Son yıllarda Türkiye’de “gıda zehirlenmelerinin” sağlık gündeminin ilk sıralarına tırmandığını fark etmiş olmalısınız. Geçen yıl özellikle asker kışlalarında üst üste patlak veren ve ne yazık ki bir kısmı ölümle sonuçlanan gıda zehirlenmeleri, medyanın da ilgi odağına yerleşti ve trafik kazaları, iş cinayetleri ve şiddet olayları gibi gündelik yaşamımızın bir parçası haline geldi.
İddia ediyorum, nasıl diğer sorunlarımızı çözemiyorsak, hatta bu sorunlar her geçen gün daha da artıyorsa, gıda zehirlenmesi sorununu da çözemeyeceğiz ve “alışmaya” başlayacağız. Medyada gıda zehirlenmesi haberleri, trafik kazaları, iş cinayetleri ve şiddet haberleri gibi sıradanlaşacak ve diğer manşetler arasında kaybolacak. Her zaman olduğu gibi ölen ölecek, kalan sağlar bizim olacak.
SORUN BİREYCİ YAKLAŞIM
Aslında diğer sorunlar gibi gıda zehirlenmesi de “kader” değil. Nitekim dünyaya baktığımızda, aralarında gelişmişlik yönünden Türkiye’den çok daha geride olan birçok ülkenin bu sorunları yıllar önce aştığını görüyoruz. Türkiye’de bu tür toplumsal sorunları bir türlü aşamayışımızın altında toplumumuza egemen olan “bireyci” yaklaşım yatıyor.
Bireyci yaklaşımdan ne kastettiğimizi yine gıda zehirlenmesi örneğiyle açalım. Bir kışlada, hastanede, okulda veya iş yerinde gıda zehirlenmesi olayı yaşanıyor, zehirlenen insanlar ambulanslarla hastanelere taşınıyor, kimisi ayaktan, kimisi yatırılarak tedavi ediliyor, bazıları da maalesef yaşamını yitiriyor ve olay kapanıyor.
Diyebilirsiniz ki, “hayır, olay kapanmıyor, savcılık soruşturma açıyor, suçlular bulunuyor ve cezalandırılıyor”. Kusura bakmayın, fakat ben buna da toplum sağlığı açısından “olayın kapanması” gözüyle bakıyorum. Evet, belki olayın “sorumlusu” olarak belirlenen birkaç kişi içeri tıkılmış, yemek şirketine ceza kesilmiş, hatta kapatılmış olabilir, fakat sorun “çözülmüyor”, yani gıda zehirlenmeleri azalmıyor, aksine artarak devam ediyor. Aynı diğer sorunlarda olduğu gibi…
Burada “bireyci” yaklaşım kendisini her düzeyde gösteriyor:
İlk basamakta sağlık kuruluşları var. Gıda zehirlenmesi, “zehirlenenler” için hemen tedavi edilmesi gereken bir sağlık sorunudur ve zehirlenenler sağlık kuruluşlarında hemen tedavi edilirler. Peki, sağlık kuruluşu kendisine getirilen zehirlenme mağdurunu tedavi edince görevi bitiyor mu? Sağlık kuruluşunun, “neden bu kadar kısa süre içinde çok sayıda insan yedikleri yemek nedeniyle zehirlendi, neden son yıllarda gıda zehirlenmeleri bu kadar arttı, böyle bir olayın tekrar yaşanmaması için önlem alınabilir mi” gibi sorular sorması gerekmez mi? Sağlık kuruluşunun işi kendisine gelen hastayı tedavi edip evine göndermek mi?
İkinci basamakta kamu otoriteleri (idare, savcılık, ilgili bakanlıklar vb) var. Gıda zehirlenmesi adli ve idari bir sorundur ve hemen soruşturma açılır, sorumlu bulunur ve cezalandırılır. Peki, idarenin, savcılığın, bakanlığın görevi suçluyu bulup, cezalandırınca bitiyor mu? Bunların da “yıllardır sorumluları cezalandırıyoruz, fakat sorun cezayla çözülmüyor, başka ne yapmak gerekir” diye sormaları gerekmez mi? İdarenin, savcılığın, bakanlığın işi yalnız önüne gelen dosyayla mı ilgilenmek?
Son olarak da medya var. Gıda zehirlenmesi “haberdir” ve medya bu tür haberleri olabildiğince öyküsüyle birlikte okuruna duyurmaya çalışır. Peki, olayı gazetede, televizyonda yansıtınca medyanın işi bitiyor mu? Yeri geldiğinde kendisini “dördüncü güç” olarak tanımlayan medyanın, insanların neden zehirlendiğini araştırması, sorunların kaynağına inmesi gerekmez mi?
Zehirlenen insanların tedavisi, zehirlenmeden sorumlu olanların bulunup cezalandırılması ve konunun kamuoyuna duyurulması için “bireyci” yaklaşım yeterlidir, fakat sorunun “çözümü” için asla! Sorunun çözümü için “toplumcu” yaklaşıma gereksinim vardır.
ÇÖZÜM TOPLUMCU YAKLAŞIMDA
Trafik kazaları, iş cinayetleri, şiddet ve gıda zehirlenmeleri gibi “toplumsal” sorunlar tek tek ele alınarak çözülemez. Bu sorunlar “toplumcu” yaklaşım gerektirir. Bu nedenle olaylara birey değil, toplum düzeyinde, diğer bir deyişle tekil olaylar değil, olaylar bütünü içinde yaklaşmalıyız.
Yine gıda zehirlenmeleri üzerinden toplumcu yaklaşımı açıklayalım. Öncelikle resmin bütününü görebilmek için olaylara topluca bakmak gerekir. Bunun için aşağıda 2018 yılının ilk iki ayında basına yansıyan önemli gıda zehirlenmesi olaylarını sıralamaya çalıştım:
10 Ocak: Hatay'ın Antakya ilçesinde özel bir şirket tarafından okula verilen sabah kahvaltısının ardından gıda zehirlenmesi şüphesiyle 23 öğrenci, 10 öğretmen ve 4 görevli hastaneye kaldırıldı.
11 Ocak: Hakkari'nin Şemdinli ilçesi Tekeli İlk ve Ortaokulunda eğitim gören 176 öğrenci, gıda zehirlenmesi şüphesiyle ambulans ve servislerle Şemdinli Devlet Hastanesine kaldırıldı.
19 Ocak: Sakarya Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde görevli yaklaşık 70 doktor ve sağlık çalışanı, öğle yemeğinin ardından hastanenin acil servisine başvurdu. İzleyen üç gün içinde zehirlenenlerin sayısı 22 doktor, 86 yardımcı sağlık personeli, 160 diğer hastane personeli, 17 hasta, 24 refakatçi olmak üzere toplam 309 olarak açıklandı.
23 Ocak: Edirne Süloğlu ilçesinde bir fabrikada çalışan 13 işçi yedikleri öğle yemeğinden sonra rahatsızlanarak Edirne Sultan 1. Murat Devlet Hastanesine kaldırıldı.
5 Şubat: CHP Kurultayı’nda döner ekmekli kumanyadan yiyen partililer hastanelik oldu. 112 Acil Servis ekipleri, söz konusu şikayetlerle 100’den fazla kişiye müdahale ettiklerini söyledi. Van’ın Çaldıran ilçesinde de bulantı ve kusma şikayeti bulunan 9 kişi hastaneye kaldırıldı.
9 Şubat: Zonguldak'ta iki ayrı firmada çalışan ve öğle yemeğinde tavuk yedikten sonra rahatsızlanan 12 işçi, gıda zehirlenmesi şüphesiyle hastanede tedavi altına alındı.
15 Şubat: Aksaray'ın Güzelyurt ilçesinde bir liseye bağlı yurtta akşam yemeğinde mercimek çorbası ve tavuklu mantar sote yiyen ve yedikleri yemekten zehirlenen 16 öğrenci hastaneye kaldırıldı. Şanlıurfa Merkez Haliliye ilçesi Şehitlik İlkokulunda da 8 öğrenci gıda zehirlenmesi şüphesiyle ambulanslarla Eyyübi Eğitim ve Araştırma Hastanesine kaldırıldı.
23 Şubat: Giresun Piraziz İmam Hatip Ortaokuluna bağlı yatılı yurtta akşam yemeğinden sonra rahatsızlanan 9 – 12 yaşlarındaki 30 erkek öğrenci hastaneye kaldırılarak tedavi edildi.
Olaylara böyle “topluca” bakıldığında, birbiriyle ilişkisiz görünen tekil olaylar arasındaki “ilişkiler” nasıl görünür hale geliveriyor. Hemen gördünüz, olayların hemen hepsi kamu kurumlarıyla, kamu kurumlarında verilen yemekle ve bu yemekleri sağlayan özel şirketlerle ilişkili. İnsanlar okullarında, işyerlerinde, hastanede özel şirketler tarafından verilen yemeklerden zehirlenmişler.
Şimdi toplumcu yaklaşımın sihirli değneğini (tarihsellik) dokundurunca mesele tamamen aydınlanacak. Sorumuz çok basit: “Ne zamandan beri”?
Öyle ya, okullar, hastaneler, işyerleri, kışlalar insanlara yemek vermeye dün başlamadı. Bu kurumlar Türkiye kurulduğundan beri yemek çıkartıyor, fakat yazımızın başında da belirttiğimiz gibi zehirlenme olayları son yıllarda bu kadar arttı. Ne oldu da (veya ne değişti de) 1923’den beri görmediğimiz yoğunluk ve sıklıkta yemek zehirlenmesi olayları yaşamaya başladık?
Aslında çok derin araştırmalara gerek yok. Hekim çalıştığı hastanenin müdürüyle konuşarak, savcı veya idare okula neden özel şirketten yemek aldıklarını sorarak, gazeteci olayları biraz daha ciddi takip ederek, son yıllarda kamu ihale mevzuatında yapılan değişiklik nedeniyle kamu kurumlarının yiyecek gereksinimlerini “en düşük” teklifi veren şirketten karşılamak zorunda kaldığını öğrenebilir.
Rakiplerini aşmak için “en düşük” fiyatı vererek ihaleyi alan özel şirketler, bu fiyata hem yiyecek sağlayıp, hem de kâr edebilmek için maliyet unsuru olan en temel sağlık (hijyen) ve güvenlik kurallarını ihlal etmekte, bu da gıda zehirlenmeleriyle sonuçlanmaktadır. Yani son yıllarda gıda zehirlenmelerinin bu kadar artmış olması ne tesadüf, ne de doğaüstü güçlerin işidir.
ÇÖZÜM?
Çözümün ilk adımı kuşkusuz toplumcu yaklaşımla sorunun kaynağına inmek, fakat bu da maalesef yeterli değil. Hatta kimilerine inanmak zor gelebilir fakat kamu ihale mevzuatında ihalenin en düşük fiyat önerene verilmesi, değişikliği yapanların, bu düzenlemenin gıda zehirlenmelerini patlatacağını çok iyi bildiklerini söyleyebilirim. Çünkü bu mevzuatı mahalle bakkalıyla, otopark bekçisi yapmıyor, hepsi konusunda “uzman” ve deneyimli kişiler yapıyor. O halde çözüm için sorunun kaynağını bilmek yetmez, bunu zaten bilenler biliyor…
Aslında çözümün “ipucunu” yazımızın başlarındaki “Nitekim dünyaya baktığımızda, aralarında gelişmişlik yönünden Türkiye’den çok daha geride olan birçok ülkenin bu sorunları yıllar önce aştığını görüyoruz” cümlemizde vermiştik. Yine gıda zehirlenmelerini incelerken kullandığımız yöntemi kullanarak, iş cinayetleri, şiddet, gıda zehirlenmeleri ve trafik kazaları gibi sorunları bize göre çok düşük düzeylerde yaşayan ülkeleri alt alta sıralasaydık, karşımıza şöyle bir “ilişki” çıkacaktı: emeğin güçlü ve örgütlü olması.
Gerçekten de ülkeleri emeğin güçlü ve örgütlülüğü bakımından sıraladığımızda (bunu basitçe ülkelerde işçi sınıfı partisinin oy oranı ve emekçilerin sendikalaşma oranı ile ölçebiliriz), Türkiye gibi işçi sınıfı partilerinin siyasi yelpazede “bindelik” oranlarla temsil edildiği, sendikalaşma oranlarının “tek haneli” rakamları aşamadığı ülkelerde sorunların “kader” haline geldiğini, diğerlerinde ise tarihe karıştığını görürüz.
Ne diyelim, darısı başımıza…
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder