(Bu yazı 9 – 10 Eylül 2024 tarihlerinde Çanakkale ve Kepez’de düzenlenen “Kazdağlarında Madencilik Gerçeği: Madenciliğin Tarım, Çevre ve İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkileri” panelleri için hazırlanmış olup, PPT sunumla birlikte değerlendirilmiştir.)
Sağlığın ve hastalığın en önemli sosyal belirleyicisi, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyidir.
(Bu yazı 9 – 10 Eylül 2024 tarihlerinde Çanakkale ve Kepez’de düzenlenen “Kazdağlarında Madencilik Gerçeği: Madenciliğin Tarım, Çevre ve İnsan Sağlığı Üzerindeki Etkileri” panelleri için hazırlanmış olup, PPT sunumla birlikte değerlendirilmiştir.)
İlk “Meslek Hastalıkları Enstitüsü” 101 yıl önce bugün, 20 Haziran 1923’de Vladimir Konoplyankin’in Müdürlüğü altında, Moskova’da Vorontsovo pole Caddesi 14 numarada yer alan eski Evangelik Hastanesi binasında hizmete açıldı. Moskova Halk Sağlığı Departmanı’na bağlı olarak “Meslek Hastalıkları Enstitüsü” adıyla hizmete açılan Enstitüye daha sonra Dr. Vladimir Alexandrovich Obukh’un ismi verildi: “V. A. Obukh Meslek Hastalıkları Araştırma Enstitüsü”.
Bugün Avrupa’da yalnızca İspanya’da (o da 2023 Şubat’ından beri) yürürlükte olan, geçtiğimiz yıllarda İtalya’nın reddettiği, Fransa’da bu hafta örgütlenen “Yeni Halk Cephesi” programında yer alan “ücretli adet izni” hakkı, tarihte ilk kez Sovyetler Birliği’nin emekçi kadınlarına tanınmıştı.
Bugün Kepez Kent Konseyi’nin Genel Kurulu vardı. Tabii cep telefonları uçuş düzenine alındığından dış dünya ile ilişkimiz kesilmişti. Erdal Atabek abiyi yitirdiğimizi bu nedenle geç öğrenebildim.
Erdal abi, lafın gelişi değil, gerçekten abimizdi. Ben 1970’li yıllarda tıp fakültesinde öğrenciyken, Erdal abi o zaman merkezi İstanbul’da olan Türk Tabipleri Birliği’nin Merkez Konseyi Başkanı’ydı. Ama ne başkan!
Doktor dendiğinde zihnimizde hastaların ağrısını dindirmeye, rahatsızlığını geçirmeye veya yarasını iyileştirmeye çalışan biri canlanır. Gerçekten de doktorluk mesleği binlerce yıl böyle icra edildi. Hastalar doktorlardan (büyücülerden, şamanlardan, şifacılardan) dertlerine çare aradı, onlar da kendilerine başvuran hastaları iyileştirmeye çalıştılar.
Doktorların çoğu kendilerine biçilen “iyileştiricilik” rolünü benimseyerek, mesleki pratiklerini kendilerine başvuran hastaları iyileştirmeye çalışmakla sınırlarken, bazı doktorlar yalnızca kendilerine başvuran hastaları iyileştirmeye çalışmakla yetinmeyip, hastalıklara yol açan koşulları da iyileştirmek istediler ve böylece “başka bir doktorluk” doğdu.
ÖNSÖZ
İkinci Emperyalistler-arası Paylaşım Savaşı yıllarında iki toplumcu hekim, Dr. M. Hulusi Dosdoğru ve Dr. Sâbire Dosdoğru, Türkiye’de toplumcu tıp düşüncesine ses oldular ve ülkemizde sağlık sorunlarına “toplumcu” yaklaşımın ilk örneklerini sundular.
Dr. Sâbire Dosdoğru, Tan Gazetesi’nde yayınlanan bir yazısında toplumcu tıbbın kurucusu Friedrich Engels’e atıf yaparken, Dr. M. Hulusi Dosdoğru da Sendika Gazetesi’nde yayınlanan bir makalesinde, yirminci yüzyılın ilk yıllarında toplumcu tıp düşüncesinin Avrupa’da yayılmasını sağlayan Dr. Alfred Grotjahn’dan alıntı yapıyordu.
Geçtiğimiz günlerde British Medical Journal - Global Health dergisinin online nüshasında Guddi Singh ve Jason Hickel imzasıyla “Capitalogenic disease: social determinants in focus” başlıklı bir editoryal yayınlandı. Makalede kapitalizmin insanları nasıl hasta ettiği, hastalıklarını sürdürdüğü ve sağlıkta eşitsizlikler yarattığı anlatılıyor.
Şüphesiz kapitalizmin insanları nasıl hasta ettiği Friedrich Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” başlıklı kitabını okuyanlar için sır değil. Engels günümüzden 178 yıl önce emekçiler arasında yaygın olan hastalıkların ve vakitsiz ölümlerin nedenlerinin yoksulluk veya kötü çalışma ve yaşam koşullarında değil, bunlara da neden olan üretimin kapitalist örgütlenmesinde ve sosyal çevrede aranması gerektiğini söylüyordu.
Birkaç yıl sonra Engels’in ifadelerini tıbba tercüme eden Rudolf Virchow da, işçilerin ve emekçilerin yaşam koşullarının, kötü barınma ve beslenme koşullarının onları hastalıklara “daha yatkın” hale getirdiğini, diğer bir deyişle hastalıkların oluşması ve gelişmesi için “yeterli” koşulu yarattığını savunmuştu.
Yazarların makalelerinde Engels ve Virchow’a hiçbir atıf yapmadan, iddialarını günümüzde yeniden dünyanın en prestijli dergilerinden birinde gündeme taşımaları “ahlaki” yönden tartışılabilir, fakat makalenin sağlık sorunlarının kökeninde kapitalist üretim tarzını araması takdire değer.
Bugüne kadar güvencesiz istihdamın işçilerin sağlığı ve iyiliği üzerindeki olumsuz etkilerine ilişkin birçok araştırma yayınlanmış ve biz de bu konuyu birçok makalemizde ele almıştık (1 – 5). Geçtiğimiz hafta İsveç’in Karolinska Enstitüsü, bu konuda çok çarpıcı bir araştırma daha yayınladı (6). Araştırmacılar güvencesiz çalışan emekçilerin, güvenceli çalışmaya geçmeleri halinde vakitsiz ölüm risklerinin yüzde 20 azaldığını ortaya koydular.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) 1982 yılında kabul edilen Anayasa’sı, sağlığı yurttaşları için bir hak ve devlet için bir yükümlülük olarak görüyor ve sağlık hizmeti sunumunda her türlü ayrımcılığı (ırk, toplumsal cinsiyet vb) yasaklıyor. Ancak ÇHC yurttaşlarının ezici çoğunluğunu oluşturan, geçimlerini emek güçlerini satarak sağlayan kesimler için sağlık hakkı “kağıt üzerinde” kalıyor.
Bunun başlıca iki nedeni var. Birincisi, ÇHC’de tıbbın ve sağlık hizmetlerinin sağlığın “sosyal” belirleyicilerine hitap etmemesi ve ikincisi, toplumun maddi durumu iyi olan kesimleri gereksindikleri hizmetleri bedelini ödeyerek “özel” sağlık sektöründen sağlayabilirken, emekçilerin büyük bir bölümünün bu olanaklardan yoksun kalması.
1980’li yıllardan sonra liberal
ideolojinin etkisi altına giren sol, bugün genelde sağlık ve özelde işçi
sağlığı ve iş güvenliği sorunlarında, 1970’lerde kıyasıya eleştirdiği sermaye
güdümlü “teknik çözümleri” benimsiyor. Siyasi yelpazenin solunda yer
aldıklarını, emekten yana olduklarını ifade eden siyasi partiler, emek
örgütleri ve meslek kuruluşları, bugün işçi sağlığı alanında 1970’li yıllarda
savundukları fikirlerin çok uzağına düştüler.
1970’li yıllarda sol, işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunlarının “siyasal” olduğunu ve teknik düzenlemelerle çözülemeyeceğini savunuyordu. Diğer bir deyişle 1970’li yıllarda sol, sağlığa ve işçi sağlığına “sınıfsal” bir yaklaşım benimsiyordu. 1980’li yıllardan sonra solun “sınıftan” ve dolayısıyla sorunlara “sınıfsal yaklaşımlardan” uzaklaşması, liberal ideoloji etkisinde “kimlik” siyasetine yönelmesi, bugünlere gelen yolların taşlarını döşedi.
Toplumcu tıbbın mimarı Friedrich
Engels ömrünün büyük bir bölümünü İngiltere’de geçirmiş bir Alman’dır. 1842
yılında, henüz 22 yaşındayken, ailesinin İngiltere’deki tekstil işletmesinde
çalışmak üzere Manchester’a gelir. Burada kaldığı 21 ay boyunca işçilerin ve
emekçilerin maruz bırakıldıkları çalışma ve yaşam koşullarını gözlemler ve
1845’de ülkesine döndüğünde, Almanlara kapitalist sanayileşmenin nelere yol
açtığını göstermek için “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” başlıklı kitabını
yayınlar.
Engels’in Manchester’a ikinci gelişi beş yıl sonra, 1849’da gerçekleşir ve bu kez aile işletmesinden emekli olduğu 1870 yılına kadar Manchester’da kalır. 1870’de Londra’ya taşınan Engels, 1895 yılında ömrünü bu şehirde tamamlar. Engels’in Manchester’a üçüncü ve son gelişi ise ölümünden 122 yıl sonra, 2017 yılında gerçekleşir.
Afrika Gıda ve Konserve İşçileri Sendikası 1981 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti’nin başkenti Cape Town’a 60 kilometre uzaklıktaki Paarl kasabasında üyeleri için sendikanın Tıbbi Yardım Fonu ile bir klinik açtı.
Komünist Manifesto’nun başlangıcında yer alan “Burjuvalar ve Proleterler” bölümü, “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir" tümcesiyle başlar. Buradan hareketle komünistler karşılaştıkları bütün toplumsal olayları ve olguları “sınıf mücadelesi” içinde anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırlar.
Bertolt Brecht’i 66 yıl önce bugün
yitirdik. Yirminci yüzyıl Alman şiiri ve tiyatrosunun en önemli ismi olan
Brecht’in sağlığa ve hastalığa “toplumcu” yaklaşımı mükemmel yansıtan şiirleri
vardır. Hekimleri “sağlığın toplumsal belirleyicileri” konusunda uyaran Brecht,
onlardan hastalıkların biyolojik nedenlerine takılıp kalmamalarını, “toplumsal”
nedenlerine inmelerini ister.
“Bir işçinin hekime çektiği söylev” şiirinde
kendisini neyin hasta ettiğini bilen işçi, hekime ders verir: “elbiselerimizi
yıpratan neyse, vücudumuzu yıpratan da odur”.
Bedenindeki ağrının “rutubetten” olduğunu söyleyen hekime evinin duvarındaki lekenin de rutubetten olduğunu söyleyen işçi sorar: “Rutubet nereden”?
Bu hafta Çanakkale - Ayvacık Belediyesi’nin davetiyle, Ayvacık ve Küçükkuyu Belediyelerinin yöneticileriyle ve bölgedeki Muhtarlarla “Uranyum Madenciliği” üzerine konuşmak için Küçükkuyu’daydık. Fırsattan istifade ederek MTA’nın geçtiğimiz ay uranyum aramak için sondaj çalışmalarına başladığı Arıklı köyünde Kaz Dağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği ve Arıklı Dayanışması’nın düzenlediği bir söyleşiye de katıldık.
Omikron varyantının yaygınlaşmasıyla
birlikte vaka sayıları tırmanışa geçip, yoğun bakım yatakları dolmaya
başlayınca, “kapanma” konusu da ister istemez yeniden gündeme geldi. Avrupa’nın
birçok ülkesi yılbaşı yaklaşırken yeniden kapanmaya hazırlanıyor. Fransa,
Danimarka, İngiltere, İrlanda ve Almanya şimdiden bazı kapanma tedbirlerini
uygulamaya başladı bile (1, 2, 3).
Bu durum “kapanma karşıtlarını” telaşlandırdı ve kapanma tedbirine başvurulmasına karşı kamuoyu oluşturmak için harekete geçirdi. Dünyaca tanınmış kapanma karşıtı Jay Bhattacharya, 17 Aralık’ta İngiltere’nin sağcı – muhafazakâr Daily Mail gazetesinde bir yazı yayınlayarak hükumetlerden “kapanmayı unutmalarını” istedi (4).
Hükumetin ekonomide aldığı son kararlar birçokları tarafından “çılgınlık” olarak algılandı. Merkez Bankası’nın faizleri hükumetin talebi doğrultusunda indirmeyi sürdürmesi, dahası önümüzdeki aylarda da indirmeye devam edeceğini söylemesi “çılgınlık” olarak değerlendiriliyor. Fakat Cumhurbaşkanı’nın son konuşmalarından bu eleştirileri hiç umursamadığını ve bildiğini yapmaya devam edeceğini anlıyoruz.
Birilerinin insanların hastalıkları
üzerinden kazanç sağlamasına izin verilen bir düzende, ancak paranız kadar
sağlık hizmeti alabilirsiniz. Bu durum şeker hastalığı gibi etiyolojisinde
yaşam tarzının büyük rol oynadığı hastalıklar için daha da belirgindir.
Dünya Diyabet Günü’nden birkaç gün önce Dünya Sağlık Örgütü tarafından yayınlanan “100 yıllık sözü tutmak: insüline erişimi evrensel kılmak” başlıklı rapor, bugün dünyada insüline gereksinim duyan en az 30 milyon insanın, kapitalist ilaç şirketleri tarafından üretilen ve pazarlanan insüline “bedelini ödeyemedikleri” için erişemediklerini anlatıyor.
Daha önceki değerlendirmelerimizde,
yaz aylarıyla birlikte vaka sayılarında geçen yıl olduğu gibi bir gerileme
yaşanacağını, fakat sonbaharda dördüncü bir pikin mümkün olduğunu belirtmiştik.
Ancak bu öngörümüzü yaptığımız günlerde başta İngiltere, Fransa, Almanya ve
Rusya olmak üzere birçok ülke Türkiye’ye yurttaşlarının seyahat etmesini
zorlaştıracak tedbirler almıştı.
Bu hafta Avrupa’da bazı ülkelerin Türkiye’ye seyahat edecek yurttaşları için tedbirleri gevşetmeye başladıklarını gördük. Bu durum bizi sonbahardan daha önce bir dördüncü pik tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor. Özellikle hükumetin yurt dışından turist çekebilmek için test ve karantina tedbirlerini tamamen kaldırdığı düşünüldüğünde, bu tehdidin oldukça ciddi olduğunu söyleyebiliriz.