Bugün Gazze’de dünyanın gözleri önünde bir soykırım yaşanıyor. Büyük bir bölümünü kadınlar ve çocukların oluşturduğu ölümlerin 11 bini aşmasına rağmen, kırk gündür yalandan dahi bir “ateşkes” çağrısı yapıl(a)madı. Yirminci yüzyılın başta Birleşmiş Milletler olmak üzere bütün uluslararası kurumları çaresizlik içinde soykırımı seyrediyor. Ütopyalar tarihe karışırken, distopyalar gerçekleşiyor.
Oysa daha elli,
bilemediniz altmış yıl öncesinde 2000’li yıllar pırıl pırıl görünüyordu. Hemen
herkes 2000’li yıllarda dünyaya barışın egemen olacağından, yirminci yüzyılın
bütün hastalıklarının iyileştirileceğinden emindi. Uygarlığı Ay’a, Mars’a,
Venüs’e taşıyacacağız derken, kendimizi kapitalist ortaçağ karanlığına
gömülü bulduk.
İKİ, ÜÇ, DAHA
FAZLA VİETNAM
Türkiye İşçi
Partisi’nden Meclis’e giren Çetin Altan, 1966 yılında Payel Yayınları
tarafından yayınlanan “İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?” başlıklı bir
kitap için yazdığı önsözde, kendisinden çok emin, şu cümleleri kuruyordu:
“Aslında bu
sorunun cevabı çoktan verilmiştir. İnsanı insanın sömürmesinin sona ereceği,
bütün emek potansiyelinin emekçiler yararına dönük olarak planlanacağı, sınıf
ve şart farklarının ortadan kalkacağı, her türlü tutku, saplantı ve
yabancılaşmalardan arınmış, yücelme yönünde alabildiğine özgür, sosyalist bir
gelecek bekliyor insanlığı”.
Çetin Altan’a
göre yirminci yüzyıl sona ermeden kapitalizmin sonu gelecek “ve yirmibirinci
yüzyıl çağımızın büyük mücadelelerini saygıyla anacak ve çağımızda bu
mücadeleye kendini adamış olanların heyecanını ve duygusunu kendi varlığı
içinde yaşatmaya devam edecekti”.
Çetin Altan bu düşüncelerinde yalnız değildi. Che Guevara da bir yıl sonra, 1967 yılında Üç-kıta Konferansı’na gönderdiği mesajda “iki, üç, daha fazla Vietnam yaratacağız” diyecekti. Gerçekten de artık sömürge imparatorlukları çöküyor, dünya halkları bağımsızlıklarını kazanıyor ve sosyalist kalkınma yoluna giriyorlardı.
ROYAUMONT
DİYALOĞU
Meteliksiz
Aşıklar kitabının yazarı Zaver Biberyan tarafından dilimize çevrilen “İnsanlığı
Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?” başlıklı kitap, dünyanın birçok ülkesinden 1961
Mayıs’ında Fransa'da, Paris yakınlarındaki Royaumont Manastırı’nda bir araya
gelen aydınların konu üzerine tartışmalarından oluşuyordu.
Kimler yoktu ki
toplantıda. Birkaç yıl sonra Pink Floyd’un müziğiyle dolduracağı salonlarda
aralarında John Desmond Bernal, Josue de Castro, Roger Garaudy, Georges
Gurvitch, Alexander Sobolev gibi dönemin elliden fazla önde gelen aydını
Royaumont Diyaloğu’nu inşa ediyordu.
Sosyalist
ülkeler de diyaloğa güçlü bir kadro ile katılmışlardı: SSCB Bilimler
Akademisi’nden Arzumanyan, Frantsev, Joukov, Porchnev, Nobel ödüllü Semenov,
ayrıca Bulgaristan’dan Kamenov ve
Ochavkov, Çekoslovakya’dan Kolman ve Stoll ile Romanya’dan Gulian ve Ralea.
KÜBA
DEVRİMİYLE BÜYÜYEN UMUTLAR
Çiçeği burnunda Küba devriminin toplantının genel havası üzerindeki etkisi çok büyüktü.
Amerika Birleşik Devletleri’nin burnunun dibinde ufacık bir ada ülkesi emperyalizmi
alt edebildiyse, gelecekten umutlu olmamak için hiçbir neden olamazdı.
Henri Claude,
daha da ileri gidiyor ve kapitalist coğrafyanın ilki 1917 ve ikincisi 1944 –
1949 olmak üzere iki dalga halinde daraldığını, şimdi “Demokrat Kuba
Cumhuriyeti’nin doğuşu(nun) ... kapitalizmin üçüncü bir geri çekilme
hareketinin başlangıcı” olabileceğini söylüyordu.
“Kapitalizmin
coğrafi bakımdan bu gerilemeleri basit bir tesadüf, tarihi özel koşulların
rasgele bir sonucu sayılabilir mi?” diye soran Claude, “Bir noktaya dikkat
etmek gerekir: sosyalizmin kurulduğu hiçbir ülkede kapitalizm geri gelmemiştir”
diyordu.
Oysa bu iddialı
cümlelerin kurulmasından yalnızca 17 yıl sonra, 1978 yılında Çin kapitalizme
geri dönüş yoluna girecek, 30 yıl sonra diğer sosyalist ülkeler de Çin’i
izleyeceklerdi.
CAN ÇEKİŞEN
KAPİTALİZM
André Barjonet
de Claude gibi düşünüyordu. Barjonet de Claude kadar kendinden emin, “yirminci
yüzyılın ikinci yarısında, genel olarak ilerlemenin kesin etkeni gerçekten
sosyalizm olmaktadır. Niçin? Çünkü sosyalizm, üretim ve mübadele araçlarının
özel mülkiyette bulunmasıyla meydana gelen etkenleri yıkma olanağını veren tek
sistemdir” diyordu.
Çekoslovakyalı
felsefeci Arnošt Yaromirovich Kolman, Barjonet’yi destekliyordu. Kolman’a göre
sosyalist ülkelerde emekçiler, kapitalist ülkelerdeki emekçiler gibi bilimsel –
teknik gelişmelerden korkmuyorlardı, çünkü kapitalist ülkelerde “otomasyon,
işçilerin üçte birini ... üretim işinin dışında bırak(ır), ... satınalma gücü
çök(er) ... kriz patlak verir ... güçsüz olan teşebbüsler iflas eder ... güçlü
olanlar, ötekileri monopole alır, amansız bir rekabet başlar, yeni pazarlar
ararlar, artık kuvvete başvurmaktan başka çare kalmaz (ken)”, sosyalist
ülkelerde “günlük çalışma 7 ve 6 saatten 5 saate, 4 saate ... inecektir, aynı
zamanda, gerçek ücret artacaktır, işçi, boş vakitlerini kendi kendini eğitmeye
hasredecektir”.
Ne yazık ki
Kolman’ın beklentileri gerçekleşmedi. Gerçi Kolman bir konuda çok haklıydı.
Daha 1960’lı yıllarda dahi emek verimliliğindeki artış sosyalist ülkelerde
günlük çalışma süresinin 4 saate indirilmesinin koşullarını yaratmıştı. Fakat
çok ağır ve tehlikeli işler dışındaki sektörlerde mesai saatleri asla 4 saate
indiril(e)medi.
ÇAĞIMIZ
KAPİTALİZMDEN SOSYALİZME GEÇİŞ ÇAĞIDIR
İnsanlar içinde bulundukları
çağı adlandırırlarken, çağın önemli karakteristiklerine vurgu yaparlar.
Yirminci yüzyıl ise bu karakteristikler bakımından çok zengindir. Dünyanın
sonunu göz açıp kapayıncaya kadar getirebilecek nükleer silahlara bakıp çağımız
“atom çağı” denebilirdi elbette. Fakat daha iyimser olanlar ay yolculuğunun
yollarını döşeyen roketlere bakarak, çağımız “uzay çağı” diyorlardı.
Benzer şekilde
1871 Paris Komünü’nü izleyen sosyalist devrimlere bakılarak, çağımızı
“kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı” olarak tanımlamak da mümkündü. İnanmayan
pekala radyosunda haberleri dinleyebilir ve neredeyse her gün sosyalizmin
dünyanın yeni bir köşesinden gelen zafer haberlerini duyabilirdi.
Ekonomist Claude
ise “Son elli yılın dünya tarihine genel olarak bakar(ak), şu gözlemlere
varı(yordu):
- Çağdaş tarihin
ilerleyişi tek bir yönde gelişmektedir ki, bu da sosyalizm yönüdür;
- Bu tarih
akımı, sosyal ve politik gelişmenin bu ilerleyişi, son derece hızlıdır:
sosyalizm, otuz yıldan daha kısa bir zaman içinde bir dünya sistemi haline
geldi. Oysa 15. yüzyılda kapitalist üretim şeklinin ortaya çıkması ile 19.
yüzyılda bütün dünyayı kapsayan tam gelişmiş bir kapitalist ekonominin teşekkül
etmesi arasında aşağı yukarı dört yüz yıl geçmiştir”.
YA SOSYALİZM,
YA BARBARLIK
Sosyalizmin en
azılı düşmanları dahi, yirmi birinci yüzyılın sosyalizmden kapitalizme dönüş
çağı olacağına ihtimal vermezken, sosyalist ülkeler büyük bir hızla ve geriye
pek bir şey bırakmadan tarih sahnesinden çekildiler.
Gerçekten de
bugün eski sosyalist ülkeleri ziyaret ettiğinizde, yalnızca doğu Avrupa
ülkelerinde değil, sosyalizmin 74 yıl iktidarda olduğu Rusya’da dahi bir
zamanlar buralarda sosyalizmin egemen olduğuna ilişkin iz bulmakta
zorlanıyorsunuz. Bit pazarlarına düşmüş nişanlar, madalyalar, eski asker
kıyafetleri ve semboller hüzünden başka bir şey vermiyor.
Rosa
Luksemburg’un “ya sosyalizm, ya barbarlık” kehaneti bugün Gazze’de bir kez daha
doğrulanırken, içimiz yanıyor.
Yeniden
başlayabilmek için önce nerede hata yaptığımızı bulmamız gerekiyor. Sosyalizmin
yıkılışından bu yana 32 yıl geçtiği halde hala nerede hata yaptığımızı
bulamamış olmanın dayanılmaz yükü altında hep birlikte eziliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder