Bugün konumuz son aylarda gündelik
yaşamımızın giderek sıradanlaşan bir gündemi olmaya başlayan “ölüm”. Üzerine
konuşmak için çok hoş bir konu olmadığını biliyorum fakat ölüm bir yanıyla
yaşamımızın kaçınılmaz bir gerçeği, diğer yanıyla sağlığın en önemli konusu.
Şüphesiz burada ölüm olgusunu meşrebimize göre, toplum sağlığı ve sınıf
mücadelesi (emekçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyi) açısından tartışacağız.
Ölümleri toplum sağlığı ve sınıf
mücadelesi bağlamında ikiye ayırmak mümkün: “doğal ölümler” ve “vakitsiz”
ölümler. Dünyaya gelen her insanın ölmeden önce büyümesi, ergenliğe ve gençliğe
erişmesi, orta ve ileri yaşlarını yaşaması beklenir. Elbette ölenlerin
yakınları için her ölüm “vakitsizdir”, fakat genel olarak ileri yaşlarda
meydana gelen ölümler, diğerlerine göre daha “doğal” karşılanır ve kabullenilir.
Yazımızda kullanacağımız diğer bir kavram da “önlenebilirlik” kavramıdır. Genel
olarak “vakitsiz” ölümlerin aynı zamanda bazı tedbirlerle “önlenebileceği”
kabul edilir. Zaten tıp bir bakıma bu tedbirleri araştırmak ve tavsiye etmek
için vardır.
Yeryüzünde her yıl yaklaşık olarak 135
milyon kadar insan dünyaya gelmekte ve 56 milyon civarında insan aramızdan
ayrılmaktadır. İnsanların dünyaya gelişleri bakımından büyük farklılıklar
yoktur, fakat ülkeler arasında ve içinde insanların “nasıl” (vakitli –
vakitsiz) ve “hangi nedenlerle” dünyadan ayrıldıkları bakımından büyük farklar
olduğunu görüyoruz.
Bazı ülkelerde insanların çoğu ileri
yaşlarda ve doğal nedenlerle ölürken, geçimlerini emeklerini satarak
sağlayanların “bilinçsiz ve örgütsüz” olduğu Türkiye gibi ülkelerde insanlar çoğunlukla
“vakitsiz ve önlenebilir” nedenlerle yaşamını yitirmektedir. Hatta Türkçede bu
tür ölümleri tanımlamak için “pisipisine ölmek” gibi ifadeler kullanılmaktadır.
Başka dillerde de “vakitsiz ve önlenebilir” ölümler için bu tür ifadeler
bulunup bulunmadığını hep merak etmişimdir. Ancak aşağıda da görebileceğimiz
gibi Türkiye’de yaşayan bir insanın gerçekten “pisipisine ölme” şansı (ya da
şanssızlığı) oldukça yüksektir.
TÜRKİYE: VAKİTSİZ VE ÖNLENEBİLİR ÖLÜMLER DİYARI
Türkiye’de “vakitsiz ve önlenebilir”
ölümler analiz edildiğinde, bu ölümlerin “toplam” ölümler içinde çok büyük bir
yer tuttuğu görülmektedir. Vakitsiz ve önlenebilir ölümler arasında ilk sırayı
“cinayetler” almaktadır. Cinayetler sonucu meydana gelen ölümleri de üç ana
başlıkta toplamak mümkündür: trafik cinayetleri, iş cinayetleri ve şiddet
cinayetleri.
Burada bir parantez açarak ana akım
medyada ve konuşma dilinde kullanılagelen “kaza” sözcüğü yerine neden “cinayet”
sözcüğünü tercih ettiğimizi açıklamak istiyorum. Kaza sözcüğü daha çok “önceden
kestirilemeyen” veya alınan bütün tedbirlere rağmen elde olmayan nedenlerle
(örneğin deprem gibi doğal felaketler) gerçekleşen olaylar için kullanılır.
Oysa ülkemizde gerçekleşen “iş kazaları” ve “trafik kazaları” genellikle bu
tanıma uymamaktadır. Örneğin en çok ölüm nedenlerinden biri olan “yüksekten
düşme” kesinlikle önceden tahmin edilebilir ve önlem alınabilir bir durumdur.
Yüksekten düşmeye karşı “hiçbir” tedbir alınmaması sonucu bir emekçinin inşaat
iskelesinden düşüp ölmesi bu anlamda kesinlikle “iş kazası” olarak
tanımlanamaz. Bu “kasıtsız” olsa bile kesinlikle bir cinayettir. Bu durum
birçok trafik cinayeti veya şiddet cinayeti için de geçerlidir.
Türkiye’de her yıl “trafik
cinayetlerinde” 10 bine yakın insan yaşamını yitirmekte, 200 bin insan
yaralanmaktadır. Aslında istatistiklere bakıldığında Türkiye’de trafik
cinayetlerinde yaşamını yitirenlerin 5 bin civarında olduğu görülmektedir,
fakat bu resmi rakam “olay yerinde” ölenlerin sayısını yansıtmaktadır.
Kazalarda yaralananların bir kısmı iyileşirken, bir bölümü de daha sonra geçirdikleri
kaza nedeniyle yaşamını yitirmekte veya yaşamlarının geri kalanını sakat
kalarak geçirmek zorunda kalmaktadır. Trafik kazaları yaralanmaları genellikle
“ağır” yaralanmalar olduğundan, trafik cinayetleri nedeniyle yaşamını
yitirenlerin sayısı, olay yerinde ölenlerin sayısı ikiyle çarpılarak tahmin
edilmektedir.
“İş cinayetleri” nedeniyle yaşamını
yitirenlerin sayısı konusunda bir muğlaklık söz konusudur. Ülkemizde her yıl en
az 1.500 işçinin “iş kazalarında” yaşamını yitirdiğini biliyoruz, fakat meslek
hastalıkları nedeniyle kaç emekçinin yaşamını yitirdiğini bilmiyoruz. Kuşkusuz
bunu da tahmin etmek güç değil. Uluslararası Çalışma Örgütü verilerine göre
meslek hastalıkları nedeniyle ölümler, iş kazaları nedeniyle ölümlerin kabaca 6
katı kadardır. O halde Türkiye’de her yıl 9 bin kadar emekçinin “önlenebilir”
meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını “vakitsiz” yitirdiğini söyleyebiliriz.
Bu durumda toplam olarak her yıl 10.500 kadar insanımızı “iş cinayetlerine” (buna
“işçi cinayeti” diyenler de vardır) kurban veriyoruz.
Trafik cinayetlerinde olduğu gibi iş
cinayetlerinde de ölenler yanında çok sayıda yurttaşımızın yaralandığını veya
meslek hastalığına yakalandığını biliyoruz. Ne yazık ki bu insanların da,
trafik cinayetlerinde olduğu gibi, ne kadarının yaşamını yitirdiğini, ne
kadarının yaşamını sakat olarak sürdürmek zorunda kaldığını bilmiyoruz. Daha da
kötüsü ülkemizde konuyla ilgili yüzlerce fakülte ve binlerce bilim insanımız
olmasına rağmen, bu rakamları “tahmin” dahi edemiyoruz, çünkü aydınlarımız bu
konularda çalışma yapmak alışkanlığına sahip değil. Örneğin tıp
fakültelerimizden meslek hastalıkları üzerine neredeyse hiç yayın çıkmıyor.
“Şiddet cinayetleri” de her yıl
artmakta ve “çeşitlenmektedir”. Türkiye’de yılda yaklaşık 4 bin kişi şiddet
cinayetlerinde yaşamını yitirmektedir. Bu cinayetler içinde belirginleşen
kategoriler arasında savaş cinayetleri, kadın cinayetleri ve sağlıkçı
cinayetleri sayılabilir.
“Savaş cinayetlerinde” her yıl bine
yakın insanımızı yitiriyoruz. “Kadın cinayetlerinde” ise her yıl ortalama 300
kadınımızı toprağa veriyoruz. “Sağlıkçı cinayetleri” şimdilik diğerleri yanında
sayısal olarak küçük görünebilir fakat artış eğilimine bakıldığında önümüzdeki
yıllarda daha çok tartışılacak gibi görünüyor. Şiddet cinayetlerinin geri
kalanını hukuk dilinde “adli” suçlar kategorisinde toplanan olaylar
oluşturuyor.
Bu cinayetlerin hepsi mağdurlarını
“vakitsiz” olarak aramızdan almaktadır ve hemen hepsi tamamen “önlenebilir”
nitelikte ölümlerdir. Bu apaçık “vakitsiz ve önlenebilir” ölümleri
topladığımızda karşımıza ürkütücü bir rakam çıkmaktadır: yılda ortalama 24.500.
ÖLÜMLERDEN ÖLÜM BEĞENMEK
Bu rakamın ne anlama geldiğini daha
iyi anlayabilmek için istatistik biliminden yararlanarak “cinayet” ölümlerini
“standartlaştırabiliriz”. Cinayetler nedeniyle ölenlerin sayısını nüfusumuza
bölerek, her yıl, her 100 bin insanımızdan 31,53’ünün bu nedenle yaşamını
yitirdiğini hesaplayabiliriz. Bu standartlaştırılmış rakam bize cinayet nedenli
ölümleri, diğer nedenlerle gerçekleşen ölümlerle karşılaştırma olanağı verir.
Soruna bu açıdan bakıldığında
karşımıza sözcüğün tam anlamıyla “korkunç” bir tablo çıkmaktadır. Türkiye’de
insanları en çok öldüren 50 neden sıralandığında, “cinayetler” nedeniyle
ölümler, koroner hastalıklar ve inmeler nedeniyle ölümleri takiben “üçüncü”
sıraya yerleşmekte, geri kalan 46 sağlık sorununu geride bırakmaktadır. Dahası
cinayetlere bağlı ölümler, en alt sıralarda yer alan 21 sağlık sorunu nedeniyle
(30. – 50. sıralar) ölümlerin “toplamından” daha yüksektir.
Ölüme neden olma bakımından
“cinayetlere” bağlı ölümlerin gerisinde kalan sağlık sorunları arasında,
akciğer kanseri (yüzbinde 31,4), hipertansiyon (yüzbinde 16), meme kanseri
(yüzbinde 13,4), diyabet (yüzbinde 12,6), astım (yüzbinde 10), kalın bağırsak
kanserleri (yüzbinde 10,2), mesane kanseri (yüzbinde 6,6), pankreas kanseri
(yüzbinde 4,4) ve tüberküloz (milyonda 5,6) vardır. Kuşkusuz bu ölümlerden bir
kısmı da “vakitsiz ve önlenebilir” ölümlerdir, fakat bir kıyaslama yapmak
gerekirse Türkiye’de birinin cinayetlere kurban gitme şanssızlığı, pankreas
kanserinden ölme şanssızlığından 7 kat daha fazladır.
ÖLÜMÜN SINIFI OLUR MU?
Sınıfın Sağlığı okurları toplumsal
sınıflar arasında ölüm (mortalite) hızları bakımından emekçi sınıflar aleyhine
büyük farklılıklar olduğunu (toplumsal yokuş) iyi bilirler ve bu nedenle bu
soruyu daha çok toplumun bu konudaki “bilinç” düzeyi bağlamında tartışacağız.
Türkiye’de toplumun emeğini satarak
geçinen kesimleri, dünya üzerindeki diğer ülkelerle kıyaslandığında bilinç ve
örgütlülük düzeyleri bakımından oldukça geri kalmıştır. Bu emeğin “bütün
kesimleri” için geçerlidir. Kamuda veya özel sektörde maaş veya ücret karşılığı
çalışan bir üniversite profesörüyle, tarımda mevsimlik olarak gündelikçi
çalışan, okur-yazar dahi olmayan işçi arasında işçi sağlığı ve iş güvenliği bilinci
ve mesleki (sendikal) örgütlülük düzeyi bakımından anlamlı bir fark yoktur. Dahası
Türkiye “sendikalaşma oranı” bakımından dünya sıralamasında en geri sıralarda
yer almaktadır.
Bu durum kendisini, üniversite
profesörüyle, okuma yazma bilmeyen tarım işçisinin işçi sağlığı ve iş güvenliği
konusundaki tutum ve davranışlarında da göstermektedir. Medyada öğrencilerinin
uyarılarına rağmen “çökme” tehlikesi bulunan bir binada ders anlatmayı sürdüren
profesörlerle, tarlaya traktörün çamurluğu üzerinde cambaz gibi giden okuma yazma
bilmeyen tarım işçilerinin öyküleri yan yana yer bulmaktadır.
Türkiye’de üniversitelerde öğretim
üyesi olan birçok hekim, “kendi” mesleki maruziyetleri ve bunlara karşı
alınması gereken tedbirler konusunda, okuma yazma bilmeyen işçiler kadar
bilinçsizdir. Bu hekimlerin görev yaptıkları üniversite hastanelerinde veya
derslerinde iş güvenliği konularını anlatan öğretim üyelerinin görev yaptıkları
üniversitelerde dahi işçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatı (mevcut eksik
haliyle bile) yeterince uygulanmamaktadır.
Örgütlülük noktasında da çalışan
kesimler arasında anlamlı bir farklılık olduğunu söyleyebilmek güç.
Sendikalaşma oranlarının dibe vurduğu (yüzde 10’un altında), kağıt üzerinde
sendikalı görünen işçilerden bir bölümünün “gerçek” olmadığı, sendikalı
olanların da sendikal haklarını kullanamadığı Türkiye, bu yönüyle işverenler
için bir “cennet” olarak görülmektedir. Yine Türkiye’nin en eğitimli
çalışanları ile okuma yazma bilmeyen en eğitimsiz çalışanları arasında
örgütlülük bakımından anlamlı bir fark bulunmamaktadır.
CİNAYETLERİN MİSTİFİKASYONU
Cinayetlere karşı bilinçli ve örgütlü
tutum alınamayışı, toplumun cinayetleri mistifiye etmesine ve sorunların
çözümsüzlüğe mahkum olmasına yol açmaktadır. İş cinayetleri “fıtrat” kavramıyla
açıklanırken, trafik kazalarından “trafik canavarı” sorumlu tutulmakta, şiddet
cinayetleri ise yine “terör canavarı”, “cinnet” veya “meczup” kavramlarıyla
“açıklanmaya” çalışılmaktadır.
Cinayetlere kurban gidenlerin
yakınları genellikle “kaderlerine” razı olmaktadır. Sorunun kök nedenlerini
araştırmak yerine “sonuçları” üzerinden yaklaşılmakta ve kayıpların “tazmin”
edilmesine yönelik bir çaba içine girilmektedir. Toplum içinde bazı “duyarlı”
yurttaşların aynı olayın başkalarının başına gelmemesi için giriştiği bireysel
çabalar çoğu kez sürdürülememekte ve yine genellikle sorunun kök nedenlerine
inememektedir.
Cinayetlere karşı etkin tedbirler
alınabilmesi için cinayetlerin demistifikasyonu ve kök nedenlerine inilmesi
gereklidir. Bunun için toplumun “bütün” kesimlerinin bilinçlendirilmesine ve
örgütlenmesine gereksinim vardır. Çünkü çoğu “sistem” sorunu olan cinayetler,
duyarlı bireylerin kişisel çabalarıyla önlenemez. Aynı şekilde bu cinayetlerin
önlenmesinde “bireysel” tedbirler de çözüm değildir.
Bir emekçi işyerinde kişisel olarak
işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda ne kadar duyarlı olursa olsun, kendisini
korumak için ne kadar tedbir alırsa alsın iş kazalarından ve meslek
hastalıklarından korunamayabilir. Trafiğe yaya veya sürücü olarak çıkan bir
birey ne kadar dikkatli olursa olsun, trafik kurallarına ne kadar titizlikle
uyarsa uysun trafik kazalarından korunamayabilir. Aynı şekilde şiddet
cinayetlerinden de “bireysel” çabalarla korunabilmek olanaksızdır.
Ölmeye yatmak yerine ülkemizi
“vakitsiz ve önlenebilir ölümler diyarı” olmaktan çıkartmanın yolu,
bilinçlenmek ve örgütlenmekten geçmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder