Translate

25 Kasım 2015 Çarşamba

Ölmeye yatmak

Bugün konumuz son aylarda gündelik yaşamımızın giderek sıradanlaşan bir gündemi olmaya başlayan “ölüm”. Üzerine konuşmak için çok hoş bir konu olmadığını biliyorum fakat ölüm bir yanıyla yaşamımızın kaçınılmaz bir gerçeği, diğer yanıyla sağlığın en önemli konusu. Şüphesiz burada ölüm olgusunu meşrebimize göre, toplum sağlığı ve sınıf mücadelesi (emekçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyi) açısından tartışacağız.


Ölümleri toplum sağlığı ve sınıf mücadelesi bağlamında ikiye ayırmak mümkün: “doğal ölümler” ve “vakitsiz” ölümler. Dünyaya gelen her insanın ölmeden önce büyümesi, ergenliğe ve gençliğe erişmesi, orta ve ileri yaşlarını yaşaması beklenir. Elbette ölenlerin yakınları için her ölüm “vakitsizdir”, fakat genel olarak ileri yaşlarda meydana gelen ölümler, diğerlerine göre daha “doğal” karşılanır ve kabullenilir. Yazımızda kullanacağımız diğer bir kavram da “önlenebilirlik” kavramıdır. Genel olarak “vakitsiz” ölümlerin aynı zamanda bazı tedbirlerle “önlenebileceği” kabul edilir. Zaten tıp bir bakıma bu tedbirleri araştırmak ve tavsiye etmek için vardır.

Yeryüzünde her yıl yaklaşık olarak 135 milyon kadar insan dünyaya gelmekte ve 56 milyon civarında insan aramızdan ayrılmaktadır. İnsanların dünyaya gelişleri bakımından büyük farklılıklar yoktur, fakat ülkeler arasında ve içinde insanların “nasıl” (vakitli – vakitsiz) ve “hangi nedenlerle” dünyadan ayrıldıkları bakımından büyük farklar olduğunu görüyoruz.

Bazı ülkelerde insanların çoğu ileri yaşlarda ve doğal nedenlerle ölürken, geçimlerini emeklerini satarak sağlayanların “bilinçsiz ve örgütsüz” olduğu Türkiye gibi ülkelerde insanlar çoğunlukla “vakitsiz ve önlenebilir” nedenlerle yaşamını yitirmektedir. Hatta Türkçede bu tür ölümleri tanımlamak için “pisipisine ölmek” gibi ifadeler kullanılmaktadır. Başka dillerde de “vakitsiz ve önlenebilir” ölümler için bu tür ifadeler bulunup bulunmadığını hep merak etmişimdir. Ancak aşağıda da görebileceğimiz gibi Türkiye’de yaşayan bir insanın gerçekten “pisipisine ölme” şansı (ya da şanssızlığı) oldukça yüksektir.

TÜRKİYE: VAKİTSİZ VE ÖNLENEBİLİR ÖLÜMLER DİYARI

Türkiye’de “vakitsiz ve önlenebilir” ölümler analiz edildiğinde, bu ölümlerin “toplam” ölümler içinde çok büyük bir yer tuttuğu görülmektedir. Vakitsiz ve önlenebilir ölümler arasında ilk sırayı “cinayetler” almaktadır. Cinayetler sonucu meydana gelen ölümleri de üç ana başlıkta toplamak mümkündür: trafik cinayetleri, iş cinayetleri ve şiddet cinayetleri.

Burada bir parantez açarak ana akım medyada ve konuşma dilinde kullanılagelen “kaza” sözcüğü yerine neden “cinayet” sözcüğünü tercih ettiğimizi açıklamak istiyorum. Kaza sözcüğü daha çok “önceden kestirilemeyen” veya alınan bütün tedbirlere rağmen elde olmayan nedenlerle (örneğin deprem gibi doğal felaketler) gerçekleşen olaylar için kullanılır. Oysa ülkemizde gerçekleşen “iş kazaları” ve “trafik kazaları” genellikle bu tanıma uymamaktadır. Örneğin en çok ölüm nedenlerinden biri olan “yüksekten düşme” kesinlikle önceden tahmin edilebilir ve önlem alınabilir bir durumdur. Yüksekten düşmeye karşı “hiçbir” tedbir alınmaması sonucu bir emekçinin inşaat iskelesinden düşüp ölmesi bu anlamda kesinlikle “iş kazası” olarak tanımlanamaz. Bu “kasıtsız” olsa bile kesinlikle bir cinayettir. Bu durum birçok trafik cinayeti veya şiddet cinayeti için de geçerlidir.


Türkiye’de her yıl “trafik cinayetlerinde” 10 bine yakın insan yaşamını yitirmekte, 200 bin insan yaralanmaktadır. Aslında istatistiklere bakıldığında Türkiye’de trafik cinayetlerinde yaşamını yitirenlerin 5 bin civarında olduğu görülmektedir, fakat bu resmi rakam “olay yerinde” ölenlerin sayısını yansıtmaktadır. Kazalarda yaralananların bir kısmı iyileşirken, bir bölümü de daha sonra geçirdikleri kaza nedeniyle yaşamını yitirmekte veya yaşamlarının geri kalanını sakat kalarak geçirmek zorunda kalmaktadır. Trafik kazaları yaralanmaları genellikle “ağır” yaralanmalar olduğundan, trafik cinayetleri nedeniyle yaşamını yitirenlerin sayısı, olay yerinde ölenlerin sayısı ikiyle çarpılarak tahmin edilmektedir. 


“İş cinayetleri” nedeniyle yaşamını yitirenlerin sayısı konusunda bir muğlaklık söz konusudur. Ülkemizde her yıl en az 1.500 işçinin “iş kazalarında” yaşamını yitirdiğini biliyoruz, fakat meslek hastalıkları nedeniyle kaç emekçinin yaşamını yitirdiğini bilmiyoruz. Kuşkusuz bunu da tahmin etmek güç değil. Uluslararası Çalışma Örgütü verilerine göre meslek hastalıkları nedeniyle ölümler, iş kazaları nedeniyle ölümlerin kabaca 6 katı kadardır. O halde Türkiye’de her yıl 9 bin kadar emekçinin “önlenebilir” meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını “vakitsiz” yitirdiğini söyleyebiliriz. Bu durumda toplam olarak her yıl 10.500 kadar insanımızı “iş cinayetlerine” (buna “işçi cinayeti” diyenler de vardır) kurban veriyoruz.


Trafik cinayetlerinde olduğu gibi iş cinayetlerinde de ölenler yanında çok sayıda yurttaşımızın yaralandığını veya meslek hastalığına yakalandığını biliyoruz. Ne yazık ki bu insanların da, trafik cinayetlerinde olduğu gibi, ne kadarının yaşamını yitirdiğini, ne kadarının yaşamını sakat olarak sürdürmek zorunda kaldığını bilmiyoruz. Daha da kötüsü ülkemizde konuyla ilgili yüzlerce fakülte ve binlerce bilim insanımız olmasına rağmen, bu rakamları “tahmin” dahi edemiyoruz, çünkü aydınlarımız bu konularda çalışma yapmak alışkanlığına sahip değil. Örneğin tıp fakültelerimizden meslek hastalıkları üzerine neredeyse hiç yayın çıkmıyor.


“Şiddet cinayetleri” de her yıl artmakta ve “çeşitlenmektedir”. Türkiye’de yılda yaklaşık 4 bin kişi şiddet cinayetlerinde yaşamını yitirmektedir. Bu cinayetler içinde belirginleşen kategoriler arasında savaş cinayetleri, kadın cinayetleri ve sağlıkçı cinayetleri sayılabilir. 


“Savaş cinayetlerinde” her yıl bine yakın insanımızı yitiriyoruz. “Kadın cinayetlerinde” ise her yıl ortalama 300 kadınımızı toprağa veriyoruz. “Sağlıkçı cinayetleri” şimdilik diğerleri yanında sayısal olarak küçük görünebilir fakat artış eğilimine bakıldığında önümüzdeki yıllarda daha çok tartışılacak gibi görünüyor. Şiddet cinayetlerinin geri kalanını hukuk dilinde “adli” suçlar kategorisinde toplanan olaylar oluşturuyor.


Bu cinayetlerin hepsi mağdurlarını “vakitsiz” olarak aramızdan almaktadır ve hemen hepsi tamamen “önlenebilir” nitelikte ölümlerdir. Bu apaçık “vakitsiz ve önlenebilir” ölümleri topladığımızda karşımıza ürkütücü bir rakam çıkmaktadır: yılda ortalama 24.500.

ÖLÜMLERDEN ÖLÜM BEĞENMEK

Bu rakamın ne anlama geldiğini daha iyi anlayabilmek için istatistik biliminden yararlanarak “cinayet” ölümlerini “standartlaştırabiliriz”. Cinayetler nedeniyle ölenlerin sayısını nüfusumuza bölerek, her yıl, her 100 bin insanımızdan 31,53’ünün bu nedenle yaşamını yitirdiğini hesaplayabiliriz. Bu standartlaştırılmış rakam bize cinayet nedenli ölümleri, diğer nedenlerle gerçekleşen ölümlerle karşılaştırma olanağı verir.

Soruna bu açıdan bakıldığında karşımıza sözcüğün tam anlamıyla “korkunç” bir tablo çıkmaktadır. Türkiye’de insanları en çok öldüren 50 neden sıralandığında, “cinayetler” nedeniyle ölümler, koroner hastalıklar ve inmeler nedeniyle ölümleri takiben “üçüncü” sıraya yerleşmekte, geri kalan 46 sağlık sorununu geride bırakmaktadır. Dahası cinayetlere bağlı ölümler, en alt sıralarda yer alan 21 sağlık sorunu nedeniyle (30. – 50. sıralar) ölümlerin “toplamından” daha yüksektir.

Ölüme neden olma bakımından “cinayetlere” bağlı ölümlerin gerisinde kalan sağlık sorunları arasında, akciğer kanseri (yüzbinde 31,4), hipertansiyon (yüzbinde 16), meme kanseri (yüzbinde 13,4), diyabet (yüzbinde 12,6), astım (yüzbinde 10), kalın bağırsak kanserleri (yüzbinde 10,2), mesane kanseri (yüzbinde 6,6), pankreas kanseri (yüzbinde 4,4) ve tüberküloz (milyonda 5,6) vardır. Kuşkusuz bu ölümlerden bir kısmı da “vakitsiz ve önlenebilir” ölümlerdir, fakat bir kıyaslama yapmak gerekirse Türkiye’de birinin cinayetlere kurban gitme şanssızlığı, pankreas kanserinden ölme şanssızlığından 7 kat daha fazladır.

ÖLÜMÜN SINIFI OLUR MU?

Sınıfın Sağlığı okurları toplumsal sınıflar arasında ölüm (mortalite) hızları bakımından emekçi sınıflar aleyhine büyük farklılıklar olduğunu (toplumsal yokuş) iyi bilirler ve bu nedenle bu soruyu daha çok toplumun bu konudaki “bilinç” düzeyi bağlamında tartışacağız.

Türkiye’de toplumun emeğini satarak geçinen kesimleri, dünya üzerindeki diğer ülkelerle kıyaslandığında bilinç ve örgütlülük düzeyleri bakımından oldukça geri kalmıştır. Bu emeğin “bütün kesimleri” için geçerlidir. Kamuda veya özel sektörde maaş veya ücret karşılığı çalışan bir üniversite profesörüyle, tarımda mevsimlik olarak gündelikçi çalışan, okur-yazar dahi olmayan işçi arasında işçi sağlığı ve iş güvenliği bilinci ve mesleki (sendikal) örgütlülük düzeyi bakımından anlamlı bir fark yoktur. Dahası Türkiye “sendikalaşma oranı” bakımından dünya sıralamasında en geri sıralarda yer almaktadır.

Bu durum kendisini, üniversite profesörüyle, okuma yazma bilmeyen tarım işçisinin işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki tutum ve davranışlarında da göstermektedir. Medyada öğrencilerinin uyarılarına rağmen “çökme” tehlikesi bulunan bir binada ders anlatmayı sürdüren profesörlerle, tarlaya traktörün çamurluğu üzerinde cambaz gibi giden okuma yazma bilmeyen tarım işçilerinin öyküleri yan yana yer bulmaktadır.

Türkiye’de üniversitelerde öğretim üyesi olan birçok hekim, “kendi” mesleki maruziyetleri ve bunlara karşı alınması gereken tedbirler konusunda, okuma yazma bilmeyen işçiler kadar bilinçsizdir. Bu hekimlerin görev yaptıkları üniversite hastanelerinde veya derslerinde iş güvenliği konularını anlatan öğretim üyelerinin görev yaptıkları üniversitelerde dahi işçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatı (mevcut eksik haliyle bile) yeterince uygulanmamaktadır.

Örgütlülük noktasında da çalışan kesimler arasında anlamlı bir farklılık olduğunu söyleyebilmek güç. Sendikalaşma oranlarının dibe vurduğu (yüzde 10’un altında), kağıt üzerinde sendikalı görünen işçilerden bir bölümünün “gerçek” olmadığı, sendikalı olanların da sendikal haklarını kullanamadığı Türkiye, bu yönüyle işverenler için bir “cennet” olarak görülmektedir. Yine Türkiye’nin en eğitimli çalışanları ile okuma yazma bilmeyen en eğitimsiz çalışanları arasında örgütlülük bakımından anlamlı bir fark bulunmamaktadır.

CİNAYETLERİN MİSTİFİKASYONU

Cinayetlere karşı bilinçli ve örgütlü tutum alınamayışı, toplumun cinayetleri mistifiye etmesine ve sorunların çözümsüzlüğe mahkum olmasına yol açmaktadır. İş cinayetleri “fıtrat” kavramıyla açıklanırken, trafik kazalarından “trafik canavarı” sorumlu tutulmakta, şiddet cinayetleri ise yine “terör canavarı”, “cinnet” veya “meczup” kavramlarıyla “açıklanmaya” çalışılmaktadır.

Cinayetlere kurban gidenlerin yakınları genellikle “kaderlerine” razı olmaktadır. Sorunun kök nedenlerini araştırmak yerine “sonuçları” üzerinden yaklaşılmakta ve kayıpların “tazmin” edilmesine yönelik bir çaba içine girilmektedir. Toplum içinde bazı “duyarlı” yurttaşların aynı olayın başkalarının başına gelmemesi için giriştiği bireysel çabalar çoğu kez sürdürülememekte ve yine genellikle sorunun kök nedenlerine inememektedir.

Cinayetlere karşı etkin tedbirler alınabilmesi için cinayetlerin demistifikasyonu ve kök nedenlerine inilmesi gereklidir. Bunun için toplumun “bütün” kesimlerinin bilinçlendirilmesine ve örgütlenmesine gereksinim vardır. Çünkü çoğu “sistem” sorunu olan cinayetler, duyarlı bireylerin kişisel çabalarıyla önlenemez. Aynı şekilde bu cinayetlerin önlenmesinde “bireysel” tedbirler de çözüm değildir.

Bir emekçi işyerinde kişisel olarak işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda ne kadar duyarlı olursa olsun, kendisini korumak için ne kadar tedbir alırsa alsın iş kazalarından ve meslek hastalıklarından korunamayabilir. Trafiğe yaya veya sürücü olarak çıkan bir birey ne kadar dikkatli olursa olsun, trafik kurallarına ne kadar titizlikle uyarsa uysun trafik kazalarından korunamayabilir. Aynı şekilde şiddet cinayetlerinden de “bireysel” çabalarla korunabilmek olanaksızdır.  

Ölmeye yatmak yerine ülkemizi “vakitsiz ve önlenebilir ölümler diyarı” olmaktan çıkartmanın yolu, bilinçlenmek ve örgütlenmekten geçmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder