Translate

13 Ekim 2014 Pazartesi

İş cinayetleri ve kendi yalanına inanmanın daniskası

Yine bir maden faciası, yine TV’lerde uzmanlar, yine cenazeler ve yine geride kalan acılı aileler... Bu tablo artık o bitmez tükenmez, aynı repliklerin art arda 3 – 5 kez tekrarlandığı, geçen bölümlerden sahnelerin tekrar tekrar izlendiği “pembe dizilere” döndü; kuşkusuz bir farkla, bizde oynanan versiyon “kömür karası”. 


Korkarım toplum iş cinayetlerine alıştırılıyor. Korkarım önümüzdeki yıllarda böyle 20 – 50 – 100 işçinin yaşamını yitireceği emek-kırımları haber bile olmayacak veya kıyılara köşelere konacak. Korkarım ki, bugün nasıl trafik kazaları nedeniyle ölümleri artık kanıksayıp, trafik “canavarına” bağlayıp, yalnızca “bayramdan bayrama” konuşulan bir sorun haline getirdiysek, yakında emek-kırımlarını da “iş kazası canavarına” bağlayıp bir kenara bırakacağız.

Emek-kırımlarından sonra TV ekranlarına çıkan politikacıları, “uzmanları”, meslek odalarından ve sendikalardan temsilcileri izlediğinizde şöyle izlenim edinmeniz mümkün: Aslında bu ülkede işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili bir mevzuat (kuşkusuz eksiği, gediği ile), bu mevzuatı yürütmek için kamusal bir örgütlenme (kuşkusuz yine eksiklerle) ve mevzuatı yaşama geçirmek için ilgili kişi ve kurumlar var, fakat bunlar “yetersiz” kalıyorlar veya bunlara uyulmuyor.

Buradan mantıken şu sonuca varıyorsunuz: Eğer yasalar uygulansa, eğer görevliler yasaların gerektirdiği tedbirleri alsalar, bu kazalar tümüyle olmasa bile büyük ölçüde önlenebilir ve bu acıları yaşamak zorunda kalmayız.

Mevzuattan başlayalım.

Birkaç yıldır kamuoyunda sanki Türkiye’de işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında önemli şeyler yapılıyormuş havası estirildi. Bu konudaki mevzuatın, AB mevzuatına uyumlu hale getirildiği iddiasıyla önce 6331 sayılı yasa çıkartıldı, ardından da bu yasaya dayanılarak çok sayıda yönetmelik yayınlandı. Aslında yasa ve yönetmeliklere “yüzeysel” olarak bakıldığında, gerçekten de AB mevzuatıyla aynı “başlıkları” taşıdıkları görülüyor, fakat yasa ve yönetmelikler AB’deki yasa ve yönetmeliklerle kıyaslandığında, özellikle “zurnanın zırt dediği” yerlerde ciddi farklılıklar olduğu görülüyor.

Bir örnek verelim:

6331 sayılı yasanın 22. Maddesi  “Elli ve daha fazla çalışanın bulunduğu ve altı aydan fazla süren sürekli işlerin yapıldığı işyerlerinde işveren, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili çalışmalarda bulunmak üzere kurul (İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu) oluşturur” diyor. Çalışma Bakanlığı yasanın bu hükmünün yerine getirilmesi için “İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları Hakkında Yönetmelik” yayınlamış. Yönetmeliğin 8. Maddesine göre işyerinde gerekli sağlık ve güvenlik tedbirlerinin alınması, uygulanması ve denetiminde bu kurul sorumlu.

Buraya kadar “işçi sayısı hariç” her şey AB mevzuatıyla uyumlu gibi görünüyor. AB’de (ve ABD’de) bu kurul 20 işçi çalıştırılan yerlerde oluşturulurken, Türkiye bunu 50’ye çıkartmış. Şüphesiz Türkiye’deki sanayi ve istihdam yapısı göz önüne alındığında bu azımsanacak bir fark değil. Sayı 50’ye yükseltilerek Türkiye’deki 20 – 49 işçi çalıştıran 55.534 işyeri ve buralarda çalışan 1.727.728 işçi “kapsam dışı” bırakılıyor.

Fakat daha önemlisi, yönetmelikte Kurul’un bileşimine bakıldığında (Madde 6), kurulda yer alacak 7 kişiden beşinin (işveren veya vekili, iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi, personel işleri sorumlusu, varsa sivil savunma uzmanı) doğrudan işveren veya işveren tarafından göreve getirilen kişiler olduğunu, yalnızca geri kalan iki kişinin (varsa forman, ustabaşı veya usta ve çalışan temsilcisi) işçilerden seçilerek geldiğini görüyoruz. Oysa AB’de (ve ABD’de) kurulun bileşimine bakıldığında, kurul içinde işçi ve işveren tarafının “eşit” olduğunu görüyoruz. Dahası var, Türkiye’de kurul kararları “oy çokluğu” ile alınabilirken, AB’de (ve ABD’de) kurul kararları için “oy birliği” şartı getirilmiş. Bu da yetmemiş, Türkiye’de eğer oylama sonucu eşit çıkarsa, “başkanın oyu iki oy sayılır” hükmü getirilmiş.

Yani bizim mevzuatımız, Nasrettin Hoca’nın bir leyleğin ayaklarını ve gagasını keserek “Şimdi kuşa benzedin” demesine benziyor. Yukarıdaki örnek, bunun tek örneği değil, AB mevzuatında işçiler lehine olan bütün düzenlemeler “kesilmiş” ve Türkiye için mevzuat haline getirilmiş.

Şimdi TV’lerde kerli ferli kişiler çıkıp, bütün bunları görmezden gelip, sanki Türkiye’de işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin çağdaş bir mevzuat varmış, fakat uygulanmıyormuş gibi konuşuyorlar. Bu nedenle bu yazının başlığı “kendi yalanına inanmanın daniskası” olarak seçildi.

Biraz da uygulamaya bakalım.

Kuşkusuz kuşa çevrilmiş haliyle de olsa mevcut mevzuat uygulansa, en azından kazalardan bir kısmı önlenebilir veya bu kadar çok can kaybı olmayabilirdi. Fakat bu mevzuatı “kim” uygulayacak?

Bu soruya iki boyutuyla yanıt arayalım. Birincisi, mevzuatın hükümlerini işyerlerinde yerine getirecek olan iş güvenliği uzmanları ve işyeri hekimleri; ikincisi, bu hükümlerin yerine getirilip getirilmediğini denetleyecek iş sağlığı ve güvenliği müfettişleri.

Yine TV’lere çıkan kerli ferli kişiler sanki Türkiye’de iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi varmış gibi konuşuyorlar. Aynı mevzuatta olduğu gibi Türkiye’de de kendilerine “iş güvenliği uzmanı” veya “işyeri hekimi” denen kişiler var, fakat bunlar “gerçekten”  iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi mi?

AB ve ABD’de iş güvenliği uzmanı olabilmek için üniversitelerde 4 (yazı ile “dört”) yıllık bir lisans programını bitirmek zorunluluğu vardır. İş güvenliği uzmanı olmak isteyenler, bu program içinde ikinci ve üçüncü sınıfın yaz dönemlerinde üçer ay (toplam 6) fabrika stajı yapmak zorundadır. Bu programı tamamlayanlar meslek örgütü tarafından bir board sınavına alınarak, başarılı olanlara lisans verilir. Birçok ülkede iş güvenliği uzmanlığı eğitimini tamamlayanlar, bir yıllık stajyerlik döneminden sonra tek başlarına çalışma yetkisi alırlar.

Türkiye’de ise “iş güvenliği uzmanı” olabilmek için “ticari dershanelerde” 220 saatlik (yazı ile ikiyüz-yirmi) bir eğitim yeterlidir. Bu eğitimin de 90 saati “uzaktan” eğitimle yapılır. AB ve ABD’deki 6 aylık uygulama eğitimi, ülkemizde bu 220 saatin yalnızca 40 saatiyle sınırlıdır. Merkezi bir sınavı başaran kursiyerlere “iş güvenliği uzmanı” unvanı verilir ve “aynı gün” bir işletmede göreve başlayabilirler.

Gelelim işyeri hekimliğine.

AB’de işyeri hekimliği bir “uzmanlık alanıdır”. Tıp fakültesini bitirmiş hekimler, 4 (yazı ile “dört”) yıllık bir “uzmanlık” eğitiminden (İşyeri Hekimliği Uzmanlığı) sonra işyeri hekimliği yapma yetkisi alırlar. Bu eğitimin yarısı Türkiye’deki Ortak Sağlık Güvenlik Birimi (OSGB) benzeri kurumlarda (yani işyerlerinde), yarısı da “meslek hastalıkları hastanelerinde” geçer. Eğitim sonunda meslek örgütü tarafından yapılan board sınavında başarılı olanlar işyeri hekimi olabilir.

Türkiye’de ise “işyeri hekimi” olabilmek için, aynı iş güvenliği uzmanlığı eğitiminde olduğu gibi, “ticari dershanelerde” 220 saatlik (yazı ile ikiyüz-yirmi) bir eğitim yeterlidir. Bu eğitimin de 90 saati “uzaktan” eğitimle yapılır. Uygulama eğitimi, ülkemizde bu 220 saatin yalnızca 40 saatiyle sınırlıdır. Merkezi bir sınavı başaran kursiyerlere “işyeri hekimi” unvanı verilir ve “aynı gün” bir işletmede göreve başlayabilirler.  

Yani Türkiye, AB ve ABD’de iş güvenliği uzmanlarına ve işyeri hekimlerine 4 (yazı ile “dört”) yılda kazandırılan bilgi ve becerileri, 220 saatte kazandırmaktadır (!). Türkiye’de de çağdaş dünyada olduğu gibi iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi “var” demek, gerçekten kendi yalanına inanmanın daniskasıdır.

Son olarak yasa ve yönetmeliklerin yerine getirilmesini denetlemekle görevli iş sağlığı ve güvenliği müfettişlerine bakalım.

Yine kerli ferli kişiler TV’lere çıktıklarında sanki Türkiye’de de başka ülkelerde olduğu gibi, sayıları yetersiz de olsa, iş sağlığı ve güvenliği müfettişi “varmış” gibi konuşuyorlar ve denetimlerin “yetersizliğinden” bahsediyorlar.

Ankara’yı ele alalım: Ankara Grup Başkanlığı’nda görevli 89 teknik, 89 sosyal olmak üzere toplam 178 iş müfettişi vardır ve bunların çoğu son yıllarda işe alınmıştır. Bu müfettişlerin görev alanına giren iller,  Ankara, Sakarya, Bolu, Düzce, Konya, Kayseri, Kütahya, Afyon, Sivas, Tokat, Kırşehir, Kocaeli, Kastamonu, Çankırı, Kırıkkale, Yozgat, Nevşehir, Niğde, Eskişehir, Karaman, Bilecik, Aksaray’dır.

Vicdan sahibi insanlara soruyorum: bu tabloyu “iş müfettişi sayısı yetersiz” tümcesi ifade edebilir mi? Teknik olarak evet; fakat bu öyle bir “yetersizlik” ki, aslında neredeyse “yok” sözcüğü ile ifade edilebilecek bir yetersizlik.

Eğer bu ülkede emek-kırımlarının son bulmasını istiyorsak, önce kendi uydurduğumuz yalanlara kendimiz inanmayı bırakmalıyız. Gerçeklerle yüzleşmeden bu sorunları çözebilme şansımız yoktur. Evet, anlıyorum, Türkiye’de bir “aydının” 2014 yılında ülkesinde çağdaş işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamalarının olmadığını “itiraf” etmesi kolay değil. Kuşkusuz bunu itiraf ettiğinde “olmayan” bir şey üzerine konuşması da zor olacak. Fakat artık yalanları bırakmanın ve gerçeklerle yüzleşmenin zamanı geldi. Bizim yalanlarımızın ceremesini, bu ülkenin işçileri çekiyor.


Akif Akalın

   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder