Translate

19 Kasım 2015 Perşembe

İş, fakat hangi iş?

Sayısız araştırma, bir işe sahip olmakla beden ve ruh sağlığı arasındaki ilişkiyi hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor. Eskiden beden ve ruh sağlığı bakımından olumsuz bir etmen olarak görülen “işsizlik”, son yıllarda bizzat bir “sağlık sorunu” olarak tanımlanmaya başladı. Ancak sağlığın toplumsal belirleyicileri içinde ayrıcalıklı bir yere sahip olan “gelirin” ana kaynağı olan “iş”, “herhangi bir iş” değil. İş derken, işçiyi maddi ve manevi bakımdan tatmin eden, işçinin kendisine saygısını arttıran, işçiyi geliştiren ve sosyalleşmesine yardımcı olan işler kastediliyor; insanların açlık ücreti için çalışmaya zorlandığı, üretken olmayan, kendisine saygısını yitirten, hatta bazen utandıran işler değil.

“DOĞRU-DÜRÜST” İŞ

Kapitalist toplumlarda “doğru-dürüst” işler dendiğinde akla profesyonel meslekler geliyor. Yalnızca profesyonel meslek sahipleri kendilerini gerçekten yoksulluktan kurtarabilecek ve özsaygılarını arttıran işlere sahip olabiliyorlar. 1980’li yıllardan beri bu işler de hızla azalmaya başladı. Örneğin gelişmiş kapitalist ülkelerde hekimlik gibi 20. yüzyılın gözde meslekleri artık istihdam garantisi olmayı yitirdi; bu ülkelerde işsiz hekimlerin sayısı her yıl artıyor (1). Geri bıraktırılmış ülkelerde ise birçok profesyonel ya düşük ücretlerle çalışmak, ya da geçimini sağlayabilmek için mesleği dışında işler veya ek işlerde çalışmak zorunda kalıyor.

İş değil, fakat “doğru-dürüst” işler beden ve ruh sağlığını ve iyiliği olumlu yönde etkilerken, “kötü” işler, aynı işsizlikte olduğu gibi, beden ve ruh sağlığını ve iyiliği olumsuz etkiliyor. Dahası, “kötü” işler aynı zamanda genellikle işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin alınmadığı veya yetersiz işler olduğundan, yüksek iş kazası ve meslek hastalığı riski nedeniyle, işçinin sağlığı ve iyiliğini işsizlikten daha olumsuz etkileyebiliyor. Nitekim “kötü” işlerde çalışan işçilerde bedensel ve ruhsal hastalıkların daha fazla görüldüğünü ortaya koyan çalışmalar var. Bu nedenle bir ülkedeki istihdamın niceliği kadar, hatta niceliğinden daha da fazla niteliği önemli.

TOPLUMSAL YOKUŞ

İngiltere’de devlet memurları arasında gerçekleştirilen Whitehall çalışmalarından beri, işçilerin işyerlerindeki statüleri ile sağlıkları ve yaşam beklentileri arasında bir ilişki olduğunu, statü yükseldikçe sağlık ve yaşam beklentisinde belirgin bir iyileşme olduğunu (social gradient – toplumsal yokuş) biliyoruz. Daha önce bu durumun “gelir düzeyi” ile ilişkili olduğu düşünülürken, memuriyet hiyerarşisindeki “her basamağın” sağlıkta ve yaşam beklentisinde “fark” yaratması, yokuşun yalnızca gelir düzeyiyle açıklanamayacağını, “işin” de önemli olduğunu gösterdi (2).

Yazarlar bu durumu şöyle açıklıyor: Daha düşük statülü işlerde çalışanların işlerinde daha fazla stres etmenine maruz kalmaları ve yaptıkları iş üzerinde daha az kontrole sahip olmaları, bu işçilerde mental hastalıklar, sindirim sistemi sorunları ve koroner kalp hastalığı riskini arttırıyor. Artık bir şirketin kapısında güvenlik görevlisi olarak çalışan bir işçinin kalp krizi geçirme riskinin, o şirketin CEO’sunun kalp krizi geçirme riskinden çok daha yüksek olduğunu biliyoruz. 

Bu gerçekler başlangıçta araştırmacıları da çok şaşırtmıştı. Bir güvenlik görevlisinin kalp krizi geçirmek bakımından bir CEO’dan daha fazla riske sahip olmasının, gelirinin, barınma ve beslenme koşularının ve diğer olumsuz sosyal faktörlerden kaynaklanabileceği düşünüldü. Ancak bu değişkenlerin kontrol altına alındığı çalışmalarda, iş örgütlenmesinin, iş tasarımının ve örgütsel kültürün sağlık bakımından çok önemli olduğu kanıtlandı (3).

Sağlıkta toplumsal yokuşun nedenlerini insanların yaşamlarını ve özellikle çalışma koşullarını nasıl örgütlediklerinde aramaya başlayan araştırmacılar, işçinin yaşamı ve çalışma koşulları üzerinde söz ve karar sahibi olmasının sağlıkları ve iyilikleri bakımından önemini fark etmeye başladılar. İşçinin özerkliği ve sosyal yaşama angaje olması ve katılımı sağlığı, iyiliği ve yaşam beklentisi üzerinde önemli bir etkiye sahipti. Dahası bu etmenlerde “eşitsizlik” arttıkça toplumsal yokuş dikleşiyor, azaldıkça eğim azalıyordu. Bu bulgular dikkatlerin eşitsizliklere odaklanmasına neden oldu.

KÖTÜ İŞLER

Bir işi “kötü” yapan ve çalışana çalışırken kendisini kötü hissettiren, işin kol gücüyle veya “kafa” emeğiyle yapılıyor olması değil, “örgütlenmesidir”. Araştırmalar işin güvencesiz, monoton ve yineleyici olduğu; işçinin özerk olmadığı, iş üzerinde kontrol sahibi olmadığı; işçinin çabası ve ödül arasında dengenin olmadığı, işyerinde adaletsizliklerin olduğu işlerin işçilerin sağlığı ve iyiliği üzerine olumsuz etkileri olduğunu ve dolayısıyla “kötü” işler olduğunu ortaya koymaktadır (4).

Bunlar arasında işçinin işi üzerinde “kontrol” sahibi olması özellikle önemlidir. İşyerinde aynı statüye sahip, fakat yaptıkları iş üzerindeki kontrol düzeyleri farklı olan işçiler arasında yapılan çalışmalarda, iş üzerindeki kontrol düzeyi yükseldikçe sağlık ve iyiliğin arttığı gösterilmiştir. Bu durum, işçinin işyerinde söz ve karar sahibi olmasının, işçinin sağlığı ve iyiliği bakımından ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

ÖRGÜTLÜLÜK SAĞLIĞA YARARLIDIR

Şüphesiz sermayenin üretim araçlarına sahip olduğu ve bunları kontrol ettiği kapitalist bir toplumda işçilerin çok az bir kesimi “iyi işlerde”, yani yaptıkları iş üzerinde daha fazla kontrol sahibi olabilecekleri işlerde çalışabileceklerdir. Ancak yine de işçilerin kendilerini sermayeye ve sermayenin kendilerine dayattığı çalışma koşullarına karşı savunabilecekleri bir silahları vardır: “sendika”.

Toplumsal destek ağlarına erişebilmenin, bireylerin sağlıkları ve iyilikleri üzerinde önemli bir etkisi olduğu birçok çalışmayla kanıtlanmıştır. Yazarların “sosyal sermaye” olarak kavramsallaştırdıkları bu olgu, insanların karşılaştıkları sorunlarla başa çıkabilme kapasitelerini arttırmakta, krizler karşısında daha dayanıklı olmalarına yardımcı olmaktadır. Sendikalar da işçiler için “doğal” ve önemli bir toplumsal destek ağıdır. Bu anlamda sendikanın işçi sınıfının sosyal sermayesi olduğu söylenebilir. İşçiler, işyerlerinde (hatta yaşamlarında) maruz kaldıkları stres etmenleriyle mücadelede sendikalarından destek alabilirler, sendikalar işçilerin işleri üzerinde daha fazla kontrol sahibi olabilmeleri için çaba gösterebilir.

İşçi sınıfının ekonomik-demokratik örgütleri olarak sendikalar bir yandan işyerlerinde “kötü” işlere karşı mücadele ederken, diğer yandan üyeleri için bir “güvence” oluşturmaktadır. Sendika üyesi işçiler, diğerlerine göre daha fazla istihdam güvencesine sahiptir ve işsiz kalma korkusuna daha az maruz kalırlar. Yine sendikalar üyeleri için örgütleyeceği mesleki eğitim programlarıyla işçilerin gelişimlerine ve kendilerine daha fazla saygı duymalarına katkıda bulunabilir, aidiyet duygularını besleyebilir. Kaldı ki işçinin işyerinde patron karşısında “yalnız” olmadığını hissetmesi dahi, beden ve ruh sağlığını olumlu yönde etkileyecektir.

Örgütlü olmanın işçilerin sağlığına ve iyiliğine sağladığı en önemli katkılardan biri de, işçiler arasındaki bağları güçlendirmesidir. “Dayanışma” kavramıyla somutlaşan bu bağlar güçlendikçe, işçilerin sorunlarla başa çıkabilme kapasiteleri artacak, kendilerini yalnızca işyerinde değil, gündelik yaşamda da daha güçlü hissetmelerini sağlayacaktır. Dayanışma aynı zamanda işçi sınıfının bilinçlenmesinde ve “kendinde sınıf” halinden “kendisi için sınıf” haline dönüşmesinde de önemli rol oynar.  

Akif Akalın

Dipnotlar



3. Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Marmot, M. (2004). Status Syndrome: How Social Standing Affects Our Health and Longevity. New York: Owl Books. Henry Holt and Company.; Layard, R. (2004). Good Jobs and Bad Jobs. London: CEP Occasional Paper No. 19.  

4. Marmot, M ve ark. Sağlık ve İşyerindeki Psikososyal Ortam. (Marmot, M ve Wilkinson, RG. (2009). Sağlığın Sosyal Belirleyicileri. İstanbul: İnsev. Sayfa: 119 – 147.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder