Bugün Şili’nin sosyalist devlet başkanı Dr. Salvador Allende’ye karşı yapılan ABD güdümlü faşist darbenin ellinci yıl dönümü. 11 Eylül 1973 darbesi, dünyada kapitalizmden sosyalizme geçiş çağının (en azından ilk evresinin) artık sona ermekte olduğunun işaret fişeğiydi.
Sosyalizm “ideolojik” bunalımını aşamayıp, işçi sınıfı sosyalizmden uzaklaşmaya başlayınca, bunalım “politik” arenaya sıçradı ve kapitalist ülkelerde sol hükumetler birbiri ardına yıkılırken, sosyalist ülkeler de kapitalizme geri döndüler.
NEOLİBERAL DÜNYA DÜZENİNİN KURULUŞU
Elli yıl önce bugün Şili’de, “batı” standartlarına göre demokratik seçimlerle iktidara gelen bir sosyalist devlet başkanı, artık herkesin çok iyi bildiği gibi, başından sonuna ABD tarafından tezgahlanan bir faşist darbeyle iktidardan indirildi.
Dünya demokrat kamuoyunun ve sosyalistlerin kınama ve protesto etmek dışında hiçbir somut yanıt veremediği bu darbe, günümüzde bütün dünyaya egemen olan “neoliberal” düzenin kapısını açtı. Şikago Oğlanları’nın (Chicago Boys) kuramsallaştırdığı neoliberal ekonomi politikaları, ilk kez Augusto Pinochet tarafından Şili’de uygulandı ve daha sonra bütün dünyaya yayıldı.
Neoliberal ideoloji refahı arttırmak için “planlı ekonominin” (ekonomiye devlet müdahalesinin) terk edilmesi ve piyasaya dayalı bir ekonomi oluşturulması gerektiğini savunuyordu. Devlet sadece özel mülkiyeti güvence altına almalı ve ekonomide piyasaların egemenliğini sağlamalıydı.
Pinochet Şili’de “sosyal devleti” ortadan kaldırmak için önce emekten yana siyasi partileri, sendikaları ve demokratik kitle örgütlerini yok etti. Sendikaları kapatılınca pazarlık güçlerini yitiren emekçiler, tamamen sermayenin insafına kaldılar. İşçilerin uzun mücadeleler sonucu elde ettikleri kazanımların çoğu geri alındı. Allende döneminde çıkartılan çalışma yasaları iptal edildi.
Chicago Üniversitesi'nden Milton Friedman'ın neoliberal teorilerine bağlılıklarından dolayı “Şikago Oğlanları” adını alan iktisatçılar, Pinochet tarafından Şili ekonomisini yeniden örgütlemekle görevlendirildiler. Emperyalizmin talepleri doğrultusunda ithal ikameci politikalar terk edilerek, ihracata dayalı kalkınma modeli benimsendi. Kamusal varlıklar özelleştirildi, ülkenin doğal kaynakları sömürüye açıldı, sosyal güvenlik sistemi özelleştirildi ve ülke yabancıların doğrudan yatırımına açılarak, serbest ticaret kolaylaştırıldı.
EMEKÇİLERE KARŞI TOPYEKUN SAVAŞ
1917 Ekim Devrimi ile dünyanın yalnızca altıda birinde emekçiler kapitalist boyunduruktan kurtulmuşken, Emperyalistler-arası İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında dünyanın üçte biri özgürleşmişti. Dünya nüfusunun beşte birini oluşturan Çin’in sosyalizme yönelmesi ve sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaları da kapitalizme büyük darbe indirmişti.
Kapitalist ülkelerde sermaye, sosyalist ülkelerdeki emekçilerin elde ettiği hakların (ücretsiz eğitim ve sağlık, sosyal güvenlik, emeklilik vb) bir bölümünü kendi ülkelerindeki işçilere tanımak zorunda kalmış, “sosyal devlet” (veya refah devleti) uygulamaları yaygınlaşmıştı.
Kapitalizm 30 – 40 yıl gibi kısa bir süre içinde pazarlarının önemli bir bölümünü yitirince metropollerde ekonomik bunalım baş gösterdi, enflasyon ve işsizlik tırmanmaya başladı. Bu süreçte ABD, İngiltere ve Fransa’da nüfusun en zengin binde 1’lik kesiminin ulusal gelirden aldığı pay yüzde 8 – 12 düzeyinden yüzde 1,5 – 2’lere geriledi. Sermaye artık can çekişmeye başlıyordu.
Şili’deki 1973 darbesini, 1976 Arjantin ve 1980 Türkiye faşist darbeleri izledi. Arjantin ve Türkiye’de sermaye, Şili’deki gibi önce solu ezdi ve ardından emekçi düşmanı neoliberal politikalar benimsendi.
Türkiye’de neoliberal politikaların şampiyonluğunu Turgut Özal yaptı. Özal’ı izleyen hükumetler de neoliberal politikaları bir “bayrak yarışı” gibi günümüze kadar sürdürdüler ve son yirmi yıldır da AKP tarafından sürdürülüyor.
1978'de neoliberal politikaları benimseyen Deng Xiaoping Çin’de kapitalizme geri dönüşün yolunu açarken, 1979’da İngiltere’de iktidara gelen Margaret Thatcher ve 1980’de ABD’de başkan seçilen Ronald Reagan “batıda” işçi sınıfının Fransız Devrimi’nden beri elde ettiği bütün kazanımlara karşı tarihte eşi görülmemiş bir topyekun savaş başlattılar. Ancak bu ülkelerde neoliberal politikalar faşist darbelerle değil, işçilerin ve emekçilerin “rızası” alınarak uygulamaya kondu.
AYDIN İHANETİ
Aydınlanma çağından beri geleneksel olarak barıştan, demokrasiden ve toplumsal ilerlemeden yana tutum alan aydınlar, işçi sınıfına “dışarıdan” bilinç taşıyarak sendikal mücadele ile sosyalizm mücadelesinin bütünleşmesine yardımcı olmuşlardı. Sermaye yirminci yüzyılda aydınları işçi sınıfından kopartmak ve kendi yanına çekmek için büyük çaba harcadı.
Bu çabalar içinde sosyalizmi işçi sınıfının ideolojisi olmaktan çıkartma çabası özellikle önemlidir. Bir yanda kapitalist ülkelerde emek – sermaye çelişkisinin yerini alacak “yeni çelişkiler” üretilirken, diğer yanda sosyalist ülkelerde piyasanın üstünlüğünü savunan aydınlar desteklendi.
Aydınlar kısa sürede sermayenin işçi sınıfına karşı yürüttüğü ideolojik savaşın baş aktörü haline geldiler. Hayatın her alanında yeniden üretilen sermaye ideolojisinin toplum içinde yaygınlaştırılmasında üniversiteler, meslek örgütleri ve “sivil toplum kuruluşları” büyük rol oynadılar.
Toplum içinde bireyci ideolojilerin yaygınlaşması, solun neredeyse tamamen felç olduğu, Sovyetler Birliği’nde kapitalizme dönüşün ağırlığı altında ezildiği bir dönemde gerçekleşti. Başta eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere bütün “kamusal” hizmetler, eşit olmayan koşullarda “özel rakipleriyle” yarıştırılıp, başarısızlığa uğratılıp, toplumun gözünden düşürüldü.
GELİNEN NOKTA
Şili’de 11 Eylül 1973’te Pinochet darbesiyle başlayan ve günümüzde milyarlarca insanı sermayenin kölesi haline getiren neoliberal dünya düzeni, zaman zaman ABD’deki “İşgal”, Türkiye’deki “Gezi” veya Fransa’daki “Sarı Yelekliler” gibi kitlesel isyanlarla karşılaşsa da, yoluna tökezlemeden devam ediyor.
Küresel ölçekte birkaç milyon kapitalistin çıkarlarına hizmet ederek, milyarlarca emekçinin yoksullaştırılmasına ve sefalete düşürülmesine yol açan neoliberal dünya düzenine muhalefet edenlerin en büyük sorunu, geniş emekçi kesimlerin kabul edebileceği ve sahiplenebileceği bir “alternatif” üretememeleridir. Muhalifler emekçilerin önüne mevcut düzenin yerini alabilecek somut, inandırıcı bir alternatif koyamıyorlar.
Diğer yandan sosyalistlerin 1970’li yıllarda içine düştüğü “ideolojik” bunalım hafiflemek bir yana, giderek daha da şiddetleniyor. Günümüz dünyasında sosyalistlerin büyük çoğunluğu merkezi planlı ekonomi yerine, piyasacı bir “sosyalizm” yaklaşımını savunuyor. Yeryüzündeki son sosyalist ülke olan Küba da, geçtiğimiz yıllarda Anayasasını değiştirerek, Çin ve Vietnam gibi piyasa ekonomisini benimseyen “sosyalist” ülkeler kervanına katıldı.
Kuşkusuz bütün bunlar bir zamanlar Fukuyama’nın iddia ettiği gibi “tarihin sonuna” eriştiğimiz anlamına gelmiyor. Aslına bakılırsa kapitalizmin kesin zaferinin ilan edilip, tarihin sonunun geldiğine kapitalistler de inanmıyor.
Emekçiler bir gün mutlaka kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldıracak ve yerine eşitlikçi bir dünya düzeni örgütleyecekler. Ancak henüz ufukta bu yeni düzenin ışıkları görünmüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder