663 sayılı
KHK’nın 58 inci maddesiyle, 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği (TTB) Kanunu’nun
1. maddesinde geçen “tabipliğin kamu ve kişi yararına uygulanıp
geliştirilmesini sağlamak” ibaresi yürürlükten kaldırılmıştır. Bu yazının amacı,
Hükümet’in neden TTB’nin görevleri arasında “tabipliğin kamu ve kişi yararına
uygulanıp geliştirilmesini sağlama”nın bulunmasından neden rahatsız olduğunu ve
neden bu ibareyi kaldırma gereksinimi duyduğunu tartışmaktır.
Kuşkusuz
olaylar ve olgular bağlamlarından bağımsız tartışıldıklarında bir anlam
taşımazlar. Bunları anlamlandırabilmek için tarihsel ve toplumsal bağlamları
içinde değerlendirmek gereklidir. Bu nedenle söz konusu “ibarenin” neden
kaldırıldığını anlayabilmek için, öncelikle nereden ve nasıl geldiğini/konduğunu
tartışmak gerekir.
Tarihsel
süreç içinde hekimliğin gelişimi incelendiğinde Eski Mısır ve Yunanistan’dan
başlayarak mesleki pratiklerine belirli kurallar koyma çabası içinde olan hekimlerin
hiçbir zaman ticari kaygılar gütmedikleri, ana kaygının sağlıklarını yitiren
insanlara yardımcı olmak olduğu görülür. Hekimliği toplum gözünde diğer
meslekler arasında daha ayrıcalıklı bir yere koyan ve hekimlere saygınlık kazandıran
da budur. Tarihsel olarak yüzlerce yıl hiç kimse bir hekimin kendisine para
için yardım ettiğini aklına getirmemiş, hekimin tavsiyelerini kendi kişisel
çıkarları doğrultusunda verdiğini düşünmemiştir. Hekimler yüzlerce yıl boyunca
insanların aldatılma endişesi taşımadan gidebildikleri, kendilerini güvenle
teslim edebildikleri insanlar olmuşlardır.
Feodal
toplumlarda sağlık sorunları dinsel kurumlar aracılığıyla çözülmeye
çalışılmıştır. Batı’da kiliseler yardımseverliği Hristiyanlar için bir ödev
saymış, hasta ve yoksulların bakımını toplum bu kurumlar aracılığı ile sağlamıştır.
Bu çağda hekimler yoksullardan (Kilise desteği ile) ücret almadan, hatta
hastalara ilaçlarını da vererek hizmet sunmuşlardır. İslam dünyasında da çok
benzer uygulamalar vardır.
Hekimlik
mesleğinin bu niteliği ilk kez 16. Yüzyılda Batı’da kapitalizmin gelişmeye
başlamasıyla birlikte aşınmaya başlamıştır. Komünist Manifesto’da çok açık bir
şekilde ifade edildiği gibi “üstün değer
verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa, burjuvazi
bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da,
hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, iktisatçıyı da, kendi ücretli emekçisi
haline getirmiştir”. Kapitalizmle birlikte hekimlik mesleği, bu alanda
yetişmiş insanların hümanist güdülerle icra ettikleri bir sanat olmaktan
çıkarak, bir ticaret haline gelmeye başlamıştır.
Kuşkusuz
bu, başta hekimler olmak üzere ödeme gücü olmayan herkesi rahatsız eden bir
durumdur. Toplum içindeki
saygınlıklarının yaptıkları işin hümanistik niteliğinden kaynaklandığının
bilincinde olan hekimler, başından itibaren kapitalizmin kurallarının kendi
mesleki alanlarını istila etmesini önleyebilmek için çeşitli girişimlerde
bulunmuşlardır. Hekimliğin yüzlerce yıllık hümanistik geleneklerini koruma
çabasıyla, sağlık hizmetinin alınır-satılır bir mal ve kendilerinin de basit
tüccarlar haline gelmesini önleyebilmek için, sağlık hizmetlerinin bedelinin
eskiden olduğu gibi hastalardan değil saray veya soylular tarafından
karşılanmasını talep etmişlerdir.
Sundukları hizmete karşılık hastalarından ücret talep etmeyi onurlarına
yediremeyen hekimler, kapitalizmin kendilerini içine soktuğu bu çıkmazdan
kurtarabilmek için birçok ülkede 20. yüzyıla kadar hizmetlerini ücretlendirmeyi
reddetmişler ve hastalarının uygun gördüğü veya verebildiği kadarıyla yetinmeyi
tercih etmişlerdir[*].
Kapitalizmin erken dönemlerinde “hasta proleterlerin” bizzat kendileri ve
sistem için bir tehdit oluşturduğunu gören burjuvalar, sağlık alanında “feodal
sistemi” korumuş ve yardım kuruluşlarının sağlık alanında etkinliklerini eskisi
gibi sürdürmelerine izin vermiştir.
Zaman
içinde kiliseler ve yardım kuruluşlarının kapitalizmle birlikte çok daha
ağırlaşan yoksulluk ve sağlık sorunlarının çözümünde yeterli olamayacağı ortaya
çıkmıştır. Özellikle hastalıkların ve sağlıksız koşulların zirveye tırmandığı
ekonomik bunalım dönemlerinde bu yardım kuruluşları da etkilenmekte ve
kendilerine en çok gereksinim duyulan dönemlerde neredeyse tamamen işlevsiz
kalmaktadırlar. Proleterlerin giderek yükselen mücadelesinin burjuva
iktidarları tehdit eder hale gelmesi ve işçi sınıfının 1871’de Paris’te kısa
süreli olsa da iktidara gelmesi, burjuvaziyi egemenliğini sürdürebilmek için
işçi sınıfına bazı ödünler verme noktasına getirmiştir. 1882 yılından itibaren
Avrupa’da başlayan sosyal güvenlik reformları bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Batı’da
sosyal güvenlik sistemleri hızla feodal yardım kurumlarının yerini alarak,
hekimlerle hastalar arasındaki ilişkinin eskiden olduğu gibi “parasız” olarak
devamını sağlamıştır. Kapitalist toplum sağlık için fonları işveren ve
işçilerden yapılan kesintilerle oluşturduğu sigorta sistemlerinden oluşturmakta,
gerektiğinde genel bütçeden buraya kaynak aktarmakta, böylece işçiler ve
yoksullar sağlık hizmetine gereksinim duyduklarında parasal kaygılar duymadan
hekime gidebilmektedirler. Böylece sağlık göreli olarak kapitalizmin kar güdüsü
dışında tutulabilmekte ve burjuvalar da sağlığı bütünüyle metalaştırmamak
karşılığında işçi sınıfının düzene olan tepkilerini kısmen
hafifletebilmektedirler.
Ancak
bu sistemler, her ne kadar eski hayırsever sistemlere göre daha kapsayıcı ve
güçlü olsalar da, “asgari” bir sağlık hizmeti ile hekimi sınırlamaktadırlar.
Hekim artık yalnızca hastasının iyiliğini değil, bunu sigorta paketleri içinde
nasıl sağlayabileceğini de düşünmek zorunda kalmaktadır ve bu durum çoğu kez
mesleki pratiğini layıkıyla yerine getirebilmesinin önünde engel
oluşturmaktadır. Sosyal güvenlik sistemlerinin de “çözüm” olamadığını gören
hekimler, mesleki saygınlıklarını koruyabilmek ve kapitalizmin ekonomik kurallarını
mesleki alanlarının dışında tutabilmek amacıyla oluşturdukları meslek
örgütlerinde, hekimliği düzenleyen bazı kurallar getirmeye başlamışlardır.
Bunların başında kapitalist ekonominin olmazsa olmazlarından “reklamı” ve
“rekabeti” meslekleri dışında tutabilmek için konulan sert yaptırımlar
gelmektedir. Türkiye dahil birçok ülkede hekimler, hekimlikte reklamı ve hasta
çekmek için diğer meslekdaşlarını kötülemeyi bizzat kendileri yasaklamışlardır.
Yine hekimler dünyanın her yerinde mesleki saygınlıklarını koruyabilmek
amacıyla kendilerine etik standartlar koymuşlar ve bu standartlara uymayan
meslekdaşlarını meslekten uzaklaştırmışlardır.
Bütün
bunlar, hekimlerin mesleklerini kapitalizmin zararlarından koruma çabalarının
ürünüdür ve 663 sayılı KHK ile kaldırılan “tabipliğin kamu ve kişi yararına
uygulanıp geliştirilmesini sağlamak” ibaresinin de bu bağlamda
değerlendirilmesi gerekir.
Hekimlerin
kapitalist düzenin içine sürüklenmeme çabaları kapitalizmin sağlık alanını
istila etmesini bir süre geciktirebildiyse de uzun vadede başarılı olamamıştır.
Sağlık özellikle sosyalizmin çözülmesinden sonra Küba dışında dünyanın her
yerinde hızla metalaştırılmış, piyasalaştırılmış ve ticarileştirilmiş,
hekimliğin binlerce yıllık gelenekleri tamamen yok olma noktasına
gelmiştir. Bugün tıp rekabetçi bir
sistemde hastalar tarafından doğrudan (cepten) veya önceden ödenen sigorta
primleriyle satın alınan ve hekimler tarafından veya aracılığıyla satılan bir
hizmettir. Hekimler sattıkları veya satılmasına aracı oldukları her hizmet için
ücret almaktadırlar. Rekabetçi bir sistemde çalışan hekimler, hastalarını
belirli mali sınırlar (SUT tarafından belirlenen) içinde tatmin etmeye ve elde
tutmaya çalışmak zorundadır.
x x x
Kapitalizmin
ilk yıllarından itibaren hekimlerin mesleklerini sermayenin “altta kalanın canı
çıksın” şeklinde özetlenebilecek acımasızlığından koruma çabalarının boşa
çıkmasının nedeni, hekimlerin çoğunun ülkelerinin ekonomik yaşamının yöneten
kurallara değil, fakat yalnızca bunların sağlık alanına girmesine karşı
çıkmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa toplumsal yaşamın yasaları da bileşik
kaplar yasasına benzer ve toplumsal yaşamın bütün hücrelerine giren kapitalizm
virüsünün sağlık alanını etkilememesi beklenemez. Hekimler isteseler de,
istemeseler de kapitalist bir ekonominin içindedir ve kapitalizmin genel
kuralları, birkaç yüzyıl gecikmeyle de olsa bugün sağlık ortamında da
belirleyici hale gelmiştir.
Küresel
sermayenin sağlık alanını kendisi için silah ve enerji sektöründen sonra
yatırım yapılabilecek ve kar elde edilebilecek üçüncü büyük sektör ilan etmesi
ve 1980’lerden itibaren Dünya Bankası ve IMF eliyle yürütülen yeni-liberal
politikalarla bütün dünyaya sağlıkta özelleştirme ve piyasalaştırmanın önü
açılmıştır.
Yeni-liberal
politikaların hekimlik üzerine etkileri yalnızca sağlıkta özelleştirme ve
piyasalaştırma uygulamalarının mesleki pratikleri üzerine olan etkilerle
sınırlı değildir. Kapitalist ekonomi kuralları altında yeniden biçimlendirilen
sağlık, eskisinden farklı “yeni” bir hekim tipine de gereksinim duymaktadır. Bu
hekim mesleki pratiğini hastasının gereksinimleri ve tıp biliminin
gereklerinden çok, kapitalist sağlık işletmesinin gereksinimlerine göre
uygulayacak bir hekimdir. Bunu sağlamak için başta tıp eğitimi (lisans ve lisansüstü)
olmak üzere hekimlik ortamında köklü değişiklikler gerekmektedir. Bu amaçla tıp
eğitimi masaya yatırılarak “standardizasyon”, eğitim “kalitesini” arttırmak,
21. Yüzyılın “gereksinimlerine” yanıt vermek gibi tamamen sübjektif amaçlarla
hekimden çok “teknisyen” yetiştirecek bir eğitim modeli yapılandırılmaya
başlanmıştır. Uzmanlık alanlarında oluşturulan tanı ve tedavi protokolleri ve
rehberler, uzman hekimleri dahi bu rehberlerin basit uygulayıcıları haline
getirmiştir.
Bütün
bu gelişmelere karşın hekimler, kapitalizm öncesi dönemden kaynaklanan
geleneklerin bir sonucu olarak mesleklerini icra ederken yüksek bir ahlaki
standardı koruyabilmeyi başarmışlardır. Sağlığın alınır satılır bir mal, hastanın
müşteri ve hekimin basit bir tüccar veya bu ticaretin aracısı haline geldiği
bir sistemde saygınlıklarını, mesleki bağımsızlıklarını, toplumsal konumlarını
ve ekonomik-özlük haklarını yitireceklerini fark eden hekimler, bu
düzenlemelere karşı başta meslek örgütleri olmak üzere çeşitli olanaklarla
mücadele etmeye başlamışlardır. Bu mücadele değişik ülkelerde farklı (hatta
bazen zıt) sloganlar altında yürütülse de (örneğin ABD’de sağlıkta kamusal
müdahaleye karşı hekim grevleri yapılırken, Avrupa ülkelerinde ve Türkiye’de
hekimler sağlığa kamusal desteğin kısılmasına karşı eyleme gitmektedir),
mücadeleyi güdüleyen ana etken hekimlik mesleğinin saygınlık ve statüsünü
yitirmeye başlamasıdır.
Bu
mücadelenin yasal ve meşru zeminlerde yürütülebilmesinde meslek odaları önemli
bir rol oynamaktadır. Meslek odaları gerek ülkelerindeki geniş hekim
kitlelerini temsil etmelerinden aldıkları meşruiyet ve gerekse kapitalizmin
erken dönemlerinde oluşturulmuş yasalardan aldıkları yetkilerle bu mücadelede
hekimlerin en önemli araçlarından birini oluşturmaktadırlar. Böylece ister bazı
Avrupa ülkeleri ve Türkiye’de olduğu gibi korporatist bir anlayışla, ister
Anglo-Amerikan geleneklerde olduğu gibi mesleki çıkarlar çerçevesinde kurulmuş
olsunlar, eskiden “düzenin” hekimlik alanını düzenlemekte yararlandığı bu
yapılar, kapitalizmin yeni-liberal aşamasında burjuvazi için bir ayak-bağı
haline gelmiştir.
663
sayılı KHK bu bağlamda bir anlam kazanmakta ve TTB yasasından “tabipliğin kamu
ve kişi yararına uygulanıp geliştirilmesini sağlamak” ibaresi çıkartılarak,
TTB’nin hekimlerin mesleki saygınlıklarını koruma mücadelesine önderlik
edebilmesine dayanak olan yasal zemin ortadan kaldırılmaktadır.
x x x
Kuşkusuz
TTB ve hekimler 663 sayılı KHK’nin iptali için her zeminde mücadele edeceklerdir.
Ancak günümüzde hekimlerin mesleki saygınlıklarını koruma mücadelesinin “ufkunun”
çok daha geniş olmasına gereksinim vardır.
Yukarıda
özetlenmeye çalışıldığı gibi hekimler mesleki saygınlıklarını koruma
mücadelelerini “kapitalizmin sağlık alanına olan etkilerinin sınırlandırılması”
temelinde yürütmüşlerdir. Kapitalizmin erken dönemlerinde kısmen başarılı olan
bu taktik, 1917 Ekim devrimi ve İkinci Büyük Savaş sonrası sosyalizmin bir
dünya sistemi haline gelmesi ortamında, burjuvazinin sağlık hizmetlerinde
sosyalleştirmeye varan (ulusal sağlık sistemleri ve doğrudan sosyalizasyon
uygulamaları) tavizler vermesiyle neredeyse tartışılmaz bir üstünlük
kazanmıştır. Hekimler kapitalizmi karşılarına almadan mesleki saygınlık ve
bağımsızlıklarını sürdürebilecekleri ve hem kendilerinin hem de hastalarının
yararına bir ortam sağlayabilecekleri yanılsamasına kapılmışlardır.
Sosyalizmin
çözülmesiyle eşzamanlı giden yeni-liberal saldırılar karşısında bu taktik
tamamen değerini yitirmiştir. Kapitalizmin sağlığı, silah ve enerji sektöründen
sonra yatırım yapılacak ve kar edilecek üçüncü büyük sektör ilan ettiği bir
ortamda, işçi sınıfının güçlü bir mücadelesine dayanmayan bir “çözümden” medet
ummak boş bir hayaldir. 20. yüzyılın tarihsel-toplumsal koşullarının biçimlendirdiği
ulusal sağlık hizmetleri ve sosyalleştirme uygulamaları tamamen “düzen-içi”
düzenlemeler olup, her ne kadar bu alan üzerinden kar elde etmek isteyen
burjuvazinin aleyhinde olsalar da, burjuvazinin genel çıkarları ve işçi
sınıfının gündelik çıkarları ile uyum içindedir. Dün işçi sınıfı için
“düzen-içi” olan bu uygulamalar, bugün “iktidar” sorunu haline gelmiştir.
Bu perspektifle kapitalizmin sınırlarını aşmayan, yalnızca kapitalizmin sağlık alanındaki etkilerini sınırlandırma çabalarıyla yetinen bir mücadele çizgisiyle, ne hekimlerin, ne de TTB’nin “bugünkü” konumlarını koruyabilmeleri dahi olanaksızdır. Bugün hasta ile hekim arasındaki para ilişkisinin ortadan kaldırılabilmesi “düzen-içi” düzenlemeleri aşan bir ufuk gerektirmektedir. Böyle bir ufku olmayan bir mücadele baştan yenilgiyle yazgılıdır.
(*)1970’lerin başında Kastamonu’da serbest hekimlik yapan dedem Dr.
Rusuhi Akalın, bu yıllarda dahi hastalarından muayene ücreti talep etmez, ödeme
gücü olanlar masasına kendi uygun gördükleri miktarı bırakır, parası olmayanlar
hiçbir ödeme yapmazlardı ve dedem o yıllarda böyle davranan tek hekim değildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder