Sayısız araştırma, bir işe sahip
olmakla beden ve ruh sağlığı arasındaki ilişkiyi hiçbir kuşkuya yer
bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor. Eskiden beden ve ruh sağlığı bakımından
olumsuz bir etmen olarak görülen “işsizlik”, son yıllarda bizzat bir “sağlık
sorunu” olarak tanımlanmaya başladı. Ancak sağlığın toplumsal belirleyicileri
içinde ayrıcalıklı bir yere sahip olan “gelirin” ana kaynağı olan “iş”, “herhangi
bir iş” değil. İş derken, işçiyi maddi ve manevi bakımdan tatmin eden, işçinin kendisine
saygısını arttıran, işçiyi geliştiren ve sosyalleşmesine yardımcı olan işler
kastediliyor; insanların açlık ücreti için çalışmaya zorlandığı, üretken
olmayan, kendisine saygısını yitirten, hatta bazen utandıran işler değil.
“DOĞRU-DÜRÜST” İŞ
Kapitalist toplumlarda “doğru-dürüst”
işler dendiğinde akla profesyonel meslekler geliyor. Yalnızca profesyonel
meslek sahipleri kendilerini gerçekten yoksulluktan kurtarabilecek ve özsaygılarını
arttıran işlere sahip olabiliyorlar. 1980’li yıllardan beri bu işler de hızla
azalmaya başladı. Örneğin gelişmiş kapitalist ülkelerde hekimlik gibi 20.
yüzyılın gözde meslekleri artık istihdam garantisi olmayı yitirdi; bu ülkelerde
işsiz hekimlerin sayısı her yıl artıyor (1). Geri bıraktırılmış ülkelerde ise
birçok profesyonel ya düşük ücretlerle çalışmak, ya da geçimini sağlayabilmek
için mesleği dışında işler veya ek işlerde çalışmak zorunda kalıyor.
İş değil, fakat “doğru-dürüst” işler
beden ve ruh sağlığını ve iyiliği olumlu yönde etkilerken, “kötü” işler, aynı
işsizlikte olduğu gibi, beden ve ruh sağlığını ve iyiliği olumsuz etkiliyor.
Dahası, “kötü” işler aynı zamanda genellikle işçi sağlığı ve iş güvenliği
tedbirlerinin alınmadığı veya yetersiz işler olduğundan, yüksek iş kazası ve
meslek hastalığı riski nedeniyle, işçinin sağlığı ve iyiliğini işsizlikten daha
olumsuz etkileyebiliyor. Nitekim “kötü” işlerde çalışan işçilerde bedensel ve
ruhsal hastalıkların daha fazla görüldüğünü ortaya koyan çalışmalar var. Bu
nedenle bir ülkedeki istihdamın niceliği kadar, hatta niceliğinden daha da
fazla niteliği önemli.
TOPLUMSAL YOKUŞ
İngiltere’de devlet memurları
arasında gerçekleştirilen Whitehall çalışmalarından beri, işçilerin
işyerlerindeki statüleri ile sağlıkları ve yaşam beklentileri arasında bir
ilişki olduğunu, statü yükseldikçe sağlık ve yaşam beklentisinde belirgin bir
iyileşme olduğunu (social gradient – toplumsal yokuş) biliyoruz. Daha önce bu
durumun “gelir düzeyi” ile ilişkili olduğu düşünülürken, memuriyet
hiyerarşisindeki “her basamağın” sağlıkta ve yaşam beklentisinde “fark”
yaratması, yokuşun yalnızca gelir düzeyiyle açıklanamayacağını, “işin” de
önemli olduğunu gösterdi (2).
Yazarlar bu durumu şöyle açıklıyor:
Daha düşük statülü işlerde çalışanların işlerinde daha fazla stres etmenine
maruz kalmaları ve yaptıkları iş üzerinde daha az kontrole sahip olmaları, bu
işçilerde mental hastalıklar, sindirim sistemi sorunları ve koroner kalp
hastalığı riskini arttırıyor. Artık bir şirketin kapısında güvenlik görevlisi
olarak çalışan bir işçinin kalp krizi geçirme riskinin, o şirketin CEO’sunun
kalp krizi geçirme riskinden çok daha yüksek olduğunu biliyoruz.
Bu gerçekler başlangıçta
araştırmacıları da çok şaşırtmıştı. Bir güvenlik görevlisinin kalp
krizi geçirmek bakımından bir CEO’dan daha fazla riske sahip olmasının,
gelirinin, barınma ve beslenme koşularının ve diğer olumsuz sosyal faktörlerden
kaynaklanabileceği düşünüldü. Ancak bu değişkenlerin kontrol altına alındığı
çalışmalarda, iş örgütlenmesinin, iş tasarımının ve örgütsel kültürün sağlık
bakımından çok önemli olduğu kanıtlandı (3).
Sağlıkta toplumsal yokuşun
nedenlerini insanların yaşamlarını ve özellikle çalışma koşullarını nasıl
örgütlediklerinde aramaya başlayan araştırmacılar, işçinin yaşamı ve çalışma
koşulları üzerinde söz ve karar sahibi olmasının sağlıkları ve iyilikleri
bakımından önemini fark etmeye başladılar. İşçinin özerkliği ve sosyal yaşama
angaje olması ve katılımı sağlığı, iyiliği ve yaşam beklentisi üzerinde önemli
bir etkiye sahipti. Dahası bu etmenlerde “eşitsizlik” arttıkça toplumsal yokuş
dikleşiyor, azaldıkça eğim azalıyordu. Bu bulgular dikkatlerin eşitsizliklere
odaklanmasına neden oldu.
KÖTÜ İŞLER
Bir işi “kötü” yapan ve çalışana
çalışırken kendisini kötü hissettiren, işin kol gücüyle veya “kafa” emeğiyle
yapılıyor olması değil, “örgütlenmesidir”. Araştırmalar işin güvencesiz,
monoton ve yineleyici olduğu; işçinin özerk olmadığı, iş üzerinde kontrol
sahibi olmadığı; işçinin çabası ve ödül arasında dengenin olmadığı, işyerinde
adaletsizliklerin olduğu işlerin işçilerin sağlığı ve iyiliği üzerine olumsuz
etkileri olduğunu ve dolayısıyla “kötü” işler olduğunu ortaya koymaktadır (4).
Bunlar arasında işçinin işi üzerinde
“kontrol” sahibi olması özellikle önemlidir. İşyerinde aynı statüye sahip,
fakat yaptıkları iş üzerindeki kontrol düzeyleri farklı olan işçiler arasında
yapılan çalışmalarda, iş üzerindeki kontrol düzeyi yükseldikçe sağlık ve
iyiliğin arttığı gösterilmiştir. Bu durum, işçinin işyerinde söz ve karar
sahibi olmasının, işçinin sağlığı ve iyiliği bakımından ne kadar önemli
olduğunu göstermektedir.
ÖRGÜTLÜLÜK SAĞLIĞA YARARLIDIR
Şüphesiz sermayenin üretim araçlarına
sahip olduğu ve bunları kontrol ettiği kapitalist bir toplumda işçilerin çok az
bir kesimi “iyi işlerde”, yani yaptıkları iş üzerinde daha fazla kontrol sahibi
olabilecekleri işlerde çalışabileceklerdir. Ancak yine de işçilerin kendilerini
sermayeye ve sermayenin kendilerine dayattığı çalışma koşullarına karşı
savunabilecekleri bir silahları vardır: “sendika”.
Toplumsal destek ağlarına erişebilmenin,
bireylerin sağlıkları ve iyilikleri üzerinde önemli bir etkisi olduğu birçok
çalışmayla kanıtlanmıştır. Yazarların “sosyal sermaye” olarak
kavramsallaştırdıkları bu olgu, insanların karşılaştıkları sorunlarla başa
çıkabilme kapasitelerini arttırmakta, krizler karşısında daha dayanıklı
olmalarına yardımcı olmaktadır. Sendikalar da işçiler için “doğal” ve önemli
bir toplumsal destek ağıdır. Bu anlamda sendikanın işçi sınıfının sosyal
sermayesi olduğu söylenebilir. İşçiler, işyerlerinde (hatta yaşamlarında) maruz
kaldıkları stres etmenleriyle mücadelede sendikalarından destek alabilirler,
sendikalar işçilerin işleri üzerinde daha fazla kontrol sahibi olabilmeleri
için çaba gösterebilir.
İşçi sınıfının ekonomik-demokratik
örgütleri olarak sendikalar bir yandan işyerlerinde “kötü” işlere karşı
mücadele ederken, diğer yandan üyeleri için bir “güvence” oluşturmaktadır.
Sendika üyesi işçiler, diğerlerine göre daha fazla istihdam güvencesine
sahiptir ve işsiz kalma korkusuna daha az maruz kalırlar. Yine sendikalar
üyeleri için örgütleyeceği mesleki eğitim programlarıyla işçilerin
gelişimlerine ve kendilerine daha fazla saygı duymalarına katkıda bulunabilir,
aidiyet duygularını besleyebilir. Kaldı ki işçinin işyerinde patron karşısında
“yalnız” olmadığını hissetmesi dahi, beden ve ruh sağlığını olumlu yönde
etkileyecektir.
Örgütlü olmanın işçilerin sağlığına
ve iyiliğine sağladığı en önemli katkılardan biri de, işçiler arasındaki
bağları güçlendirmesidir. “Dayanışma” kavramıyla somutlaşan bu bağlar
güçlendikçe, işçilerin sorunlarla başa çıkabilme kapasiteleri artacak, kendilerini
yalnızca işyerinde değil, gündelik yaşamda da daha güçlü hissetmelerini
sağlayacaktır. Dayanışma aynı zamanda işçi sınıfının bilinçlenmesinde ve
“kendinde sınıf” halinden “kendisi için sınıf” haline dönüşmesinde de önemli
rol oynar.
Akif Akalın
Dipnotlar
3. Bu konuda detaylı bilgi için bkz.
Marmot, M. (2004). Status Syndrome: How Social Standing Affects Our
Health and Longevity. New York: Owl Books. Henry Holt and Company.; Layard, R.
(2004). Good Jobs and Bad Jobs. London: CEP Occasional Paper No. 19.
4. Marmot, M ve ark. Sağlık ve İşyerindeki
Psikososyal Ortam. (Marmot, M ve Wilkinson, RG. (2009). Sağlığın Sosyal
Belirleyicileri. İstanbul: İnsev. Sayfa: 119 – 147.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder