Geçen hafta soL’da sağlıkta
gericileşmeye ilişkin çok çarpıcı haberler okuduk. Birinde İstanbul’da açılan
bir “cin hastanesi” anlatılırken, bir başkasında “hastalık bir definedir”
başlıklı broşür tanıtılıyordu.
Aynı günlerde Sağlık Bakanı’ndan da
iki önemli açıklama geldi. Birinde 2017 yılında Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın
“ikinci” aşamasına geçileceği duyuruluyor, diğerinde doğum kontrolünün
“çağdışı” kalmış bir uygulama olduğu iddia ediliyordu.
Derken sağlık ortamına dostumuz Onur
Hamzaoğlu’nun Türkiye’de “bebek ölümlerinin saklandığına” ilişkin yazısı düştü.
Sınıfın Sağlığı’nda bu konuda çok sayıda makale yayınlanmış, ülkemizde
açıklanan bebek ölümü hızlarının gerçekleri yansıtmadığı ifade edilmiş, Dünya
Sağlık Örgütü ve UNICEF’in ve Lancet gibi saygın dergilerin de bu sahtekarlığa
alet oldukları belirtilmişti. Şimdi Hamzaoğlu, Türkiye’de 2013 yılında 3.887,
2014 yılında 4.966 ve 2015 yılında da 3.813 bebeğin ölümünün yok sayıldığını
açıklıyordu.
Geçtiğimiz hafta ekonomi cephesinde
de birçok önemli olay aynı haftaya sığdı. İlk akla gelenler, AB’nin müzakereleri
askıya alması, tarihimizin ilk “döviz bozdurma” kampanyasının başlatılması ve asgari
ücretin bu yıl arttırılmayabileceğinin ifade edilmesidir.
Belki birçok insan geçen hafta
sağlıkta yaşanan olaylar arasında somut bir ilişki kuramadı, fakat hemen herkes
ekonomide yaşanan olayları bir kasırganın ayak sesleri olarak yorumladı.
EKONOMİDE YAKLAŞAN KASIRGA
Ekonomide yaklaşan kasırgayı hemen herkes
öngörebiliyor. TL’deki değer kaybının kısa ve uzun vadeli etkilerinin neler
olabileceği kimse için sır değil. Bu ortamda ne enflasyon, ne de işsizlik
hedeflerinin “kağıt üzerinde” tutturulabilmesi mümkün. Türkiye’yi 2017 yılında
ağır bir yoksullaşma bekliyor. Uluslararası konjonktür de Türkiye’nin lehine
görünmüyor.
Ekonomideki kötüleşmenin ilk ve en
acımasız etkisinin sağlıkta olacağını öngörmek için kahin olmak gerekmez.
Önümüzdeki aylarda yaşanacak iki gelişme toplumun dezavantajlı kesimlerini, özellikle
asgari ücretlilerin sağlığını olumsuz etkileyecek: birincisi yoksullaşma,
ikincisi sağlığa gelecek kısıntılar.
Yoksullaşma süreci şimdiden başladı. Emekçilerin
gelirleri devalüasyonla eriyor. Toplumumuzun en eğitimsiz kesimleri dahi,
kişisel deneyimleriyle akaryakıt zamlarının birkaç ay içinde iğneden ipliğe her
şeye zam anlamına geldiğini çok iyi biliyor. İnsanları “ekmeği dolarla mı
alıyorsun” türünden demagojilerle uzun süre oyalayabilmek olanaksız. Neticede emekçiler
2017’de kursaklarına, 2016’dan daha az girdiğini hissetmeye başlayacak. Sağlık
harcamalarındaki kısıntıyı da, bugünlerde Meclis’te devam eden Bütçe
görüşmeleri sırasında görebiliriz.
SAĞLIKTA YAKLAŞAN KASIRGA
Tarihte yoksulluk ile hastalık
arasındaki ilişkiyi “bilimsel” olarak ortaya koyan ilk hekim Johann Peter
Frank’tır. 1790’da Pavia Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada yoksulluğu
“hastalıkların en doğurgan anası” olarak tanımlayan Frank, krala hastalıkların
üstesinden gelmek için yoksullukla mücadele etmesini salık vermiştir.
Bugün Dünya Sağlık Örgütü de, iki
yüzyıl kadar bir gecikmeyle de olsa, Frank’ı doğrulamış, toplumlarının
sağlığını iyileştirmek isteyen ülkelere, sağlık politikalarını belirlerken
sağlığın toplumsal (sosyal) belirleyicilerini (gelir, istihdam, barınma, beslenme
eğitim vb) dikkate almalarını tavsiye etmiştir.
Yine tarihi boyunca düzinelerce
ekonomik kriz görmüş bir ülke olarak, bu krizlerde ilk olarak “sağlık
harcamalarının” kısıldığını çok iyi biliyoruz. Gerçi bunun izlerini şimdiden
2017 Bütçe Yasası tasarısında görmek mümkün, fakat 2017 içinde de sağlık
bütçesine ilave kısıntılar gelebilir. Bu da hükumet yetkililerinin çok sevdiği
bir deyişle, “ne kadar ekmek, o kadar köfte” anlamına gelecektir. Yani esas
olarak emekçilerin yararlandığı kamusal sağlık hizmetlerinin niceliğinde ve
niteliğinde ciddi gerilemeler yaşanması kaçınılmaz.
O halde sağlıkta yaklaşan kasırga,
bir yandan yoksullaşmayla emekçiler (özellikle asgari ücretliler) arasında
hastalıkların artması, diğer yandan emekçilerin yararlandığı kamusal sağlık
hizmetlerinin yeni kesintilerle bu artışa yanıt veremeyecek duruma gelmesiyle
patlayacak.
EMEKÇİLER HASTALIKLARA VE ÖLÜMLERE Mİ HAZIRLANIYOR?
Şimdi sağlıkta geçen haftaya sığan
olayları, yaklaşan kasırgaya bağlamında yeniden değerlendirebiliriz. Cin
hastanesini geçen yazımızda ele almıştık; bu kez de İzmir’de dağıtılan broşürü
tartışalım:
Geçen hafta İzmir’de bazı “kamu
hastanelerinin” bahçe ve koridorlarında Said Nursi imzalı, "Hastalık bir
definedir" adlı bir broşür dağıtıldı. Kapağında "hastalığın manası,
güzel bir şey olmasa idi, Hâlık-ı Rahim en sevdiği ibadına hastalıkları vermezdi"
yazan broşürde, ölen bebek ve çocukların "ferahlı, saadetli bir saraya
gidecekleri" iddia ediliyor ve "ölen çocukların arkasından üzülmeyin,
feryat etmeyin" tavsiyesinde bulunuluyor.
Kapağında "bu broşür
içerisindeki parçalar Risale-i Nur külliyatından farklı kitaplardan bir araya
getirilmiştir, gayesi imanları kurtulmasına vesile olmaktır" yazılı olan broşürde,
"bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasaydı, sen başın,
elin, midenin sıhhatindeki lezzeti, zevkli nimet-i ilahiyeyi hissedip şükreder
miydin?" sorusu soruluyor.
"Hastalık sabun gibi, günahların
kirlerini yıkar, temizler" ifadesinin de yer aldığı 32 sayfalık broşür, bebek
ölümlerine ilişkin öğütler veriyor: "Madem dünya bir misafirhanedir, vefat
eden çocuk nereye gitmişse, siz de biz de oraya gideceğiz. İleride hem
berzahta, hem cennette görüşülecektir. El hükmülillah demeli. O verdi, o aldı.
Sabır ile şükretmeli."
Tam da emekçilerin sağlığının
kötüleşmek üzere olduğu bir dönemde kamu hastanelerinde bu broşürün dağıtılması
tesadüf olabilir mi? Yukarıda açıkladığımız gibi 2017’de emekçilerin daha çok
hastalanacaklarını öngörmek için kahin olmak gerekmiyor. Acaba broşürle işçi
sınıfımız kasırgaya hazırlanmak isteniyor olabilir mi?
Diğer yandan “halk sağlığı” bilimi,
toplumun sağlığındaki kötüleşmenin ilk olarak kendisini bebek ölümlerinde
artışla gösterdiğini söylüyor. İnsan yaşamının en kırılgan olduğu bebeklik
dönemi, aynı zamanda sosyoekonomik gelişmelere de en duyarlı olan dönemdir. Bu
nedenle sağlıkta kötüye gidişin ilk sonucu bebek ölümlerinde artış olacaktır.
Demek ki emekçileri önümüzdeki yıl için artacak bebek ölümlerine de hazırlamak
lazım!
PEKİ, BİZ KASIRGAYA HAZIRLANIYOR MUYUZ?
Kimilerine ironik gelebilir fakat
“kriz” ve “değişim” sözcükleri genellikle bir arada kullanılır. Krizler
“değişim” fırsatı sunarlar. Daha doğru bir ifadeyle değişim için “maddi”
koşulları oluştururlar.
Ancak krizin (veya maddi koşulların)
varlığı değişim için gerekli, fakat asla “yeterli” değildir. Değişimin yeterli
koşulu, değişimi gerçekleştirecek emekçi faktörüdür. İzmir’de dağıtılan
broşürü, tam da bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Senaryoyu birlikte yazalım: Beklenen
mucize olmuyor ve ekonomideki mevcut durum giderek daha da ağırlaşıyor. Emekçiler,
alım güçleri düştükçe hastalıklar karşısında daha savunmasız hale gelip, sağlık
kurumlarına daha sık başvuruyor. Kamu sağlık kurumları ise kaynakları kısıldığı
için artan talebi yeterince karşılayamıyor.
Böylece sağlıkta bir kriz (aynı
zamanda değişimin maddi koşullarını) tanımlamış olduk. Şimdi ne gerekli?
Değişimi gerçekleştirecek emekçiler. Peki, eğer emekçileri durumlarının
“tanrının kendilerine bir lütfu” olduğuna ikna edebilirseniz, bu emekçiler
değişimi gerçekleştirebilir mi? Eğer bu koşullar tanrının iradesiyse, tanrı
iradesine karşı çıkılabilir mi?
İşçilerin ve emekçilerin içinde
bulundukları koşulları değiştirebilmeleri için, her şeyden önce bu koşulları
değiştirmenin “mümkün” olduğuna inanmaları gerekir. Eğer koşullar tanrı
tarafından belirlenmişse nasıl değişebilirler?
Demek ki, birilerinin de işçi
sınıfına hastalıkların ve bebek ölümlerinin kaderleri olmadığını söylemesi,
hastalıkların ve bebek ölümlerinin nedeninin yoksullaşmaları ve sağlık
harcamalarının kısılması olduğunu anlatması, yani işçi sınıfını kasırgaya
hazırlaması lazım. Yoksa kasırga insanları siler, süpürür ve her zamanki gibi
kalan sağlar bizim olur. Hatta işçi sınıfından umudu keser, değişimi başka
güçlerde veya kimliklerde aramaya başlarız.
Geçen hafta gazetelere yansıyan
haberlere bakıldığında, “düzen” güçlerinin yaklaşan kasırgaya hazırlandığı görülüyor.
Peki, biz hazırlanıyor muyuz? Yoksa maddi koşulların insanları “kendiliğinden”
bilinçlendireceğini mi umuyoruz? Belki de “Ne Yapmalı?”yı yeniden okumak, ya da
yeniden “yazmak” zamanıdır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder