Toplumcu tıbbın
babası olarak bilinen Rudolf Virchow, bu unvanını
hastalıkların ve ölümlerin toplumsal-ekonomik nedenlerini ortaya koyduğu, diğer
bir deyişle morbidite (hastalık) ve mortalitenin (ölüm) hangi toplumsal
koşullar içinde ortaya çıktığını açıkladığı Yukarı
Silyezya Tifus Salgını Raporu’na borçludur (Virchow, [1848]
2006). Sağlık sorunlarının analizinde Hegel’in diyalektik yöntemini
benimseyen Virchow, raporunda biyolojik ve toplumsal sorunlara diyalektik
yaklaşımın başarılı bir örneğini sunar.
Diyalektik
yaklaşımın üstadı Hegel yaşamın hastalık olmadan olamayacağını; her
organizmanın “ölüm mikrobu” ile doğduğunu, tedavinin hastalığı sağlığın tümden
yitimi olarak değil, daha çok fiziksel güçler içinde veya fiziksel güçler
arasında bir çatışma olarak öngördüğünü öne sürmüştür.
Ancak Hegelci idealizmi
reddeden Virchow, maddeciliği benimsemiştir.
Biyolojide diyalektik maddeci bir
yaklaşım oluşturma çabalarında F. Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların
Durumu isimli çalışmasından geniş ölçüde yararlanmış ve yoksulluk ve
hastalık arasındaki ilişkileri göstermek için Engels’in verilerini kullanmıştır
(Engels, 1994).
DİYALEKTİK MADDECİ SAĞLIK ANLAYIŞI
İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Friedrich Engels tarafından
kaleme alınan ilk kitap olup, 1845 yılında yayınlanmıştır. Engels bu yapıtının
her sayfasında kapitalist üretim tarzı ve toplumun kapitalizmin (sermayenin)
gereksinimlerine göre örgütlenmesi ile hastalık ve ölüm arasındaki ilişkiye
örnekler sunmuş ve bugün sağlığın toplumsal belirleyicileri olarak
tanımlanan gelir, barınma, beslenme, eğitim vb. gibi sosyal belirleyicilerle
hastalıklar ve ölüm arasındaki ilişkiyi ilk kez bilimsel kanıtlarla ortaya koymuştur.
Son yıllarda
yapılan araştırmalar sağlık alanındaki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin,
beklenen yaşam süresi üzerine katkısının yüzde 25 kadar olduğunu (bazı
kaynaklarda yüzde 10 – 15), gündelik yaşamın maddi koşullarındaki iyileşmelerin
katkısının çok daha büyük olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Sağlığın
toplumsal belirleyicilerin başında gelir ya da zenginlik gelmektedir ve gerek
bireyler ve gerekse toplumsal sınıflar arasında sağlık düzeyine ilişkin
farklılıkların esas nedenini, bireyler ve toplumsal sınıflar arasındaki gelir
ve zenginlik farkı oluşturmaktadır. Bunun nedeni, gelir ya da zenginliğin,
kendi başına sağlığı belirleyen bir faktör olmanın ötesinde, sağlığı belirleyen
diğer toplumsal faktörler üzerinde de belirleyici olmasıdır. Sağlığı belirleyen
diğer toplumsal faktörler, erken çocukluk döneminin kalitesi, eğitim, konut,
gıda, istihdam ve çalışma koşulları, bireylerin gelirleri ve zenginlikleri
tarafından belirlenmektedir. Öte yandan gelir değişkeninin de toplumların
“üretim tarzı” tarafından belirlendiğini unutmamak gerekir (Bkz: Raphael, 2004:
8; ayrıca bkz: Marmot ve Wilkinson, 2009).
Virchow
hastalığın biyolojik etmenlerinden çok, ortaya çıktığı tarihsel ve maddi koşullara vurgu yapmıştır. Çok-etkenli
etiyolojik analizinde hastalıkların oluşmasında ve gelişmesinde en önemli nedensel
etkenin, insanların gündelik yaşam ve çalışma koşulları (yeterli şart) olduğunu
öne sürmüştür. Bu bakış açısı, etkin bir sağlık bakımı sisteminin kendisini
tekil hastaların patofizyolojik sıkıntılarını tedavi etmekle
sınırlayamayacağına işaret etmektedir. Buradan hareketle Virchow, devlet
tarafından istihdam edilmiş sağlık emekçilerinin görev aldıkları, kamusal
mülkiyet altında ve kamu tarafından işletilen bir bütüncül sağlık bakımı
kurumları sistemi, bir ‘kamusal sağlık hizmeti’ öngörmüştür.
Bu sistemde sağlık bakımı anayasal bir vatandaşlık hakkı olarak
tanımlanmaktadır. Virchow’un Armendärtzen (yoksulların hekimi)
olarak adlandırdığı kamu sağlığı emekçilerinin etkinlikleri, doğrudan bakımla
birlikte yoksulların avukatlığını yapmayı da içerir. Virchow’un halk sağlığı
anlayışının diğer iki ilkesi önleme ve yurttaşların maddi güvencesinin
sağlanmasında devlet sorumluluğudur (Waitzkin, 2006).
Dinamik –
toplumcu yaklaşımın temel özelliklerini ve tıp ve sağlık anlayışı üzerine
etkilerini özetlemek gerekirse:
- Hastanın gündelik yaşam koşullarına odaklanarak hastalığı
değil sağlığı öne koyar
- Hastalığın ortaya çıktığı toplumsal koşullara
vurgu yapar
- Hastalığın biyolojik etkeninin hangi koşullar
altında hastalık yapabildiğine önem verir
Bu anlayışla
hekime ve dolayısıyla tıp eğitimine biçilen rol hastalık üreten koşullarla
mücadele etmek ve hastaları bedenleri, ruhları ve toplumsal ve fiziksel
çevreleriyle bir bütün olarak değerlendirmektir.
MEKANİK VE DİYALEKTİK MADDECİ YAKLAŞIMLAR ARASINDAKİ MÜCADELE
Avrupa’da on dokuzuncu
yüzyılın ortasında Fransa’da Villermé,
Buchez ve Guérin; Almanya’da Neumann,
Virchow ve Leubuscher başta olmak üzere birçok hekim hastalıkların
ekonomik, toplumsal ve mesleki nedenleri üzerinde çalışmaktadır. Birçok
araştırmacı, Avrupa emekçileri arasında yüksek hastalık hızları ve erken
ölümlerin ana nedeni olarak insanlık dışı ve tehlikeli çalışma ortamlarını,
işsizliği, sefil yaşam koşullarını, yetersiz beslenmeyi ve genel yoksulluğu
tanımlamakta ve bu durumu istatistiksel olarak belgelemektedir.
Çağdaşları Lister, Pasteur ve Koch gibi
bilim insanları ise mekanik – bireyci sağlık anlayışını benimseyerek
çalışmalarında bireye ve biyolojik etkenlere odaklanmış, hastalıkların
nedenlerini toplumsal ve ekonomik koşulların dışında, hastalıklara özgü
mikroskobik organizmalarda aramaktadırlar. Bu anlayış, özgün patolojik
durumların özgün tedavilerle sağaltılacağı esasına dayanmaktadır.
İki anlayış
arasındaki mücadele özünde emeğin ideolojisiyle, sermayenin ideolojisi
arasındaki mücadelenin sağlık alanındaki görüngüsünden başka bir şey değildir.
Emek ve sermaye dünyayı ve olayları kendi bakış açılarından açıklamaya
çalışmaktadır; sıra hastalıkların nedenlerinin açıklanmasına geldiğinde
sermayenin aydınları ile emeğin aydınları hastalıkların nedenlerinin ‘tanrısal’
ya da ‘tesadüfi’ olmadığı konusunda hemfikirdir, ancak emeğin aydınları bu
nedenlerin toplumsal temelleri olduğunda ısrar ederken, sermayenin
aydınları bireysel olduğunu iddia etmektedirler. Sermayenin aydınları
hastalıkların altında kapitalist üretim ilişkilerinin ve bunun üzerinde
yükselen kapitalist toplumun yattığını kabul etmek yerine, hastalıkları o
dönemde her gün bir yenisi keşfedilen mikroorganizmalara bağlamak (mikrop/germ teorisi) eğilimindedirler.
Tanınmış Alman
hekim Emil von Behring, yirminci
yüzyılın eşiğinde ‘her hastalığa yol açan bir mikrop’ bulunduğunu ve
hastalıkların toplumsal koşullardan tamamen bağımsız olduğunu savunmakta,
Virchow’u bilimin ortaya koyduğu “gerçekleri” yadsımakla suçlamaktadır. Virchow
ise inatla, hemen her gün yeni bir hastalık etkeninin izole edildiği ve buna
karşı tedavilerin geliştirilmeye çalışıldığı bir ortamda, insan ve hastalık
arasında ‘çok-etkenli’ bir ilişki olduğunu savunmaktadır.
Virchow’un Yukarı
Silezya Tifüs Salgını Raporu çalışması bu iklimde ortaya çıkmıştır.
Virchow bu çalışmasında salgında, hastalananlar ile hastalık etkeni dışında
başka birçok toplumsal ve ekonomik etkenin de ilişkili olduğunu bilimsel olarak
ortaya koymuştur. Bu ilişki von Behring’in iddia ettiği gibi basitçe ‘maruz
kalma – hastalanma’ ilişkisi değil, ‘maruz kalma – enfekte olma – hastalanma’
ilişkisidir. Bu durum şu anlama gelmektedir: aynı etkene maruz kalan herkes
hastalanmamakta, başka koşullar mikroorganizmanın kişiyi enfekte edip
etmemesinde rol oynamakta ve sadece enfekte olanlar hastalanmaktadır. Bu
açıklama, bugün epidemiyoloji biliminin temelini oluşturan ve son yıllarda
bulaşıcı olmayan hastalıklarda da yaygın olarak kullanılan ‘epidemiyolojik üçgen’
düşüncesinin filizidir (Pridan, 1964; Taylor, 1984;
Waitzkin, 2006).
Bu iki anlayış
arasındaki mücadelenin açık bir çatışmaya dönüştüğü yer 1882 Berlin’idir: Koch
1882 yılında Berlin Fizyoloji Derneği’nde
buluşunu (tüberküloz basili) sergilediğinde, birçok bilim insanı basilin vereme neden olduğu düşüncesini
reddetmişlerdir. Virchow ve diğerleri sağlıklı insan bedenlerinde de patolojik
mikroorganizmalar yaşayabildiğinden, bunların tek başlarına hastalık nedeni olamayacağını (gerekli fakat yeterli
değil) savunmuşlardır. Onlara göre istilacı mikroorganizma ancak beden fizyolojik veya çevresel sefaletle zayıf düştüğünde
hastalığa neden olabilmektedir. Koch ve arkadaşları tezlerini bilimsel
çevrelerde kabul ettirebildiklerinden değil, çalışmalarını sürdürebilmeleri
için egemen sınıflardan gerekli maddi desteği sağlayabildiklerinden ‘başarıya’ ulaşabilmişlerdir (Brown, 1979: 128).
Sermayenin
tıbbına karşı emeğin tıbbı bu süreçlerin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Engels ve Virchow’un öncülük ettiği bu düşünceler on dokuzuncu yüzyılın
sonlarında devrimci hekimler arasında yaygınlaşmış ve ilk olarak Sovyetler
Birliği’nde 1917 Büyük Ekim Devrimi ile ete kemiğe bürünerek (Semaşko Modeli)
kendisini kanıtlama olanağı bulmuştur. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından
itibaren sağlığın bireysel değil toplumsal bir sorun olduğu, bu bağlamda tek
tek bireylerin çabalarının ne sağlıklarını korumaya ne de yitirdiklerinde
yeniden kazanmaya yetmeyeceği bilimsel olarak ortaya konmuş olmasına karşın, mekanik
– bireyci yaklaşım ana-akım tıp ve sağlık ortamı üzerinde egemenliğini
(Flexner Modeli) sürdürmeye devam etmektedir.
Akif Akalın
KAYNAKLAR
Brown, E.R. (1979). Rockefeller Medicine Men:
Medicine and Capitalism in America. Berkeley: University of California Press.
Engels, F.
(1994). İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu. İstanbul: Sosyalist Yayınlar.
Marmot, M. ve Wilkinson, R. (2009). Sağlığın
Sosyal Belirleyicileri. İstanbul: İnsev.
Pridan, D. (1964). Rudolf Virchow and
Social Medicine in Historical Perspective. Medical
History. 8(3): 274–278.
Raphael,
D. (Ed.). (2004).
Social Determinants of Health Canadian
Perspectives. Toronto: Canadian Scholars’ Press Inc.
Taylor, R ve
Rieger A. (1984). Rudolf Virchow on the Typhus Epidemic in Upper
Silesia: An Introduction and Translation. Sociology of Health and Illness.
6(2): 201 – 217.
Virchow, R. ([1848]2006). Report on the
Typhus Epidemic in Upper Silesia. Social Medicine, 1(1): 11 – 27.
Waitzkin, H.
(2006). One and a Half Centuries of Forgetting and Rediscovering: Virchow’s
Lasting Contributions to Social Medicine. Social Medicine. 1(1): 5 – 10.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder