Dünya kamuoyu Paris katliamına teşhisi koydu: basın (düşünce) özgürlüğüne saldırı. Bu makalede Paris katliamını ve islamcı terörü, “düşünce özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağım.
Düşünce özgürlüğünün kısa tarihi
Düşünce özgürlüğü Sümerlere kadar uzanan bir kavram. Tarih boyunca birçok düşünür düşünce özgürlüğü konusunu “felsefi” düzlemde ele almış, fakat bu kavramın ete – kemiğe bürünmesi 1789 Fransız Devrimi ile gerçekleşmiştir. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile düşünce özgürlüğü garanti altına alınmıştır.
Madde 11: Düşüncelerin ve inançların serbestçe dışavurumu en değerli insan haklarından bir tanesidir. Her bir yurttaş yasaların belirlediği durumlarda bu özgürlüklerin kötüye kullanımından sorumlu olmak şartı ile bu ifadelerini özgürce konuşabilir, yazabilir ve yayınlayabilir.
Bu dönemde burjuvazi, aristokrasiye karşı mücadelesinde bütün insanların eşit doğduğunu savunarak geniş emekçi kesimlerin desteğini almıştır. Aristokrasinin sırtını dayadığı kiliseye karşı mücadelesinde düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğünü öne çıkartan burjuvazi, iktidarı ele geçirdikten sonra kurduğu sermaye düzeninde bu ilkelerin işçi sınıfının “örgütlenmesine” hizmet ettiğini görerek bunlardan uzaklaşmak istemiş, fakat 1848 devrimleriyle başlayan, Paris Komünü ile devam eden ve 1917 Ekim devrimiyle taçlanan işçi sınıfı mücadelesi buna izin vermemiştir.
Sermayenin yirminci yüzyılda işçi sınıfına karşı en büyük saldırısı faşizmdir. Avrupa’da işçi sınıfının elde ettiği kazanımları yok etmek isteyen sermaye, yirminci yüzyılın ilk yarısında başta Sovyetler Birliği olmak üzere emeğe karşı büyük bir saldırıya geçmiş, ancak Kızılordu’nun ve dünya emekçilerinin kararlı duruşu karşısında başarıya ulaşamamıştır.
Faşizme karşı mücadelenin dünyanın üçte birini sermaye egemenliğinden kurtulmasıyla sonuçlanması karşısında elinde kalanları koruma telaşına düşen sermaye, 1948 yılında, 1789 devriminin ilkelerini yeniden sahiplenmek ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni kabul etmek zorunda kalmıştır. Dört yıl sonra kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 18. Maddesini aynen benimsemiştir.
Madde 18: Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak, din veya inancını değiştirme özgürlüğünü ve din veya inancını, tek başına veya topluca ve kamuya açık veya özel olarak öğretme, uygulama, ibadet ve uyma yoluyla açıklama serbestliğini de kapsar.
Bu kısa tarihçede anlatılmak istenen, sermaye sınıfının iktidara geldikten sonra 1789 sürecinde savunduğu düşünce özgürlüğünü, bu özgürlüğün işçi sınıfının örgütlenmesine hizmet etmesi nedeniyle bir kenara bıraktığı ve artık bu kavramın tek sahibinin düşünce özgürlüğünü “örgütlenme özgürlüğüne” temel yapan işçi sınıfı olduğunu ortaya koymaktır. Nitekim tarih boyunca ve günümüzde insan haklarına en saygılı ülkelerin yalnızca işçi sınıfının “örgütlü” olduğu ülkeler oluşu bunun en somut kanıtıdır.
Düşünce özgürlüğünün gerçek savunucusunun işçi sınıfı olduğu, işçi sınıfının örgütlülük düzeyi ile insan hakları arasındaki ilişkiyle gösterilebilir. OECD ülkeleri içinde sendikalaşma oranlarının en yüksek olduğu ülkelerin insan hakları konusundaki sicilleri oldukça iyi durumdayken, sendikalaşma oranlarının yerlerde süründüğü Türkiye gibi ülkelerde insan hakları ihlallerinin yaygın olması tesadüf değildir.
Neoliberalizmin kısa tarihi
David Harvey’in “Neoliberalizmin Kısa Hikayesi” başlıklı kitabının kapağında dört meşum politikacının resmi vardır: Ronald Reagan, Deng Xiaoping, Augusto Pinochet ve Margaret Thatcher. Harvey kitabının başlangıç bölümünde bu dörtlünün neoliberalizmin ortaya çıkışındaki rollerini ayrıntılarıyla inceler. Bence kapakta Kenan Evren’in fotoğrafının da olması gerekirdi. Türkiye’de gerçekleşen 12 Eylül darbesi ve sonrası gelişmelerin de neoliberalizmin tarihinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Nitekim Türkiye’nin ilk kadın başbakanı Tansu Çiller, Türkiye’de 12 Eylül ile başlayan liberalleşme sürecinin önemli bir aşaması olan 5 Nisan (1994) kararlarından sonra dünyanın son sosyalist sistemini (sosyal devlet uygulamalarını kastediyor) yıkmış olmakla övünmüştür.
Harvey’e göre neoliberalizm ilk bakışta insanların iyiliğinin en iyi güçlü mülkiyet hakları, serbest pazarlar ve serbest ticaretle karakterli kurumsal bir çerçeve içinde, bireysel girişim özgürlükleri ve becerilerinin serbestleştirilmesiyle ilerletilebileceğini öneren politik ekonomik uygulamaların kuramıdır. Bu kuramda devlete, bu uygulamalar için uygun bir kurumsal çerçeve yaratmak ve bunu korumak görevi biçilmiştir. Kurama göre bireysel özgürlüklerin garantisi serbest pazar ve serbest ticarettir ve devletin görevi pazarın ve ticaretin serbestliğini sağlamaktır. Görüldüğü gibi burada “düşünce özgürlüğü” yerini “bireysel girişim özgürlüğüne” bırakmıştır.
Neoliberal kuram tarihte ilk kez 11 Eylül (1973) darbesiyle Şili’de uygulamaya konmuştur. Sosyalist Salvador Allende yönetimi devrilerek, Allende’nin eğitimden sağlığa yaşamın birçok alanında gerçekleştirdiği sosyal devlet uygulamalarına son verilmiş, sendikalar güçten düşürülmüş ve pazar üzerindeki kamusal denetimler kaldırılmıştır. Bu politikalar kısa zamanda Şili’ye hızlı bir büyüme ve sermaye birikimi sağlamış, ülkeye akan yabancı sermaye göreli refah yaratmıştır. 1970’lerin sonlarında neoliberal politikalar Çin, ABD ve İngiltere tarafından benimsenerek uygulanmaya başlamıştır.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, neoliberal politikaların uygulanabilmesinin en önemli koşulunun “örgütlenme özgürlüğünün” ortadan kaldırılması olduğudur. Oysa sosyalizme mesafeli duran aydınlar yıllarca bu gerçeğin farkına varamamışlardır. Sosyalizme mesafeli duran aydınlar 1970’lerde Reagan – Thatcher ekürisi öncülüğünde başlatılan neoliberal saldırının başlangıçta yalnızca sosyalistlere karşı olduğunu düşünmüşlerdir. Bu saldırının 1990’larda emekçilerin dünya üzerindeki kalelerinin yıkılmasıyla sonuçlanacağı düşünülmüş, fakat sosyalizmin yıkılmasına rağmen durmamış ve yönünü kapitalist ülkelerdeki emekçilere çevirmiştir. Bu durum OECD’nin yayınladığı sendikalaşma oranlarında kendisini apaçık göstermektedir.
OECD internet sayfalarından 1960 – 2013 dönemindeki sendikalaşma oranlarına erişebilirsiniz. Buna göre hemen bütün üye ülkelerde emekçilerin sendikalaşma oranları 1960 – 1975 döneminde artış gösterirken, Reagan – Thatcher ekürisi öncülüğünde başlatılan saldırılarla birlikte hızla düşmeye başlamaktadır. Buradan saldırının yalnızca sosyalist ülkelere karşı değil, aynı zamanda kapitalist ülkelerdeki emekçilere de karşı olduğunu anlayabiliyoruz.
Yazıyı rakama boğma riski pahasına bu oranları vermek istiyorum (ilk yüzde 1975, ikincisi 2013 yılına ait): Avusturalya 50.1 – 17; Avusturya 59 – 27.4; Kanada 34.3 – 27.2; Fransa 22.2 – 7.7; Almanya 35.8 – 21.3; İrlanda 52.6 – 29.6; İtalya 48 – 36.9; Japonya 34,5 – 17.8; Hollanda 37.8 – 17.6; Portekiz 60.8 – 20.5; İsveç 74.5 – 67.7; İngiltere 42 – 25.4; ABD 25.3 – 10.8 ve OECD ortalaması 34.7 – 16.9. Türkiye’nin 1975 verisi yok, 1986 yılında 20.8 ve 2012’de 4.5.
OECD ülkeleri arasında emeğin örgütlülüğünü koruyabildiği ülkeler de var: İspanya, Belçika, Danimarka, Finlandiya ve Norveç gibi işçi sınıfının göreli güçlü olduğu ülkelerde kazanımlar olmasa da, en azından kayıp yok.
Son 10 yılı değerlendiren tablolara bakıldığında durum daha da vahimleşiyor. 33 OECD ülkesi arasında son on yılda işçi sınıfının örgütlülüğünü koruyabildiği yalnızca 3 ülke var: Şili, İtalya ve İspanya. Diğer ülkelerde sendikalaşma oranları azalmış. Türkiye’de bu azalma yüzde 50’yi aşmış ve sendikalaşma yüzde 9.5’den yüzde 4.5’e gerilemiş.
Bu gelişmelerin daha iyi anlaşılabilmesi için, OECD ülkelerinde sendikalaşma oranları azalırken, sermaye cephesinde neler olduğuna bakmak gerekiyor.
ABD’de toplumun en zengin yüzde 1’lik diliminin İkinci Paylaşım Savaşı sonrası ülkenin zenginliğinden aldığı pay yüzde 15’e yakın iken, işçi sınıfının küresel kazanımları sayesinde bu oran hızla düşmüş fakat 1970’lerin sonunda neoliberal politikaların uygulanmaya başlamasıyla yeniden yüzde 15’lere ulaşmıştır. Toplumun en zengin binde 1’lik kesiminin ulusal gelirden aldığı pay da, neoliberal uygulamalarla birlikte 1978’de yüzde 2’den, 1999’da yüzde 6’ya yükselmiştir. Kuşkusuz bu gelişmelerden beyaz yakalıların en üst katmanını oluşturan CEO’lar da yarar sağlamıştır. 1978’de bir CEO maaşı ortalama 30 çalışanın maaşına eşitken, 2000 yılında bir CEO maaşı ortalama 500 işçinin maaşının toplamına ulaşmıştır. İngiltere’de de benzer gelişmeler yaşanmıştır; en zengin yüzde 1’lik dilimin ulusal gelirden aldığı pay neoliberal politikalarla 1982 sonrası ikiye katlanmıştır (yüzde 6,5’dan 13’e).
Düşünce özgürlüğü, neoliberalizm ve islamcı terör
Sendikalaşma oranlarındaki gerileme ile toplumun en zengin yüzde 1’lik kesiminin gelirlerinin katlanması aynı madalyonun iki yüzüdür. Sermaye bunu, sendikalaşma oranlarını gerileterek başarmıştır. Bu zaferin “kalıcı” kılınabilmesi ise işçi sınıfının “örgütlenme özgürlüğünün” kaynağı olan “düşünce özgürlüğünün” ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Çünkü “düşünce özgürlüğü” var oldukça, işçi sınıfı bu özgürlükten yararlanarak örgütlenebilecek ve sermaye karşısında tehdit oluşturabilecektir. Bu nedenle sermaye 2000’li yıllardan itibaren “düşünce özgürlüğünü” ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerini arttırmaya başlamıştır.
İslamcı terörün bu bağlamda geçmişteki “faşizm” yerine devreye sokulduğunu düşünüyorum. El Kaide ve IŞİD, geçmişte sermaye tarafından palazlandırılan Alman Nazi ve İtalyan Faşist Partisi’nin günümüzdeki karşılıklarıdır. Bu kez faşizmin emek düşmanı özünü gizlemek için kullandığı “Yahudi düşmanlığı” görüntüsünün yerini, “islamcılık” görüntüsü almıştır.
“Yeşil kuşak” ve Afganistan’dan başlayarak 11 Eylül, Irak işgali ve Arap Baharı ile devam eden süreçte neoliberalizm, islamcı terörü dünya üzerinde islamın etkin olduğu coğrafyalarda 20 yüzyıl içinde sermayenin kontrolünden çıkmış ülkeleri yeniden sermaye egemenliği altına almak için kullanmıştır. Bugün sıra düşünce özgürlüğünün beşiği olan “batıya” gelmiştir.
Hekimlikte teşhis, tedavinin yarısıdır derler. Gerçekten de sorunlara doğru teşhis koyamazsanız, tedavi etme şansınız yoktur. Bu nedenle islamcı terörün amacını ve ardında kimlerin olduğunu görmek büyük önem taşıyor. Paris katliamı, Avrupa’da son yıllarda meydana gelen pek çok islamcı terör olayı gibi batıda “düşünce özgürlüğünü” ortadan kaldırma stratejisinin bir halkasıdır. Sermaye bugün düşünce özgürlüğünün tek kararlı savunucusu olan işçi sınıfını güçten düşürerek, düşünce özgürlüğünü ortadan kaldırmanın önündeki en büyük engeli ortadan kaldırmış durumdadır.
Bu noktanın kavranmasının önümüzdeki süreçte islamcı teröre karşı mücadelede çok önemli olduğunu düşünüyorum. Diyarbakır’da bir Hollandalı gazeteci “tweetleri” nedeniyle göz altına alındı. Bu durum 1789 değerlerinin ilk sıralarında yer alan “düşünce özgürlüğünün” apaçık bir ihlaliydi. Gazeteci serbest bırakıldıktan sonra İMC televizyonuna canlı yayında “Hollandalı olduğu için şanslı olduğunu” söyledi. Böyle bir olay Hollanda da olamazdı. İronik olan, gazetecinin bunları söylerken ekranın altında Paris katliamının haberinin geçiyor oluşuydu.
Anlatmak istediğim budur. Sosyalizme mesafeli duran aydınlar, geçmişte faşizmin özünü kavrayamadıkları gibi, bugün de islamcı terörün özünü ve amaçlarını kavrayamamaktadırlar. Hollandalı gazeteci hala “düşünce özgürlüğü ihlallerinin” Türkiye gibi ülkelere özgü olduğunu, kendi ülkesi gibi “merkez” ülkelerin bundan bağışık olduğunu düşünmektedir. Oysa artık çanlar “merkez” ülkeler için çalmaya başlamıştır. Düşünce özgürlüğüne karşı son 50 yılın en kanlı saldırısının, düşünce özgürlüğüne beşiklik eden Paris’te gerçekleşmiş olması anlamlıdır.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder