Bu hafta Dokuz Eylül Tıp Fakültesi Halk Sağlığı kürsüsünden dostlarımızın hafta içi günlerde yayınladıkları ve e-posta kanalıyla okurlarına ulaştırdıkları Alakarga’da ilginç bir tartışma yaşandı.
Tartışmayı başlatan, Tacettin İnandı’nın “halk sağlığının herhangi bir siyasal mücadelenin aracı” olmadığını; ne sağcı ne de solcu olduğunu; fakat bir halk sağlıkçının sağ ya da sol düşünceye sahip olabileceğini savunduğu makalesi oldu.
İnandı’nın makalesine Necati Dedeoğlu, sağcılığın “… toplumsal hiyerarşiyi veya toplumsal eşitsizliği kabul eden veya destekleyen siyasal duruş veya etkinlik” ve “gericilik, tutuculuk” olarak tanımlandığını anımsatarak, “bir halk sağlıkçı eşitsizliklerden yana olabilir mi, mevcut hiyerarşiyi kabul edebilir mi, gerici olabilir mi?” sorusuyla yanıt verdi.
İnandı’nın “objektif olmakla tarafsız olmayı karıştırdığını" belirten Dedeoğlu, halk sağlıkçının “ülkedeki eşitsizliğin, yoksulluğun, gerici tırmanışın, özelleştirmenin arkasında yatan emperyalist yağmayı herkesten iyi fark” edebileceğini, “sağlıksızlığın temellerini” görebileceğini söyledi.
Dedeoğlu, “bilim objektiftir, ancak tarafsız değildir… bir halk sağlıkçı gerçekleri görebildiği için taraftır, toplumdan yanadır, eşitlikten yanadır, sağlıktan yanadır, barıştan yanadır, çevreden yanadır, sermayeden değil emekten yanadır” dedi ve yanıtını “bir halk sağlıkçı elbette solcudur” diye tamamladı.
FARKLI TOPLUM TAHAYYÜLLERİ
İki halk sağlığı profesörü, farklı “toplum tahayyüllerine” sahip olduklarından, halk sağlığına çok farklı açılardan bakıyorlar.
İnandı’ya göre toplum, “ortak değerleri” paylaşan insanlardan oluşuyor. Bu durumda halk sağlığı etiği kendisine İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni temel alır ve halk sağlıkçı mesleğini bu etik doğrultusunda icra ederse, sağcı veya solcu olmanın bir önemi yoktur.
İnandı’nın bu naif toplum anlayışı, burjuva ideolojisi etkisindeki geniş kesimlere oldukça doğal ve makul görünmektedir. Bu çerçevede örneğin çevrenin korunması, toplumu oluşturan “herkesin” ortak çıkarıdır, içinde yaşadığımız dünya yok olursa, üzerinde yaşayan sağcı–solcu, işçi–işveren herkes yok olacaktır.
Toplum böyle homojen bir yapı olarak görüldüğünde, halk sağlığının amacı “devletlerin siyasal yapısı ne olursa olsun, toplumun sağlık düzeyini en üst düzeye çıkarmaktır” ve sağcı olsa dahi, “halk sağlığı bakış açısı ile devlet yapıları ne olursa olsun halk sağlığı bilimi ve çalışanları önemli katkılar sunabilir” demek mümkün.
Oysa toplumu Dedeoğlu gibi, çıkarları “taban tabana zıt” toplumsal sınıflardan oluşan bir yapı olarak görüyorsanız, devletin siyasal yapısı ne olursa olsun diyemezsiniz. Devlete “emeğin mi” yoksa “sermayenin mi” egemen olduğu, halk sağılığı ve toplumun sağlık düzeyi açısından “belirleyici” olacaktır.
İnandı da makalesinde “sosyal demokrasilerde ya da sosyalist uygulamalarda halk sağlığı yaklaşımlarının uygulanması ve başarı olma olasılığı daha yüksek gözükmektedir” diyerek bu gerçeğin altını çizmektedir.
ESAS BELİRLEYİCİ SINIF SAVAŞIMI
Burada belki “kafa karıştıran”, “batı” toplumlarında devletin sermaye egemenliğinde olmasına rağmen, halk sağlığı alanında önemli kazanımlar elde edilmiş olmasıdır. Bu durum, halk sağlığında “başarı” için mutlaka devletin emeğin egemenliğinde olmasının gerekmediğini, sermaye toplumlarında da halk sağlığının başarılı olmasının mümkün olduğunu düşündürebilmektedir.
Oysa burada asıl tartışılması gereken “sınıf savaşımı” olgusudur.
Halk sağlığı tarihine bakıldığında, halk sağlığının “doğuşu”, tarihteki “ilk halk sağlığı yasasının” kabul edilmesi, halk sağlığında elde edilen “küresel” başarılar incelendiğinde, bunların hepsinin, gerçekleştikleri dönemdeki sınıf savaşımıyla “doğrudan” ilişkili olduğu açıkça görülecektir.
Avrupa’daki 1848 ayaklanmaları, Komünist Manifesto’nun yayınlanması ile 1848 Halk (Kamu) Sağlığı Yasası’nın kabul edilmesinin aynı yıl içinde gerçekleşmesi tesadüf değildir. Dahası “sağlıkta eşitlik” gibi halk sağlığı etiğinin temel ilkeleri, halk sağlıkçılar veya bilim insanları tarafından üniversitelerde değil, 1848’de “Berlin barikatlarında” formüle edilmiş ve ilk kez halk sağlıkçılar değil, sıradan emekçiler tarafından Paris Komünü’nde (1871) yaşama geçirilmeye çalışılmıştır.
20. yüzyılda sermaye egemenliğindeki coğrafyalarda halk sağlığı alanında elde edilen bütün kazanımlar “sınıf savaşımının” ürünleridir. Nitekim başta Vicente Navarro olmak üzere birçok duayen halk sağlıkçı, ülkelerin sağlık düzeyleri ile “sınıf savaşımı” ilişkisini (işçi sınıfının güç ve örgütlülük düzeyi) “bilimsel kanıtlarla” göstermişlerdir.
Sonuç olarak bir toplumda halk sağlığı biliminin başarısının emeğin gücüne ve örgütlülük düzeyine bağlı olduğunu, devlete emeğin egemen olduğu toplumlarda halk sağlığı uygulamalarının daha başarılı olmasının tesadüf olmadığını söyleyebiliriz
Öte yandan sağ görüşlü (sermaye ideolojisini savunan) birinin, halk sağlığını kendisine meslek olarak seçmesi halinde, çok büyük çelişkilerle karşılaşacağını söylemek de mümkündür. Mesleğini icra ettiği her an, kapitalist kâr ile sağlık arasındaki “uzlaşmaz” çelişkiyi iliklerinde hissedecektir. Onların yerinde olmak istemezdim doğrusu...
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder