Translate

26 Ekim 2015 Pazartesi

Savaş ve mültecilik

Adli Tıp Uzmanları Derneği tarafından 23 – 24 Ekim 2015 tarihlerinde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde düzenlenen 5. Tıp Hukuku Günleri, 21. yüzyılın iki ana karakteristiğine vurgu yapıyor: “Savaş ve Mültecilik”. İki günlük bir program içinde bu sorunların insan sağlığı üzerine etkileri çeşitli boyutlarıyla ele alındı. Aşağıdaki makalede program içinde yer alan “Göç ve Sağlık” panelinde ele alınan konular tartışılmıştır.


VEKALET SAVAŞLARI

Savaşlar insanların tarih boyunca maruz kaldıkları en büyük felaketlerin başında gelir. Yirminci yüzyılda savaş araçlarının daha önceki yüzyıllarla kıyaslanamayacak ölçüde gelişmesi savaşı daha da korkunç bir hale getirmiştir. Ancak 21. Yüzyılda savaş olgusu, gerek yirminci yüzyılda olduğundan, gerekse daha önceki savaşlardan farklı bir niteliğe bürünmüştür. 

Günümüzde savaşlar daha çok “vekalet savaşları” biçiminde yürütülmektedir. Geçmiş dönemlerdeki savaşlardan farklı olarak 21. yüzyıl savaşlarında “cepheler” ve bu cephelerde karşı karşıya gelen “ordular” görmüyoruz. Savaşlar artık IŞİD gibi terör örgütleri kullanılarak, savaşan taraflar adına “vekaleten” yürütülüyor. Gerçi 20. yüzyılda da Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında “cephe” kavramının muğlaklaşması ve düzenli ordular dışındaki güçlerin zaman zaman öne geçmesi söz konusudur, fakat 21. yüzyıl savaşları neredeyse tamamen “enformel” güçler tarafından veya formel güçlerin enformel güçler gibi davranmasıyla ve doğrudan “sivil halklara” yönelik olarak yürütülmektedir. Bu durumun 21. yüzyılda “mültecilik” olgusunun niteliğinin değişmesinde de büyük rolü vardır.  

İkinci olarak 20. yüzyılda adı “dünya” savaşı dahi olsa gerek coğrafi bakımdan, gerekse süre bakımından “sınırlı” olan savaşların, 21. yüzyılda bu bakımlardan “sınırsız” bir niteliğe büründüğü dikkat çekmektedir. Artık alış-veriş merkezlerinden metro istasyonlarına, hastanelerden plajlara, akla gelen bütün mekanlar savaş alanı haline gelmiştir ve savaşlar “bitmemektedir”, ya da daha doğru bir sözcükle “bitirilmemektedir”. “Tedhiş” eylemlerinin öne çıktığı savaşlarda insanlar en insanlık dışı yöntemlere “sistematik” olarak maruz bırakılmakta (Abu Gharib, Guantanamo vb) ve en insanlık dışı yöntemlerle (boğazları kesilerek, tecavüz edilerek vb) yine “sistematik” olarak öldürülmektedir.

CANINI KURTARMAK İÇİN GÖÇ

Aynı şekilde “mültecilik” olgusu da nitelik değiştirmiştir. Daha önceleri ağırlıkla “ekonomik” ve/veya “siyasi” nedenlerle yaşadıkları yerden ayrılmak zorunda kalan (veya yerlerinden edilen) insanlar, 21. yüzyılda daha çok savaşlarda canlarını kurtarabilmek için göç etmek zorunda kalmaktadır. Bunun yanında 21. yüzyılda tarihin eski dönemlerinde yaşadığı “iklim değişikliği” nedenli göçlerle yeniden tanışmıştır. Ancak bu kez durum tarihteki göçlerden farklıdır; günümüzde “iklim” nedenli göçler “doğal” süreçlerin değil, “antropojenik” süreçlerin sonucudur. Başta karbondioksit olmak üzere çeşitli emisyonların tetiklediği küresel ısınma, dünyanın belli bölgelerini yaşanamaz hale getirmekte ve bu bölgelerde yaşayan insanları göçe zorlamaktadır.     

GÖÇ VE SAĞLIK

Tıp Hukuku Günleri programı içinde yer alan “Göç ve Sağlık” panelinde, göç olgusunun sağlık üzerine etkileri tartışıldı. Panelde söz alan Deniz Mardin, “Mültecilik ve Sağlık Hakkı” konusunu tartıştı.

Mardin’e göre 2014 sonu itibariyle 59,5 milyon insan yerlerinden edilmiş durumda. Bu rakam dünya üzerindeki birçok ülkenin nüfusundan daha büyük. 1995’den sonra ilk kez bu kadar büyük bir rakama ulaşan göçte, göç veren ülkeler arasında ilk sırayı Suriye alıyor. Elbette bir de göç alan ülkeler var ve Türkiye dünyada en çok göç alan ülke konumunda.

Gerçi insanlar “canlarını kurtarmak” için göç ediyor fakat 2014 yılında yalnızca Akdeniz’de binlerce insan yaşamını yitirdi. İnsanlar canlarını kurtarabilmek için yaşamlarını tehlikeye atmaktan çekinmiyor. Ucunda ölüm olduğunu bile bile, küçük de olsa bir kurtuluş umuduyla ölüm botlarına biniyorlar. Çünkü bulundukları yerde kalırlarsa zaten ölecekler.
  
Göçmenlerin “sağlık hakkı” başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere birçok uluslararası anlaşmayla (sözleşmeyle) garanti altına alınmış durumda. Bu anlaşmalar, altına imza atan ülkelerin (Türkiye dahil) ulusal yasalarının üzerinde. Ancak ülkeler bu anlaşmaların hükümlerini yerine getirmekten kaçınıyorlar. Yasalara göre “mültecilik haklarını” kullanmak isteyen insanlar, “sağlık” nedenleriyle (örneğin HIV taşıdıkları için) yasalara aykırı olarak geri çevrilebiliyorlar.

Göçmenlikte 21. yüzyılda yaşanan önemli bir değişim, 20. yüzyılda göçmenlerin daha çok kendilerine ayrılan kamplara yerleştirilirken, 21. yüzyılda bu kampların çok azalması ve göçmenlerin göç ettikleri ülkelerin “şehirlerinde” kendi kaderlerine terk edilmesi. Bu durum göçmenler aleyhine bir durum yaratıyor. Göçmen kamplarında göreli olarak daha iyi koşullarda yaşama ve diğer hizmetler yanında sağlık hizmetlerinden yararlanma şansına sahip olan göçmenler, günümüzde büyük kentlerin varoşlarında “ucuz emek” kaynağı haline geliyor, insan ticaretinin nesnesi oluyor.

Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ni “coğrafi kısıtlama” çekincesiyle imzalamış. Bu çekince Türkiye’ye yalnızca “Avrupa ülkelerinden” kendisine sığınmak isteyenlerin “mülteci” olma hakkı tanıma, diğerlerini reddetme olanağı sunuyor. Avrupa ülkeleri dışında Türkiye’ye sığınmak isteyenler mülteci olarak kabul edilmiyor ve dolayısıyla mülteciliğin bu insanlara tanıdığı “haklardan” yararlanamıyorlar.

“Şartlı mülteci” statüsündeki bu insanlar, aynı zamanda Birleşmiş Milletler’e de (BM) başvuruyor. BM bu insanlara mülteci statüsü verirse, Türkiye bu insanlara “daha sonra üçüncü bir ülkeye geçmek şartıyla” geçici oturma izni veriyor. Ancak bu yolu seçen mülteci sayısı çok az ve Türkiye’de şu anda 218 bin kişi bu statüde yaşıyor. İnsanlar oldukça uzun (yıllar) süren bu süreç yerine, kendi olanaklarıyla Avrupa’ya geçmeye çalışıyorlar.

Türkiye’deki Suriyeliler için “özel” bir statü oluşturulmuş, bunlar “geçici koruma” statüsünde (politikacılar buna “misafir” diyor) Türkiye’de yaşıyor. Bu statüye sahip olanların “üçüncü ülkeye” gitme durumu (hakkı) yok. Fakat gelen tepkiler üzerine son zamanlarda geçici koruma altında bulunanların da BM’e başvurmasının önü açıldı. Türkiye’de bulunan 2 milyon Suriyelinin yarısı çocuk ve büyük çoğunluğu kamplar dışında, şehirlerde yaşıyor.

Türkiye’de mültecilerin sağlık hizmetlerine erişimi önündeki en büyük engel SGK uygulamaları. Anayasa’da sağlık hizmetine erişimde “vatandaşlık” şartı aranmazken, 5510 sayılı yasa Anayasa’ya (Cumhuriyet tarihinin en antidemokratik Anayasası olan 1982 Anayasası’na göre dahi) aykırı bir şekilde Suriyelilere “ayrımcılık” yapıyor. Suriyeliler hastaneye gittiklerinde, sanki Türkiye’de “turist” olarak bulunuyorlarmış gibi karşılarına “Sağlık Turizmi Genelgesi” çıkıyor ve kendilerinden TC vatandaşlarının ödediğinin 3 katına yakın ücretler talep ediliyor.

AFAD 2013 yılında 11 ilde mültecilerin sağlık hizmetlerinin kendisi tarafından karşılanacağını duyuruyor, fakat 2014 yılında sağlık hizmetlerine erişime önce “sevk zinciri” zorunluluğu getiriliyor, daha sonra AFAD masrafların altından kalkamadığı için uygulama tamamen kaldırılıyor.

Mültecilerin Türkiye’de sağlık hizmetlerine erişimde yaşadığı sorunlar çok çeşitli. Hizmet alanlar, hizmet sunanlar ve sistem temelli sorunlar var. Bunlar içinde en önemlisi kişinin statüsü. “Doğum” konusu mültecilerin en büyük sağlık sorunu. Bunu “kronik hastalıklar” izliyor. Göçmenler en çok bu sağlık sorunlarında sıkıntı yaşıyorlar.

Sağlık çalışanları yönünden de durum çok sıkıntılı. Sistem sağlık çalışanlarını, kendilerine başvuran insanların “statüsünü” sorgulamaya ve buna göre davranmaya zorluyor. Suriyeli mültecilere ilaca erişimde nispeten kolaylık sağlansa da, diğer mülteciler ilaçlarını cepten almak zorunda kalıyorlar.

Mardin, Türkiye’de sağlık hizmetlerinin “tıbbi hizmetlere” indirgenmesinin de büyük bir sorun olduğunu ve sağlığın toplumsal belirleyicilerini göz ardı eden bu yaklaşımın insanların gereksinimlerine yardımcı olamadığını belirtiyor.

Panelde söz alan ikinci konuşmacı olan Zeki Kılıçaslan, göç olgusunu bir “halk sağlığı sorunu” olması bağlamında değerlendirdi. Literatürde “Sağlık ve göç” olgusunun daha çok “bulaşıcı hastalıklara” odaklanması sorunun çerçevesini çok daraltıyor. Oysa günümüzde göçün niteliğinin değişmesi, örneğin “çocuk savaşçılar” gibi 21. yüzyıla özgü yeni olguların ortaya çıkması, sorunu çok daha geniş ele almayı gerektiriyor.

Göçmen sağlığının en önemli unsurlarından biri göçmenlere yönelik sağlık taramaları. Bu taramalarda göçmenlerin sağlık sorunlarının erken dönemde tespit edilmesi ve tedavisi mümkün. Fakat uygulamada bu taramalar göçmenlere sağlık hizmeti götürmekten çok, göçmenleri “elemek” amacıyla kullanılıyor. Dahası göçmenlere yönelik sağlık taramaları, insan haklarına aykırı uygulamalara gerekçe olarak kullanılabiliyor. Örneğin hamileler veya HIV taşıyanlar bu taramalarda “elenmeye” çalışılıyor.

Göçmenlerin “karantina” altına alınmaları (misafirhane deniyor) aslında “sağlık” gerekçesiyle yapılıyor, fakat ironik bir şekilde uygulamada göçmenlerin sağlıkları, hatta yaşamları için bir tehdit haline geliyor, insanların sağlık hizmetlerine erişimini engelleyebiliyor. “Misafirhanede” kalan mülteciler hasta olduklarında serbestçe çıkıp hastaneye gidemiyor, hatta bu nedenle yaşamını yitirenler var.

Türkiye’deki göçmenlerin karşılaştığı en önemli risklerden biri de “işçi sağlığı ve iş güvenliği” riskleri. En tehlikeli ve en güvensiz işlerde göçmenler çalışmak zorunda kalıyorlar. Genellikle “sokakta” çalışan göçmenler arasında “ortopedik” şikayetler çok yaygın.

Göçmenlerin en büyük sorunlarından biri “hakları” hakkında bilgi sahibi olmaması ve “haklarını arayamamaları”. Bu nedenle göçmenler ancak durumları çok kötüleştiğinde veya acil durumlarda sağlık kurumlarına başvuruyorlar.

Göçmenlerin sağlık kurumlarına başvururken en büyük endişeleri, kurumun kendilerini (adreslerini) “polise” bildirme korkusu. Bu nedenle çok zor durumda kalmadıkça sağlık kurumuna başvurmaktan kaçınıyorlar. Aslında Türkiye bu konuda ikiyüzlülük içinde. Bir yandan “ucuz emek” gereksinimi nedeniyle göçmenlerin “kaçak” yaşamalarına göz yumarken, bir yandan da (örneğin Güney Kore gibi) göçmenlere çalışma izni vermiyor. Bu durum göçmen emeğini daha da ucuzlatıyor.

Göçmen çocuklarına bağışıklama hizmetleri verilmemesi de büyük sorun. Kılıçaslan’a göre özetle göçmenler sağlığa erişemiyorlar, çok pahalı (turist muamelesi), dil sorunları var, polise ihbar edilmekten korkuyorlar ve kötü deneyimleri var. Ancak bunlardan “dil” sorunu çoğu insanın sandığı gibi göçmenlerin değil, bizim sağlıkçılarımızın sorunu. Göçmenler genellikle anadilleri Arapça yanında Kürtçe ve İngilizce ya da Fransızca konuşabiliyor. Bizim sağlık emekçilerimiz ise başka diller konuşan ve farklı kültürlere sahip insanlara hizmet sunma alışkanlığına sahip değil.

Tüberküloz göçmenlik bağlamında önemli bir konu. İstanbul’da tarihi yarımada özellikle Afrikalı göçmenlerin mekanı haline geldi. Çok kötü barınma koşullarında yaşayan bu insanlar arasında başta tüberküloz olmak üzere bulaşıcı hastalıklar çok yaygın. 2005 yılında Türkiye’deki tüm tüberküloz hastaları içinde göçmenlerin oranı binde 5 iken, 2013 yılında yüzde 3,6’nın üzerine çıkmış durumda. Bu oran İstanbul için yüzde 8’lere varıyor. Kamplarda yaşayanlar bir ölçüde korunurken, şehirlerde yaşayanlar arasında tüberküloz hızla yaygınlaşıyor. 2014 yılında tarihi yarımadada yaşayan Suriyeliler arasında tüberküloz patladı ve aralarında dirençli vakalar var. Aslında bu hastalara sağlık kurumlarında negatif değil, “pozitif ayrımcılık” yapılması, öncelik verilmesi gerekiyor.

Panelin son konuşmacısı olan Mehmet Kaya, Edirne deneyimini paylaştı. Kişisel deneyimlerini paylaşan Kaya, 20 Eylül’de Edirne’ye doğru yola çıkan Suriyelilerin bir “umut yolculuğuna” çıktığını belirtti. Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin (HYD) yola çıkan Suriyeliler için örgütlediği bir sağlık ekibine katılan Kaya, 2000 kadar Suriyeli ile yakın ilişki içinde bulunmuş.

Amaç bir ambulansla “yürüyenlere” sağlık hizmet sunmak iken, yolculuğun “engellenmesi” nedeniyle göreli “yerleşik” bir hizmete dönüşüyor. Polisin çembere aldığı Suriyeliler, parklarda, bahçelerde, yol kenarlarında “beklemeye” başlıyorlar. HYD, Suriyelilerin kendi içinden seçtikleri üç temsilci ile birlikte Valiliğe sağlık hizmeti sunmak için başvurduğunda, Valilik HYD’nin sağlık hizmeti yardımını reddediyor (izin vermiyor). Buna rağmen HYD Suriyeliler için tuvalet imkanı sağlıyor ve gıda yardımı yapıyor. Valiliğin engellemesine rağmen bu hizmetlerde kısmen başarıya ulaşılıyor.

HYD ekibi daha sonra “sınıra” geçiyor. Kırkpınar güreşleri yapılan alanda “bekleyen” göçmenlere sağlık hizmeti sunma talebi yine Valilik tarafından reddediliyor ve göçmenler daha sonra otobüslere bindirilerek İstanbul’a geri gönderiliyorlar. Kaya bu olayın bir “mizansen” olduğunu ve Avrupa ile bir “pazarlık” malzemesi olarak kullanıldığını düşündüğünü ifade etti. Suriyelilerin Edirne’ye yürümesine “izin verildiği”, medyada görünür hale geldikten sonra “amaca ulaşıldığını” ve Suriyelilerin geri getirildiğini söyledi.

EPİLOG

Toplantı daha sonra çeşitli etkinliklerle devam etti. Konuşmacıları dinlerken belki bir tıp fakültesi amfisinde bulunmanın da etkisiyle “gençlik” günlerimi düşündüm. Herhalde tıp fakültesinde öğrencilik yaptığım 70’li yıllarda biri 2000’li yıllarda böyle bir panel izleyeceğimi söylemiş olsaydı, bunu bir “distopya” olarak değerlendirirdim.

Gerçekten de 1970’lerde yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın bütün coğrafyalarında insanlar 2000’li yılları dünyanın “barış” içinde olacağı yıllar olarak düşlüyorlardı. 21. yüzyılda (milenyum) insanlık geçmiş çağların sıkıntılarından kurtulacak, daha eşitlikçi ve daha özgür bir dünyada, barış içinde yaşayacaktı. Oysa 1980’lerde emperyalizmin küresel ölçekte başlattığı neoliberal saldırı, bu düşleri bir “kabusa” çevirdi ve bugün savaş gibi, göç gibi sorunları yeniden tartışmak zorunda kalıyoruz.

İnsanlığın bu “yeni ortaçağdan” emeğin öncülüğünde bir an önce çıkmasını ve yeniden geleceğe korkuyla ve endişeyle değil, umutla bakacağı günlere kavuşmasını diliyorum.
  
Akif Akalın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder