sona erdi. Ekip Finlandiya’dan
döndükten 6 hafta sonra ilk lökosit interferonu elde etmeyi başarmış, maraton 28
Mayıs’ta ürünü ilk gören Ángel’in, 2.500 yıl önce Yunan asker Philippides’in
“sevinin kazandık” nidası gibi, “işte interferon!” diye bağırmasıyla
tamamlanmıştı.
Eduardo o günü şöyle anlatıyor:
“Fidel geldiğinde 150 numaralı
evdeydik. Ona söylediğimizde ‘ve daha bira içmediniz, öyle mi?’ dedi. Biraları
açtık. İnterferonu kırk ikinci günde üretmiştik”.
“Üretimimizin kalitesinin bağımsız
bir otorite tarafından onaylanması gerekiyordu. Ürünü Finlandiya’ya Kari
Cantell’e gönderdik. Cantell ürünün Finlandiya’da elde edilen interferonla
benzer kalitede olduğunu, biyolojik olarak denk olduğunu, önemli bir fark bulunmadığını
onayladı. Bu onay bizim ürünü Küba’da kullanabileceğimize işaret ediyordu. O
andan itibaren sistematik üretime başladık”.
Pedro arkadaşlarının sözlerine
şunları ekledi: "Cantell’in de
kabul ettiği gibi, Kübalılar laboratuvarını ziyaret ettikten sonra, lökosit
interferon elde etmekteki hızlarıyla bir ‘dünya rekoru’ kırmışlardı”.
Haziran ayında ilk Küba interferonu
test edilmek üzere Finlandiya’ya gönderildiğinde Cantell gerçekten çok
şaşırmıştı. Yaptığı testlerin sonucunda ürünün laboratuvarının talep ettiği
bütün nitelikleri taşıdığı gördü. Cantell, o günleri anılarında şöyle
anlatıyordu:
“Ekip Küba’ya döndü ve Mayıs başında
Limonta’dan interferon laboratuvarlarının kurulduğuna ilişkin bir mektup aldım.
Hükumetleri adına eşim Aila ve beni Temmuz’da Küba’yı ziyaret ederek
laboratuvarı görmeye ve bir tatil yapmaya davet ediyordu. Gitmeye çok istekli
değildim fakat Helsinki’deki Küba elçiliği çok ısrar edince meslektaşım Sinikka
Hirvonen’e gitmesini tavsiye ettim. Hirvonen gitmek istiyordu fakat yine
interferon laboratuvarımızda görevli olan oğlu Tapio’nun da kendisiyle
gitmesini istedi. Kübalılar bundan memnun oldular ve anne – oğul Küba’ya
gittiler”.
“Sinikka döndüğünde öyküsü beni
şaşkına çevirdi. Havana’nın bir banliyösündeki evden bozma laboratuvarda
interferon üretimi tam kapasiteyle başlamıştı. Dahası Deng ateşi üzerinde
interferonun denendiği klinik çalışmalar başlamıştı. Sivrisineklerle bulaşan
Deng ateşi bu dönemde Küba’da büyük bir salgına neden olmuştu. Sinikka da
Havana’da sivrisinekler tarafından sokulmuştu ve döndükten kısa bir süre sonra
ciddi biçimde hastalandı. Bu klasik bir deng ateşi vakasıydı. Sinikka’ya
interferon verdim ve kısa zamanda iyileşti. Ancak bunun interferona bağlı olup
olmadığından emin değildik”.
BİLİM İNSANININ AHLAKI
Ekip interferonu elde etmeyi
başarmıştı fakat yeni ilacın kullanılmadan önce insanlar üzerinde denenmesi
gerekiyordu. Bilim insanları arasında yeni keşiflerini önce “kendileri”
üzerinde denemek ahlaki bir sorumluluktu. Tarihte birçok bilim insanı bu
deneylerde yaşamını yitirmiş, fakat gelenek bozulmamıştı.
İlacı ekibin en zayıf ve en kilolu
üyeleri üzerinde denemeye karar verdiler. Pedro bu anısını şöyle aktarıyor: “Şimdi
ürünü insanlar üzerinde deneme zamanı gelmişti. Grubumuzda bir zayıf (ben), bir
de şişman (Eduardo) vardı. Ürünü önce birkaç gün kendi üzerimizde denedik. Bu
ahlaki bir sorumluluktu”.
Eduardo deneyin sonuçlarına ilişkin
şunları söylemişti: "İlacın yan
etkileri vardı fakat tolere edilebiliyordu: hafif ateş ve genel bir rahatsızlık
hissi. Bunlar hafif grip belirtileriydi ve organizma interferon ürettiğinde
ortaya çıkardı. Şimdi dışarıdan interferon verildiğinde de aynı belirtiler
oluşuyordu. Eğer bu belirtiler görülmeseydi, ürünümüzün işe yaramadığı veya
dozun yeterli olmadığı anlamına gelecekti”.
ASIL İŞ ŞİMDİ BAŞLIYOR
Silvio ilk olarak 1 litrelik bir
üretim yaptıklarını söyledi. O sırada uluslararası pazarda ürünün 1 mililitresi
90 dolardı: "Bir litre ürünün değeri 90 bin dolar ediyordu. Bu aynı
zamanda bilimsel çabalarımızın ülkemiz için büyük bir gelir kaynağı olduğu
anlamına da geliyordu”.
Aslında kullanılan kan miktarına
bağlı olarak iki yoldan interferon üretilebiliyordu. Cantell’in Helsinki Ulusal
Sağlık Enstitüsü’ndeki laboratuvarında işlem başına 150 ünite kan kullanılırken,
Hanna-Lenna Kaupinnen’in başında olduğu Helsinki Kan Bankası’nda 600 ünite
kullanılıyordu. Kübalı uzmanlar 149 numaralı evde, mekanın yetersiz olması
nedeniyle, 150 ünitelik işlemi gerçekleştirebilmişlerdi.
Pedro durumu Fidel’e anlattı: “Fidel
bunun için yeni bir mekan inşa edilmesi gerektiğine karar verdi. Evden dışarı
çıktı, birkaç metre yürüdü ve yeri seçti. Burası o zaman otlar ve birkaç meyve
ağacıyla kaplıydı. Şimdi orada Biyolojik Araştırma Merkezi (CIB) var. Mimar
Osmany Cienfuegos işin başına getirildi”.
İNTERFERON KÜBALILARIN GEREKSİNİMLERİ İÇİN KULLANILIYOR
1981 yılında Küba’da çocukların
yaşamını tehdit eden bir salgın kol geziyordu: Kanamalı Deng ateşi. Ülkede elde
edilen interferonun bu hastalığa karşı kullanılmasına karar verildi. Böylece
aynı zamanda interferon dünyada Deng ateşine karşı ilk kez kullanılmış
olacaktı. Çalışmaya 300’den fazla hasta alındı. Çalışma sonunda interferon
alfanın çocuklarda erken dönemde kullanılması halinde kanama komplikasyonlarını
önleyebileceği görüldü.
Ardından Pedro Kourí Tropikal Tıp
Enstitüsü, in-vitro olarak virüsün interferon alfa ve gammanın antiviral
etkinliğine duyarlı olduğunu gösterdi. Bunu dünya üzerindeki diğer
araştırmacılar ancak 19 yıl sonra gösterebildiler.
1981 yılında Küba’da bir salgın daha
vardı: kanamalı konjonktivit. İnterferonun bu hastalığın görüşü bozabilecek bir
komlikasyonu olan keratiti önleyebileceği düşünülerek, bu konuda da bir çalışma
başlatıldı. Bu konuda da başarılar elde edildi ve uluslararası kongrelerde
sunuldu. Eylül 1981’de San Francisco, California ve 1982’de Miami, Florida’da
düzenlenen uluslararası interferon kongrelerinde Küba’daki interferon
uygulamaları sunuldu. Bu sunumlar interferonun bu hastalıklara karşı ilk kez
kullanımını yansıtıyordu.
Sonraki yıllarda şiddetli akut
hepatit B, kronik aktif hepatit B, laringeal papillomatozis, semptomsuz hepatit
B taşıyıcıları ve meme kanseri gibi hastalıklara yönelik araştırma protokolleri
oluşturuldu.
İNTERFERONDAN BİTOTEKNOLOJİYE
Küba’nın mevcut yöntemle interferonu
viral hastalıklara karşı ulusal kampanyalarda kullanabileceği kadar
üretebilmesi olanaksızdı. Silvio bunu şöyle ifade ediyordu:
"Fidel ve biz ülkenin bütün
yurttaşları kanlarını bağışlasalar dahi kanser ve viral hastalıklara yakalanan
bütün hastaları tedavi etmeye yeterli interferon üretemeyeceğimizi biliyorduk.
Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Fidel’e genetik mühendisliği üzerinden her tür
maddenin üretilebileceği yeni bir yöntem olduğunu söyledik. O sırada CENIC’de Dr.
Luis Herrera Martínez moleküller üzerinde genetik manipülasyonlar deniyordu.
Fidel hemen Martínez’le görüşmek istedi”.
İnterferon ekibi Finlandiya’dan
dönerken, Martínez de, rekombinant interferonun nasıl elde edildiğini öğrenmek
için Fransa’ya gidiyordu: “Fransa’da gerekli bilgiyi edindim ve Küba’ya
döndüğümde, havaalanında bekleyenler Fidel’in beni görmek istediğini
söylediler. Doğruca Fidel’in yanına gittim. Söylediği tümceyi unutmuyorum: ‘adamımız
Paris’ten geldi’ dedi. Aylar sonra Biyolojik Araştırma Merkezi (CIB)
oluşturuldu ve genleri klonlamaya başladık. Önce beta, sonra alfa elde ettik.
İşte Küba’da genetik mühendisliği böyle başladı”.
Bu başarılardan cesaret alan Küba
hükumeti, Haziran 1981’de Küba Bilimler Akademisi’nde bir “Biyoloji Cephesi”
kurulmasına karar verdi. Akademi ülkedeki bütün bilimsel kurum ve grupların
biyoloji ve biyoteknolojiyle ilişkili çalışmalarını bu Cephe ile
eşgüdümleyecekti.
1980’li yıllarda Kübalı
araştırmacılar interferonla yaptıkları 90’dan fazla çalışmanın sonuçlarını
uluslararası planda kongrelerde sundular veya yayınladılar. Tarihte hiçbir geri
bıraktırılmış ülke bilim alanında bu hacimde ve bilimsel düzeyde bir çalışma
gerçekleştirmemişti. Fakat daha önemlisi, bu dönemde interferonu kullanmaya
başlayan hiçbir sanayileşmiş ülke de, ülke nüfusuna oranı bakımından Küba’daki
kadar geniş ölçekli bir klinik çalışma yürütememişti. Bu nedenle Küba’nın
interferon uygulaması bilgisine katkısı uluslararası planda büyük önem
taşıyordu. Bu prestij sayesinde dünyanın en önemli bilim kurumlarının ve
laboratuvarlarının kapıları Kübalı araştırmacılara açıldı.
VEFA
Küba’nın biyoteknoloji dünyasına
girmesini sağlayan interferon deneyimi, Finlandiyalı bilim insanı Kari
Cantell’in “karşılıksız” katkılarıyla mümkün olmuştu ve Fidel, Cantell’e vefa
borcunu ödemek istiyordu. Cantell’in Küba’yı ziyaret etmesi için çok ısrar
etti.
Gerisini Cantell’den dinleyelim:
“Birkaç davet daha alınca eşim Aila ve ben
ertesi yıl Küba’ya gitmeye karar verdik. Devlet konuğu muamelesi yapıldı.
Birinci sınıfta yolculuk yaptık, muhteşem bir beyaz villada kaldık ve her yere
siyah bir Mercedes Benz limuzinle gittik. “Sinikka’nın Evi” adı verilen ilk
interferon laboratuvarını (149 numaralı ev) ziyaret ettik ve yakınında inşa
edilen yeni İnterferon Enstitüsü’nün açılışına katıldık. Benden mavi kurdeleyi
kesmem ve bir konuşma yapmam istendi. Fidel Castro ve ülkenin önde gelen
liderleri oradaydı. Birlikte binayı gezerken TV geziyi kaydetti. Daha sonra
Castro ile görüştüm. Bilimler Akademisi’nde interferon üzerine iki ders verdim.
TV benimle röportaj yaptı”.
“Castro’nun kardeşi Ramon ve eşiyle
de tanıştık. Ramon hayat dolu, kaygısız, canlı biriydi. Tarım uzmanıydı ve bize
heyecanla Küba’nın bu alandaki başarılarını anlattı. Bir gece villamızda bir
parti verdik. İnterferon ekibi dışında çok sayıda başka davetli de geldi ve
aralarında Fidel Castro’nun doktoru profesör Eugenio Selman da vardı. Kalabalık
bir ailesi, yanlış anımsamıyorsam 10 çocuğu vardı ve Castro ile birlikte her
yere gidiyordu. Daha sonra Castro da sürpriz yaparak partiye geldi. Bize bazı
hediyeler verdi”.
“Küba’nın inferferon ilgisinin
ardında ne vardı? Açıkçası ilginin ardında bizzat Castro’nun kendisi vardı. Bu
sayede bu küçük, yoksul adada en nitelikli cihazlarla donatılmış muhteşem bir
enstitü inanılmaz bir hızla inşa edilebilmişti. ABD ambargosu nedeniyle
araçların çoğu, değerlerinin çok üstünde fiyatlarla ‘aracılardan’ sağlanmıştı.
En nitelikli uzmanlar işlerinden alınarak interferon araştırmasında
görevlendirilmişlerdi ve genç ve parlak bilim insanları bu alanda eğitilmeye
başlandı”.
“Öyküleştirilmiş makalemiz, öğrencilerinden ve araştırmalarından
kopartılmaya çalışılan sosyalist bilim insanı dostlarımıza ithaf edilmiştir”.
İLGİLİ YAZILAR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder