Adli Tıp Uzmanları Derneği tarafından
23 – 24 Ekim 2015 tarihlerinde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde düzenlenen 5. Tıp
Hukuku Günleri, 21. yüzyılın iki ana karakteristiğine vurgu yapıyor: “Savaş ve
Mültecilik”. İki günlük bir program içinde bu sorunların insan sağlığı üzerine
etkileri çeşitli boyutlarıyla ele alındı. Aşağıdaki makalede program içinde yer
alan “Göç ve Sağlık” panelinde ele alınan konular tartışılmıştır.
VEKALET SAVAŞLARI
Savaşlar insanların tarih boyunca
maruz kaldıkları en büyük felaketlerin başında gelir. Yirminci yüzyılda savaş
araçlarının daha önceki yüzyıllarla kıyaslanamayacak ölçüde gelişmesi savaşı
daha da korkunç bir hale getirmiştir. Ancak 21. Yüzyılda savaş olgusu, gerek
yirminci yüzyılda olduğundan, gerekse daha önceki savaşlardan farklı bir
niteliğe bürünmüştür.
Günümüzde savaşlar daha çok “vekalet
savaşları” biçiminde yürütülmektedir. Geçmiş dönemlerdeki savaşlardan farklı
olarak 21. yüzyıl savaşlarında “cepheler” ve bu cephelerde karşı karşıya gelen
“ordular” görmüyoruz. Savaşlar artık IŞİD gibi terör örgütleri kullanılarak,
savaşan taraflar adına “vekaleten” yürütülüyor. Gerçi 20. yüzyılda da Birinci
Paylaşım Savaşı sonrasında “cephe” kavramının muğlaklaşması ve düzenli ordular
dışındaki güçlerin zaman zaman öne geçmesi söz konusudur, fakat 21. yüzyıl
savaşları neredeyse tamamen “enformel” güçler tarafından veya formel güçlerin
enformel güçler gibi davranmasıyla ve doğrudan “sivil halklara” yönelik olarak
yürütülmektedir. Bu durumun 21. yüzyılda “mültecilik” olgusunun niteliğinin
değişmesinde de büyük rolü vardır.
İkinci olarak 20. yüzyılda adı
“dünya” savaşı dahi olsa gerek coğrafi bakımdan, gerekse süre bakımından
“sınırlı” olan savaşların, 21. yüzyılda bu bakımlardan “sınırsız” bir niteliğe
büründüğü dikkat çekmektedir. Artık alış-veriş merkezlerinden metro
istasyonlarına, hastanelerden plajlara, akla gelen bütün mekanlar savaş alanı
haline gelmiştir ve savaşlar “bitmemektedir”, ya da daha doğru bir sözcükle
“bitirilmemektedir”. “Tedhiş” eylemlerinin öne çıktığı savaşlarda insanlar en
insanlık dışı yöntemlere “sistematik” olarak maruz bırakılmakta (Abu Gharib,
Guantanamo vb) ve en insanlık dışı yöntemlerle (boğazları kesilerek, tecavüz
edilerek vb) yine “sistematik” olarak öldürülmektedir.
CANINI KURTARMAK İÇİN GÖÇ
Aynı şekilde “mültecilik” olgusu da
nitelik değiştirmiştir. Daha önceleri ağırlıkla “ekonomik” ve/veya “siyasi”
nedenlerle yaşadıkları yerden ayrılmak zorunda kalan (veya yerlerinden edilen)
insanlar, 21. yüzyılda daha çok savaşlarda canlarını kurtarabilmek için göç
etmek zorunda kalmaktadır. Bunun yanında 21. yüzyılda tarihin eski dönemlerinde
yaşadığı “iklim değişikliği” nedenli göçlerle yeniden tanışmıştır. Ancak bu kez
durum tarihteki göçlerden farklıdır; günümüzde “iklim” nedenli göçler “doğal”
süreçlerin değil, “antropojenik” süreçlerin sonucudur. Başta karbondioksit olmak
üzere çeşitli emisyonların tetiklediği küresel ısınma, dünyanın belli
bölgelerini yaşanamaz hale getirmekte ve bu bölgelerde yaşayan insanları göçe
zorlamaktadır.
GÖÇ VE SAĞLIK
Tıp Hukuku Günleri programı içinde
yer alan “Göç ve Sağlık” panelinde, göç olgusunun sağlık üzerine etkileri
tartışıldı. Panelde söz alan Deniz Mardin, “Mültecilik ve Sağlık Hakkı”
konusunu tartıştı.
Mardin’e göre 2014 sonu itibariyle 59,5
milyon insan yerlerinden edilmiş durumda. Bu rakam dünya üzerindeki birçok
ülkenin nüfusundan daha büyük. 1995’den sonra ilk kez bu kadar büyük bir rakama
ulaşan göçte, göç veren ülkeler arasında ilk sırayı Suriye alıyor. Elbette bir
de göç alan ülkeler var ve Türkiye dünyada en çok göç alan ülke konumunda.
Gerçi insanlar “canlarını kurtarmak” için
göç ediyor fakat 2014 yılında yalnızca Akdeniz’de binlerce insan yaşamını
yitirdi. İnsanlar canlarını kurtarabilmek için yaşamlarını tehlikeye atmaktan
çekinmiyor. Ucunda ölüm olduğunu bile bile, küçük de olsa bir kurtuluş umuduyla
ölüm botlarına biniyorlar. Çünkü bulundukları yerde kalırlarsa zaten ölecekler.
Göçmenlerin “sağlık hakkı” başta
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere birçok uluslararası anlaşmayla
(sözleşmeyle) garanti altına alınmış durumda. Bu anlaşmalar, altına imza atan
ülkelerin (Türkiye dahil) ulusal yasalarının üzerinde. Ancak ülkeler bu
anlaşmaların hükümlerini yerine getirmekten kaçınıyorlar. Yasalara göre
“mültecilik haklarını” kullanmak isteyen insanlar, “sağlık” nedenleriyle
(örneğin HIV taşıdıkları için) yasalara aykırı olarak geri çevrilebiliyorlar.
Göçmenlikte 21. yüzyılda yaşanan önemli
bir değişim, 20. yüzyılda göçmenlerin daha çok kendilerine ayrılan kamplara yerleştirilirken,
21. yüzyılda bu kampların çok azalması ve göçmenlerin göç ettikleri ülkelerin
“şehirlerinde” kendi kaderlerine terk edilmesi. Bu durum göçmenler aleyhine bir
durum yaratıyor. Göçmen kamplarında göreli olarak daha iyi koşullarda yaşama ve
diğer hizmetler yanında sağlık hizmetlerinden yararlanma şansına sahip olan
göçmenler, günümüzde büyük kentlerin varoşlarında “ucuz emek” kaynağı haline
geliyor, insan ticaretinin nesnesi oluyor.
Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni
“coğrafi kısıtlama” çekincesiyle imzalamış. Bu çekince Türkiye’ye yalnızca “Avrupa
ülkelerinden” kendisine sığınmak isteyenlerin “mülteci” olma hakkı tanıma,
diğerlerini reddetme olanağı sunuyor. Avrupa ülkeleri dışında Türkiye’ye
sığınmak isteyenler mülteci olarak kabul edilmiyor ve dolayısıyla mülteciliğin
bu insanlara tanıdığı “haklardan” yararlanamıyorlar.
“Şartlı mülteci” statüsündeki bu
insanlar, aynı zamanda Birleşmiş Milletler’e de (BM) başvuruyor. BM bu
insanlara mülteci statüsü verirse, Türkiye bu insanlara “daha sonra üçüncü bir
ülkeye geçmek şartıyla” geçici oturma izni veriyor. Ancak bu yolu seçen mülteci
sayısı çok az ve Türkiye’de şu anda 218 bin kişi bu statüde yaşıyor. İnsanlar
oldukça uzun (yıllar) süren bu süreç yerine, kendi olanaklarıyla Avrupa’ya
geçmeye çalışıyorlar.
Türkiye’deki Suriyeliler için “özel”
bir statü oluşturulmuş, bunlar “geçici koruma” statüsünde (politikacılar buna
“misafir” diyor) Türkiye’de yaşıyor. Bu statüye sahip olanların “üçüncü ülkeye”
gitme durumu (hakkı) yok. Fakat gelen tepkiler üzerine son zamanlarda geçici
koruma altında bulunanların da BM’e başvurmasının önü açıldı. Türkiye’de
bulunan 2 milyon Suriyelinin yarısı çocuk ve büyük çoğunluğu kamplar dışında,
şehirlerde yaşıyor.
Türkiye’de mültecilerin sağlık
hizmetlerine erişimi önündeki en büyük engel SGK uygulamaları. Anayasa’da
sağlık hizmetine erişimde “vatandaşlık” şartı aranmazken, 5510 sayılı yasa
Anayasa’ya (Cumhuriyet tarihinin en antidemokratik Anayasası olan 1982
Anayasası’na göre dahi) aykırı bir şekilde Suriyelilere “ayrımcılık” yapıyor.
Suriyeliler hastaneye gittiklerinde, sanki Türkiye’de “turist” olarak
bulunuyorlarmış gibi karşılarına “Sağlık Turizmi Genelgesi” çıkıyor ve
kendilerinden TC vatandaşlarının ödediğinin 3 katına yakın ücretler talep
ediliyor.
AFAD 2013 yılında 11 ilde
mültecilerin sağlık hizmetlerinin kendisi tarafından karşılanacağını duyuruyor,
fakat 2014 yılında sağlık hizmetlerine erişime önce “sevk zinciri” zorunluluğu
getiriliyor, daha sonra AFAD masrafların altından kalkamadığı için uygulama
tamamen kaldırılıyor.
Mültecilerin Türkiye’de sağlık
hizmetlerine erişimde yaşadığı sorunlar çok çeşitli. Hizmet alanlar, hizmet
sunanlar ve sistem temelli sorunlar var. Bunlar içinde en önemlisi kişinin
statüsü. “Doğum” konusu mültecilerin en büyük sağlık sorunu. Bunu “kronik
hastalıklar” izliyor. Göçmenler en çok bu sağlık sorunlarında sıkıntı
yaşıyorlar.
Sağlık çalışanları yönünden de durum
çok sıkıntılı. Sistem sağlık çalışanlarını, kendilerine başvuran insanların
“statüsünü” sorgulamaya ve buna göre davranmaya zorluyor. Suriyeli mültecilere
ilaca erişimde nispeten kolaylık sağlansa da, diğer mülteciler ilaçlarını
cepten almak zorunda kalıyorlar.
Mardin, Türkiye’de sağlık
hizmetlerinin “tıbbi hizmetlere” indirgenmesinin de büyük bir sorun olduğunu ve
sağlığın toplumsal belirleyicilerini göz ardı eden bu yaklaşımın insanların
gereksinimlerine yardımcı olamadığını belirtiyor.
Panelde söz alan ikinci konuşmacı
olan Zeki Kılıçaslan, göç olgusunu bir “halk sağlığı sorunu” olması bağlamında
değerlendirdi. Literatürde “Sağlık ve göç” olgusunun daha çok “bulaşıcı
hastalıklara” odaklanması sorunun çerçevesini çok daraltıyor. Oysa günümüzde
göçün niteliğinin değişmesi, örneğin “çocuk savaşçılar” gibi 21. yüzyıla özgü
yeni olguların ortaya çıkması, sorunu çok daha geniş ele almayı gerektiriyor.
Göçmen sağlığının en önemli
unsurlarından biri göçmenlere yönelik sağlık taramaları. Bu taramalarda
göçmenlerin sağlık sorunlarının erken dönemde tespit edilmesi ve tedavisi
mümkün. Fakat uygulamada bu taramalar göçmenlere sağlık hizmeti götürmekten
çok, göçmenleri “elemek” amacıyla kullanılıyor. Dahası göçmenlere yönelik
sağlık taramaları, insan haklarına aykırı uygulamalara gerekçe olarak
kullanılabiliyor. Örneğin hamileler veya HIV taşıyanlar bu taramalarda “elenmeye”
çalışılıyor.
Göçmenlerin “karantina” altına
alınmaları (misafirhane deniyor) aslında “sağlık” gerekçesiyle yapılıyor, fakat
ironik bir şekilde uygulamada göçmenlerin sağlıkları, hatta yaşamları için bir
tehdit haline geliyor, insanların sağlık hizmetlerine erişimini
engelleyebiliyor. “Misafirhanede” kalan mülteciler hasta olduklarında serbestçe
çıkıp hastaneye gidemiyor, hatta bu nedenle yaşamını yitirenler var.
Türkiye’deki göçmenlerin karşılaştığı
en önemli risklerden biri de “işçi sağlığı ve iş güvenliği” riskleri. En
tehlikeli ve en güvensiz işlerde göçmenler çalışmak zorunda kalıyorlar.
Genellikle “sokakta” çalışan göçmenler arasında “ortopedik” şikayetler çok
yaygın.
Göçmenlerin en büyük sorunlarından
biri “hakları” hakkında bilgi sahibi olmaması ve “haklarını arayamamaları”. Bu
nedenle göçmenler ancak durumları çok kötüleştiğinde veya acil durumlarda
sağlık kurumlarına başvuruyorlar.
Göçmenlerin sağlık kurumlarına
başvururken en büyük endişeleri, kurumun kendilerini (adreslerini) “polise”
bildirme korkusu. Bu nedenle çok zor durumda kalmadıkça sağlık kurumuna
başvurmaktan kaçınıyorlar. Aslında Türkiye bu konuda ikiyüzlülük içinde. Bir
yandan “ucuz emek” gereksinimi nedeniyle göçmenlerin “kaçak” yaşamalarına göz
yumarken, bir yandan da (örneğin Güney Kore gibi) göçmenlere çalışma izni
vermiyor. Bu durum göçmen emeğini daha da ucuzlatıyor.
Göçmen çocuklarına bağışıklama
hizmetleri verilmemesi de büyük sorun. Kılıçaslan’a göre özetle göçmenler
sağlığa erişemiyorlar, çok pahalı (turist muamelesi), dil sorunları var, polise
ihbar edilmekten korkuyorlar ve kötü deneyimleri var. Ancak bunlardan “dil”
sorunu çoğu insanın sandığı gibi göçmenlerin değil, bizim sağlıkçılarımızın
sorunu. Göçmenler genellikle anadilleri Arapça yanında Kürtçe ve İngilizce ya
da Fransızca konuşabiliyor. Bizim sağlık emekçilerimiz ise başka diller konuşan
ve farklı kültürlere sahip insanlara hizmet sunma alışkanlığına sahip değil.
Tüberküloz göçmenlik bağlamında
önemli bir konu. İstanbul’da tarihi yarımada özellikle Afrikalı göçmenlerin
mekanı haline geldi. Çok kötü barınma koşullarında yaşayan bu insanlar arasında
başta tüberküloz olmak üzere bulaşıcı hastalıklar çok yaygın. 2005 yılında Türkiye’deki
tüm tüberküloz hastaları içinde göçmenlerin oranı binde 5 iken, 2013 yılında
yüzde 3,6’nın üzerine çıkmış durumda. Bu oran İstanbul için yüzde 8’lere
varıyor. Kamplarda yaşayanlar bir ölçüde korunurken, şehirlerde yaşayanlar
arasında tüberküloz hızla yaygınlaşıyor. 2014 yılında tarihi yarımadada yaşayan
Suriyeliler arasında tüberküloz patladı ve aralarında dirençli vakalar var.
Aslında bu hastalara sağlık kurumlarında negatif değil, “pozitif ayrımcılık”
yapılması, öncelik verilmesi gerekiyor.
Panelin son konuşmacısı olan Mehmet
Kaya, Edirne deneyimini paylaştı. Kişisel deneyimlerini paylaşan Kaya, 20
Eylül’de Edirne’ye doğru yola çıkan Suriyelilerin bir “umut yolculuğuna”
çıktığını belirtti. Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin (HYD) yola çıkan
Suriyeliler için örgütlediği bir sağlık ekibine katılan Kaya, 2000 kadar
Suriyeli ile yakın ilişki içinde bulunmuş.
Amaç bir ambulansla “yürüyenlere”
sağlık hizmet sunmak iken, yolculuğun “engellenmesi” nedeniyle göreli
“yerleşik” bir hizmete dönüşüyor. Polisin çembere aldığı Suriyeliler,
parklarda, bahçelerde, yol kenarlarında “beklemeye” başlıyorlar. HYD, Suriyelilerin
kendi içinden seçtikleri üç temsilci ile birlikte Valiliğe sağlık hizmeti
sunmak için başvurduğunda, Valilik HYD’nin sağlık hizmeti yardımını reddediyor
(izin vermiyor). Buna rağmen HYD Suriyeliler için tuvalet imkanı sağlıyor ve
gıda yardımı yapıyor. Valiliğin engellemesine rağmen bu hizmetlerde kısmen
başarıya ulaşılıyor.
HYD ekibi daha sonra “sınıra”
geçiyor. Kırkpınar güreşleri yapılan alanda “bekleyen” göçmenlere sağlık
hizmeti sunma talebi yine Valilik tarafından reddediliyor ve göçmenler daha
sonra otobüslere bindirilerek İstanbul’a geri gönderiliyorlar. Kaya bu olayın
bir “mizansen” olduğunu ve Avrupa ile bir “pazarlık” malzemesi olarak
kullanıldığını düşündüğünü ifade etti. Suriyelilerin Edirne’ye yürümesine “izin
verildiği”, medyada görünür hale geldikten sonra “amaca ulaşıldığını” ve
Suriyelilerin geri getirildiğini söyledi.
EPİLOG
Toplantı daha sonra çeşitli
etkinliklerle devam etti. Konuşmacıları dinlerken belki bir tıp fakültesi
amfisinde bulunmanın da etkisiyle “gençlik” günlerimi düşündüm. Herhalde tıp
fakültesinde öğrencilik yaptığım 70’li yıllarda biri 2000’li yıllarda böyle bir
panel izleyeceğimi söylemiş olsaydı, bunu bir “distopya” olarak
değerlendirirdim.
Gerçekten de 1970’lerde yalnızca
Türkiye’de değil, dünyanın bütün coğrafyalarında insanlar 2000’li yılları
dünyanın “barış” içinde olacağı yıllar olarak düşlüyorlardı. 21. yüzyılda
(milenyum) insanlık geçmiş çağların sıkıntılarından kurtulacak, daha eşitlikçi
ve daha özgür bir dünyada, barış içinde yaşayacaktı. Oysa 1980’lerde
emperyalizmin küresel ölçekte başlattığı neoliberal saldırı, bu düşleri bir
“kabusa” çevirdi ve bugün savaş gibi, göç gibi sorunları yeniden tartışmak
zorunda kalıyoruz.
İnsanlığın bu “yeni ortaçağdan”
emeğin öncülüğünde bir an önce çıkmasını ve yeniden geleceğe korkuyla ve
endişeyle değil, umutla bakacağı günlere kavuşmasını diliyorum.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder