Geçen hafta sosyal medyada sağlıkla
ilgili bir haber dolaşmaya başladı: Türkiye’nin ilk büyü bozma ve cin hastanesi
İstanbul’da açılmış. “Baş ağrısı, kadın hastalıkları, romatizma ve kireçlenme
gibi çok sık karşılaşılan rahatsızlıkları” tedavi ettiğini iddia eden bu
hastane, İkitelli’de faaliyet gösteriyormuş. Bir de fotoğraf var. Manevi Şifa
Merkezi’nin tabelasının göründüğü fotoğrafta şu tedaviler sıralanmış:
biyoenerji, metafizik, hacamat, sülük ve ruhsal tedavi.
Gerçi Sağlık Bakanlığı tepkiler
üzerine bu “hastaneye” ruhsat vermediğini açıkladı, fakat son 30 yıl içinde
açılan bütün “alternatif tıp” merkezlerinin bu süreçlerden geçtiğine tanıklık
ettik. Örneğin 1990’larda akupunkturun da “yasak” olduğunu, on yıl öncesine
kadar şimdi devlet hastanelerinde mesleklerini icra eden hacamatçıların “hapis”
cezaları aldıklarını unutmayalım. Zaten sorun Bakanlığın ruhsat verip,
vermemesi değil, sorun “sağlıkta gericileşme” ve insanların sağlık sorunlarına
çözümü bilim dışında aramaları.
TARTIŞMAYA DEĞER Mİ?
Dünya’da bilimsel tıbbın 2.500 yıllık
tarihi olduğunu, bu tür şarlatanlıkların belki toplumun yalnızca en eğitimsiz,
en cahil bıraktırılmış kesimlerini etkileyebileceğini, bu anlamda toplumun
çoğunluğu için bir tehdit oluşturmadığını ve dolayısıyla tartışmaya değer
olmadığını düşünenler olabilir.
Oysa bir yandan şarlatanlık çoğu kez karşımıza
“büyü bozma” gibi kör parmağım gözüne biçimlerde çıkmıyor, diğer yandan sağlık
sorunlarının çözümünü büyü bozma veya cin çıkartma gibi “tedavilerde”
arayanların sayısı, ne yazık ki, çoğumuzun sandığından çok daha yüksek. Bunu en
azından bu tür “tedavileri” uygulayan kurumların “müşteri” bulamadıkları için
kapanmamasından, aksine yenilerinin açılmasından anlıyoruz.
Günümüzde sözcüğün tam anlamıyla bir
“güven” bunalımının yaşandığı bilimsel tıp, toplumların “en eğitimli” kesimleri
arasında dahi sorgulanıyor ve bu kesimler içinde çözümü alternatif tıpta
arayanların sayısı hiç de azımsanacak ölçüde değil. Hatta alternatif tıbbın
Türkiye’ye birçok gelişmiş batı ülkesinden çok daha geç geldiği ve en azından
eğitimli kesimler arasında henüz bu ülkelerdeki kadar yaygınlaşmadığı dahi
söylenebilir.
Dahası alternatif tıp uygulayıcılar
arasında “bilimsel tıp eğitimi” almış hekimlerin sayısı da oldukça yüksek.
Belki İstanbul’da açılan büyü çıkartma hastanesinde tıp fakültesi mezunu
hekimler yoktur, fakat olsa, emin olun şaşırmazdım. Hele İstanbul’da Üsküdar
Üniversitesi’nin açtığı sülük ve hacamat kurslarına katılarak sertifika alan “uzman
hekimleri” gördükten sonra…
Eğer bir hekim en az 6 yıl tıp
eğitimi ve yine en az 4 yıllık uzmanlık eğitiminden (bilimsel tıp eğitimi) sonra,
ne gerekçeyle olursa olsun kupa çekmeyi öğrenmek için para ve zaman harcayıp
kurslara katılıyor, örneğin yoga eğitimcisi olabilmek için kendi cebinden
yurtdışına gidip, ciddi sınavlara giriyorsa, bu mesele tartışılmaya değer
demektir.
BİLİMSEL TIP
İnsanlık binlerce yıl boyunca sağlık
sorunlarını, işlediği günahların cezası olarak algıladı. Tarihin derinliklerinden
gelen bu algının izlerini, günümüzde dahi, onulmaz hastalıklara yakalanan
insanların “tanrım, ne günah işledim de bana bu cezayı verdin” şeklindeki
yakarmalarında görebiliriz.
Sağlığı böyle algılayan insanlar,
hastalıklarının çaresini de tapınaklarda aradılar. Coğrafyamız bu tür
tapınaklar bakımından oldukça zengindir. Ancak bu antik şifa kurumlarını
dolaştığınızda, hastaların tanrılara dua ettiği ve adaklar sunduğu devasa
tapınaklar yanında, daha “dünyevi” tedavilerin uygulandığı mekanları da
görürsünüz. Bu mekanlar, o çağlarda bile sağlık sorunlarına dünyevi yaklaşımı
benimseyenler bulunduğunun kanıtıdır. Nitekim Hipokrat’tan bin yıl önce kaleme
alınan Ebers Papirüsü’nde çeşitli hastalıkların tedavisi için 875 reçete vardır
ve bunlardan yalnızca 12’si “büyü” içermektedir.
Hipokrat döneminde de sağlığa
yaklaşım dinsel temelliydi ve sağlıkla ilgili 30 kadar tanrı ve tanrıçaları
vardı. Fakat Eski Yunan uygarlığı bu dönemde dünyanın geri kalanından “şehir demokrasisi”
ile ayrılıyordu. Bu olanaktan yararlanan Hipokrat, sağlığın üzerini kapatan mistik
örtüleri sıyırmayı ve “bilimsel” (laik) tıbbın temellerini atmayı başardı.
Bilimsel tıp, en basit tanımıyla
sağlığın belirleyicilerini “doğaüstü güçlerde” değil, doğada arama anlayışıdır.
Buradan hareketle sağlık sorunlarının çözümünde de din (veya inanç) yerine
bilime dayanılır.
ALTERNATİF TIP
Alternatif tıp, sözcüğün tam
anlamıyla bilimsel tıbbın veya daha doğru bir ifadeyle tıbba “bilimsel” yaklaşımın
alternatifidir ve iki kaynağı vardır: birincisi şarlatanlık ve ikincisi geleneksel
halk hekimliği.
Şarlatanlık,
tıp tarihi kadar eski bir olgudur. Toplumların sağlığa dinsel yaklaşımını
sömüren şarlatanlar, artık dünyada pek az insanın inandığı “eski tanrıların”
yerine “mistik” güçleri koyarak, sağlığı doğa – üstü olaylarla açıklamaktadır.
Günümüzde “alternatif tıp” uygulayıcıları tedavilerinin başarısını, hastanın
tedaviye “inanmasına” bağlarlar. Bu nedenle tedavi yöntemlerinin standart
bilimsel yöntemlerle sınanamayacağını savunurlar.
Geleneksel halk hekimliği, hekimliğin – iyileştiriciliğin en eski biçimidir ve tıptan
eskidir. İnsan, binlerce yıllık tarihi boyunca doğayı gözlemlemiş, deneme –
yanılma yöntemiyle kimi sağlık sorunlarına çareler bulmuş ve bu bilgileri
kuşaklar boyunca aktarmıştır. Günümüzde bu “çarelerin” bir kısmı bilimin
süzgecinden geçerek bilimsel tıbba dahil olmuş, bir kısmı ise faydasız, hatta
zararlı bulunarak (örneğin sülük tedavisi) reddedilmiştir.
ALTERNATİF TIBBIN HORTLA(TIL)MASI
Tarih boyunca bilimsel ve bilimsel
olmayan (bilime alternatif) tıp birlikte var olmuştur. Bilimsel tıp, ancak
ortaçağın sonlarında bilim ve teknolojide sağlanan ilerlemelerle alternatif tıp
karşısında güçlenebilmiş ve ancak yirminci yüzyılda alternatif tıbba üstünlük
sağlayabilmiştir.
Yirminci yüzyıla kadar dünyanın bütün
coğrafyalarında egemen olan tıp, alternatif tıptır. Ancak kapitalizmin eşitsiz
gelişimi, yirminci yüzyılda dahi gelişmiş kapitalist ülkelerde egemen olan
bilimsel tıbbın, başta dünyanın doğusu olmak üzere geri bıraktırılmış ülkelerde
alternatif tıp üzerine egemenlik kurmasına olanak vermemiştir. Bu ülkelerde
akupunktur, yoga, ayurveda gibi “inanç temelli” uygulamalar, kolayca
“erişilemeyen” bilimsel tıbba (bilime) “erişilebilme” avantajını kullanarak alternatif
olmayı sürdürmüşlerdir.
Aslında batılı toplumlarda da bilim,
tıp üzerinde hiçbir zaman tam bir egemenlik kuramamıştır. Geleneksel halk
hekimliği ve çeşitli şarlatanlık örnekleri her zaman şu veya bu ölçüde
varlığını korumuş, özellikle bu toplumların bilimsel tıp hizmetlerine erişimi
kısıtlı olan en yoksul eğitimsiz kesimleri arasında yaygınlığını korumuştur.
Bilimsel tıbbın egemen olduğu
coğrafyalarda alternatif tıbbın yükselişi (hortlaması) oldukça yeni bir
olgudur. ABD ve batı Avrupa ülkelerinde insanların bilimsel tıptan uzaklaşarak,
alternatif tıbba yönelmeye, özellikle bu toplumların “eğitimli” kesimlerinin
sağlık sorunlarının çözümünü bilimsel olmayan uygulamalarda aramaya başlamaları
1970’li yıllarda ortaya çıkmıştır. 1980’li yıllarda batılı ülkelerde doğunun binlerce
yıllık alternatif tıp uygulamaları “yeniden keşfedilmiş”, zaman içinde “modern
yaşama uyarlanmış”, 2000’li yıllarda ise bilime sözcüğün tam anlamıyla
“alternatif” hale gelmeye başlamıştır.
Bu sürecin tam olarak kavranabilmesi
için, 1970’li yıllarda sağlık alanında yaşanan önemli bir gelişmenin
anlaşılması gerekir: “tıbbi – sanayi kompleks”.
TIBBİ – SANAYİ KOMPLEKS
Tıbbi – sanayi kompleks terimi ilk
kez 1960’ların sonlarında literatüre girmiştir. Literatüre “askeri – sanayi
kompleks” terimine analog olan giren terim, “sağlıkta çıkar çatışmasını”
tanımlamakta kullanılmıştır.
Literatürde tıbbi – sanayi kompleksin
ana özellikleri şöyle sıralanmaktadır:
- “Büyük” sermayenin sağlık
alanına yatırım yaparak, özellikle sigortacılık, özel hastane zincirleri,
ilaç şirketleri ve tıbbi teknoloji endüstrisi alanlarında tekelleşmeye
başlaması
- İlaç şirketlerinin ve tıbbi
cihaz üreticilerinin tıp eğitimi programlarını, hekimleri ve hastaneleri
kendi ilaçlarını ve cihazlarını kullanmaları için doğrudan fonlamaları
- Sağlıkta yönetimin hekimlerden -
sağlıkçılardan, hekim – sağlık dışı mesleklere (özellikle işletmecilere)
geçmesi
Gelişmiş batılı ülkelerde tıbbi –
sanayi kompleksin sağlık ortamına egemen olmasıyla birlikte geleneksel sağlık
hizmet sunumu anlayışında önemli değişimler yaşanmış ve birçok yazar bu
değişimi “tıbbın sanayileşmesi” olarak tanımlamıştır. Bu değişimin en belirgin
ögesi, sağlık hizmetlerinin insanların sağlık gereksinimleri yerine,
şirketlerin “kâr” gereksinimlerine göre belirlenmeye başlamasıdır. Böylece
tıbba piyasa ekonomisinin “maliyet – etkililik” gibi kavramlar girmiş, hekimlerin
performansları ve hekimlik uygulamaları işletmecilik ölçütleriyle
değerlendirilmeye başlamıştır.
Bu süreç yirminci yüzyılın sonuna
doğru dünyada işçi sınıfı hareketinin gerilemesiyle birlikte artan neo-liberal
saldırı altında hızlanarak, sağlıkta özelleştirme ve piyasalaşmayla birleşerek,
sağlık ortamına “küresel” ölçekte egemen olmuştur.
BİLİMSEL TIPTA GÜVEN BUNALIMI
Tıbbi – sanayi kompleks oluşmasıyla,
gelişmiş batı ülkelerinde bilimsel tıbba olan güvenin sarsılmaya başlaması ve
insanların sağlık sorunlarının çözümünde “alternatif” arayışına girmeleri
“eşzamanlı” olarak gerçekleşmiştir.
Tekelci sermaye (sigorta şirketleri,
ilaç şirketleri, tıbbi teknoloji endüstrisi) ile saygın akademisyenler ve
hekimler arasındaki “kirli” ilişkilerin ortaya çıkması, gelişmiş batı
ülkelerinde insanların bilimsel tıbba güveninin sarsılmasının en önemli
nedenidir.
“Hekimler geçerli ve güvenilir bilgi
için tıbbi literatüre güvenemezler” başlıklı makalesinde dünyanın en prestijli
tıp dergilerinde çok sayıda yanlı ve çarpık çalışma yayınlandığını belirten Cem
Terzi, çıkar gruplarının bilimsel araştırmalara müdahale ettiğini ve tıbbi
araştırma sistemi finansmanı ve saygın tıp dergilerinin ilaç endüstrisine
bağımlı olduğunu ifade etmiştir. Terzi’nin derleme makalesinde çok sayıda
tanıklık (belki de itiraf) vardır. Bunlardan bir kısmına kısaca göz atarak, bilimsel
tıptaki bunalımın boyutlarını ortaya koyabiliriz:
New England Journal of Medicine (NEJM) editörü Dr. Marcia Angell: “…Resmin bütününe
bakarsak, yanlılığın ("bias") sadece birkaç izole durum için söz
konusu olduğunu söylemek saflık olur. Yanlılık tüm sisteme sızmıştır. Hekimler
geçerli ve güvenilir bilgi için tıbbi literatüre güvenemezler. Son yirmi yılın
New England Journal of Medicine editörü olarak, ne yazık ki ulaştığım son fikir
budur ve son yıllarda daha da kuvvetlenmiştir...”.
Science
editörü Dr. Donald Kennedy: "Bilim adamları endüstri ürünleri aleyhine
yayın yaptıklarında kişisel olarak saldırıya uğrayacaklarından, araştırma
desteklerini kaybedeceklerinden hatta haklarında ticari kayba yol açmaktan
davalar açılmasından korkmaktadırlar".
Lancet editörü
Richard Horton: "Dergiler ilaç firmalarının kirli çamaşırlarını
yıkadıkları makalelerlerle dolu".
British Medical Journal editörü Richard Smith: “Tıp dergileri ilaç firmalarının
pazarlama kolunun bir uzantısıdır”.
Örnekleri çoğaltmak mümkün, fakat
maksadın hasıl olduğunu düşünüyorum. Ancak yine de yukarıdaki dergilerin alanın
“en saygın” dergileri olduğunun tekrar altını çizmek isterim. Günümüzde bile
hekimler ve akademisyenler, ipliği çoktan pazara çıkmış bu dergilerde
makalelerinin yayınlanması için yarış içindedir. Dahası akademisyenler için
artık içindeki “bilgilere” çok az insanın güvendiği bu dergilerde makalelerinin
yayınlanması, kariyerlerinde yükselmenin en önemli araçlarından biridir.
HASTALIKLARI TEŞHİS EDEN TIPTAN, HASTALIK ÜRETEN TIBBA
Yine bu süreçte insanların bilimsel
tıbba güveninin sarsılmasında aşırı teşhis, tıpsallaştırma (medikalizasyon),
ilaçsallaştırma (farmasötikalizasyon) ve bunların hekimlik uygulamalarına
egemen olasında en önemli etmenlerden biri olan “performansa dayalı ödeme”
sistemlerinin benimsenmesinin rolü çok büyüktür.
İnsanlar artık herhangi bir sağlık
sorunları nedeniyle bir hekime başvurduklarında, bilimsel tıbba olan “güvensizlikleri”
nedeniyle teşhis ve tedaviden asla tatmin olmamakta ve özellikle ameliyat gibi
büyük prosedürlerde mutlaka “ikinci” bir görüşe başvurma gereksinimi
duymaktadır.
Bilgi asimetrisinin başka hiçbir
toplumsal meslekle kıyaslanamayacak kadar büyük olduğu tıp mesleği, sözcüğün
tam anlamıyla tamamen “güvene” dayalı bir meslek olduğundan (neticede hayatınızı
hiç tanımadığınız, belki yaşamınızda ilk kez karşılaştığınız birinin eline
bırakıyorsunuz), hastasına güven veremeyen bir hekimin, hastasının bir şekilde
güvenini kazanan alternatif tıp uygulayıcı karşısında şansı çok azdır.
Bilimsel tıbbın tıbbi – sanayi
kompleks tarafından içine düşürüldüğü güven bunalımı, tarihinde karşılaştığı en
büyük bunalımdır ve tıp sermayenin elinden kurtarılmadan hafifleyecek gibi
görünmemektedir. İşte insanlar bu ortamda alternatifler ve sorunlarına bilim
dışı çözümler bulma arayışına girmektedir.
YARIN SİGARA KANSERE NEDEN OLMUYOR DERLER Mİ?
Son yıllarda dünyada “çok saygın”
bilim insanlarının ve hekimlerin adının karıştığı o kadar çok skandal yaşandı
ki, yarın bilim insanları, “yanılmışız, sigara kansere neden olmuyormuş” dese
kimse şaşırmayacak hale geldi.
Örneğin Sınıfın Sağlığı okurları son şeker
skandalını anımsayacaktır. Geçtiğimiz yıl Coca Cola’nın milyonlarca dolar
harcayarak Küresel Enerji Denge Ağı adıyla bir “sivil toplum örgütü” kurdurduğu,
burada “istihdam” ettiği Amerikalı saygın tıp profesörlerine sağlık için asıl
tehlikenin “şekerden değil”, egzersiz yapmamaktan geldiğini açıklattırdığı
ortaya çıkmıştı.
Şüphesiz hekimlerin hepsi bu
gelişmelere kayıtsız kalmadılar. Dünyanın hemen bütün ülkelerinde tıbbi –
sanayi kompleks ile hekimler ve akademisyenler arasındaki kirli ilişkileri
ortaya çıkartanlar yine hekimler olmuştur. Yine günümüzün en önemli sağlık
sorunları haline gelen aşırı teşhis, tıpsallaştırma ve ilaçsallaştırma
süreçleri dürüst hekimler tarafından tanımlanmış ve kamuoyuna duyurulmuştur.
Ülkemizde de bilimsel tıbbın içine
düşürüldüğü bunalıma tepkiler yükselmektedir. Bunlar arasında en güçlü ve
yaygın olanı “Tıp Bu Değil” hareketidir.
TIP BU DEĞİL
Ülkemizde geçtiğimiz yıllarda bir
grup hekim ve akademisyen, tıbbın ve sağlığın tıbbi – sanayi kompleksin
gereksinimleri doğrultusunda yeniden örgütlenmesine karşı “Tıp Bu Değil”
dediler. Gerçi hareket kamuoyunda beklendiği kadar ses getirmedi, fakat hareketin
tamamen kendi olanaklarıyla, hiçbir sponsorluk kabul etmeden yayınlamayı
başardığı üç kitap (Tıp Bu Değil, Tıp Bu Değil 2 ve Tıp Budur), bilimsel tıbbın
bunalımına ilişkin kapsamlı bir literatür oluşturdu. Geçtiğimiz ay bu kitaplara
eczacılar tarafından yayınlanan Eczacılık Bu Değil kitabı eklenmiştir.
Bu kitaplardan birinde hekimler şöyle
diyordu:
“Sağlık alanında doğruyu yanlıştan
ayırt etmek sadece halk için değil, hekimler için de çok zorlaştı. Hangisi
bilimsel tıbbın gereğidir, hangisi ticari tıbbın, hangisi şarlatanlığın son
numarasıdır... bizler için bile ayırt etmesi güçleşti”.
Aslında konunun daha tartışılması
gereken birçok yönü var. Blogumuzun sınırları içinde bunlara hiç değinemedik.
Ancak tartışma daha yeni başlıyor.
Kürtaj ve aşı karşıtlığından,
hastanelerde din adamlarının görevlendirilmesine kadar sağlıkta gericileşmeye
ilişkin birçok olgu ülkemize özgü olmayıp, neredeyse Küba gibi birkaç ülke
dışında “evrensel” boyuttadır.
Diğer yandan sağlıkta gericileşme her
ülkenin sosyokültürel özelliklerine ve geleneklerine göre farklı biçimler
almaktadır. Örneğin Rusya’da bilimsel tıp karşısında “şamanlık” hortlatılır ve
yaygınlaştırılırken, İslam coğrafyasında “sülük ve hacamat” tedavileri teşvik
edilmektedir. Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’de ise “homeopati” gibi daha
“bilimsel” kılığa girmiş alternatif yöntemler yaygındır. Yani daha konuşulacak
çok şey vardır.
Yazımızı “şimdilik” konuya ilişkin
bir söyleşi duyurusuyla kapatmak
istiyoruz:
Bu hafta sonu 11 Aralık Pazar günü
saat 14.00’de Çanakkale Nazım Hikmet Kültür Merkezi Girişimi’nin katkılarıyla “Sağlıkta Piyasalaşma ve Gericileşme”
konulu bir söyleşi düzenliyor. Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde
gerçekleştirilecek söyleşide sağlıkta piyasalaşma ve gericileşmeye karşı neler
yapılabileceği de tartışılacak. Bütün dostlarımızı söyleşiye bekliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder