(2 Şubat 2019 tarihinde Çevre Mühendisleri Odası’nın düzenlediği İşçi Sağlığı ve İş güvenliği Sempozyumu’nda yapılan konuşmanın özet metnidir).
İktisatta “emek pazarı” diye bir kavram vardır. İşçilerle işverenler arasındaki ilişkileri açıklamakta kullanılan bu kavramda, emekgücü talebi olan işveren ile emekgücünü satan işçiyi bir araya getiren emek pazarı, ücretleri ve çalışma koşullarını belirler.
Ancak biz emek pazarına yakından baktığımızda, bu pazarın aslında bir “can pazarı” olduğunu görüyoruz. Her saat 43 işçinin işçi cinayetlerinde, 274 işçinin meslek hastalıklarında olmak üzere 317 işçinin yaşamını verdiği bir can pazarı. Dahası bunlar “resmi” rakamlar. Yani gerçekte, her saat bu “emek pazarı” denen cehennemde kaç işçinin yaşamını yitirdiğini kimse bilmiyor.
Diğer yandan geçtiğimiz on yılın rakamlarına baktığımızda, durumun giderek daha da kötüleştiğini görüyoruz. 2010’da dünyada 352 bin emekçi işçi cinayetlerinde öldürülürken, 2014’de cinayet sayısı 380 bin 500’e yükselmiş; 2011’de 1 milyon 976 bin işçi meslek hastalıklarından ölürken, 2015 yılında bu rakam 2 milyon 403 bine çıkmış. Toplamda 5 yılda emek pazarında yaşamını yitiren işçi sayısı 2 milyon 328 binden, 2 milyon 783 bin 500’e yükselmiş, diğer bir ifadeyle yüzde 19,5 artmış.
Dünyanın hiçbir yerinde geçen 10 yıl içinde işçi ücretleri bu kadar artmadı!
Neticede bugün dünyada yılda 3 milyona yakın işçi yaşamını “emek pazarında” kaybediyor ve yaşamını yitiren işçi sayısı her yıl artıyor. Hem de bütün dünyada kayıt dışı çalışmanın yaygınlaştığı, yani işçi cinayetlerinin kayıtlara girmediği bir ortamda artıyor. Meslek hastalıklarına bağlı ölümlerin zaten asla gerçeği yansıtmadığını, hatta gerçeğin kıyısından dahi geçemediğini herkes biliyor.
Peki, işçinin yaşamı kimin umurunda?
KURŞUN CİNAYETLERİNİN TARİHİ
Kurşun cinayetlerinin tarihi, madenciliğin tarihi kadar eski. Kurşun zehirlenmeleri, muhtemelen insanlığın tanıştığı ilk meslek hastalıklarından biri.
Bunun nedeni, kurşunun erime sıcaklığının 300 derecenin biraz üzerinde olması. Maden ayrıştırma işlemlerinde, diğer değerli madenleri elde ederken kurşun hemen erimeye, buharlaşmaya başlıyor ve buharı soluyan işçiler zehirleniyorlar. Kurşunun insanı zehirlediğini en az 6 bin yıldır biliyoruz.
Tıp kurşun zehirlenmesini, günümüzden 2 bin 500 yıl önce tarif etmiş. Hipokrat 2 bin 500 yıl önce kurşun zehirlenmesi hakkında ne yazdıysa, bugünkü tıp kitapları da aynı şeyleri yazıyor. Yani insanlar kurşunun insan sağlığı üzerine etkilerini en az 2 bin 500 yıldır çok iyi biliyor. Tarihe baktığımızda yüzyıllardan beri onlarca hekimin kurşun zehirlenmesi üzerine kitaplar yazdığını görüyoruz.
İnsanlar kurşun zehirlenmesinden korunmak için binlerce yıldır çeşitli tedbirler de düşünmüş. Daha milattan önce 30 yılında Romalılar, su borularında kurşun kullanmamak gerektiğini söylemiş. Almanya’da, İngiltere’de şarap üretiminde kurşun kullanımı yasaklanmış. Geçen yüzyılın başında birçok ülke kurşunlu boya kullanımını yasaklamış. Peki, bu bilgilerin işçiye, emekçiye bir faydası olmuş mu? İnsanların satın aldıkları ürünlerdeki kurşundan zehirlenmelerini önlemek için tedbirler alınmış, fakat kurşunun üretimde kullanılmasına aldıran olmamış.
Oysa üretimde kurşun kullanılan işyerlerinde işçilere neler olduğu edebiyata dahi girmiş. Örneğin Charles Dickens, 19. yüzyılda kaleme aldığı bir eserinde, günde 18 peni için kurşun işinde çalışan ve zehirlenen, uyuyamadığı için sabahlara kadar sokaklarda dolaşan bir kadının hikayesini anlatmış. Ünlü tıp dergisi Lancet, daha 1872 yılında kurşun zehirlenmesini ele alan oldukça kapsamlı bir makale yayınlamış.
KURŞUNLU BENZİNİN ÖYKÜSÜ
Kurşunlu benzinin öyküsü, işçinin hayatının kimsenin umurunda olmadığını en açık biçimde ortaya koyan, ibret verici bir öyküdür.
Öykü, 1921 yılında ABD’de başlar. Ford fabrikası, bant üretimine geçerek araba üretimini hızlandırmış ve ucuzlatmış, yeni ürettiği T modeli otomobil piyasasını ele geçirmiştir. Rakibi General Motors, ancak daha güçlü bir motorla piyasaya girebileceğini düşünerek Cadillac markasını üretmeye başlamıştır. Ancak bir sorun vardır: motorun gücü artınca vuruntu yapmaktadır.
Araştırmacılar sorunun çözümünün patlamanın geciktirilmesi olduğunu bulur. Bunun iki yolu vardır: benzine ya etil alkol, ya da kurşun ilave edilmelidir.
Etil alkol, bildiğiniz bitkisel alkol. Bir meyveyi plastik bir bidona koyup, güneşe bıraksanız, kolayca elde edebilirsiniz. Oysa benzine kurşun ilavesi teknik bir iş, herkes yapamaz. Dahası bu tekniğin patentini Du Pont kimya şirketi almış. Kurşunun insan sağlığına zararı da cabası. Siz olsanız hangisini kullanırdınız?
Kapitalizmin yasaları rasyonel akıldan farklı çalışıyor. Amaç yalnızca üzüm yemek değil, çünkü kapitalizmde bağcıyı dövmeyince üzümün lezzeti olmuyor. General Motors, Du Pont ve Standart Oil bir araya gelip, tarihin en kirli ve ölümcül anlaşmalarından birini yapıyorlar ve kurşunlu benzin üretimine geçiliyor.
Daha üretim başlar başlamaz, Du Pont tesislerinde 15, Standart Oil tesislerinde 5 ve General Motors tesislerinde 2 işçi kurşun zehirlenmesinden yaşamını yitiriyor. 1923 – 1953 arasında birçok işçi kurşunlu benzin yüzünden zehirleniyor, hastalanıyor, yaşamını yitiriyor. Fakat işçinin hayatı kimin umurunda? Olayların üzeri örtülüyor.
Ancak ne zaman kurşunlu benzinin doğaya ve dolayısıyla bütün insanlara zarar verdiği anlaşılıyor, o zaman sorun tartışılmaya başlıyor. Amerikalı bir kimyager, yaptığı ölçümlerde kurşun miktarını çok yüksek buluyor. Oysa yıllardır yapılan ölçümlerde ve yayınlarda bu durum görünmüyor. Kimyager bir bakıyor ki, o güne kadar kurşun üzerine yapılan bütün bilimsel çalışmaları, kurşun endüstrisi finanse etmiş!
Sonunda 1970’de ABD’de “Temiz Hava” yasası kabul ediliyor ve zaman içinde kurşunlu benzin yasaklanıyor. Doğa ve insanlar kurşun zehirlenmesinden kurtarılıyor, fakat işçiler? İşçiler kimin umurunda? Kurşun birçok üretim alanında kullanılmaya devam ediyor.
İŞÇİLER KOMÜNİSTLERİN UMURUNDA
1917’de Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşiyor ve tarihte ilk kez işçi sınıfı hükumeti iktidara geliyor. 1918 yılında tarihteki ilk Sağlık Bakanlığı kuruluyor ve sosyalist devlet yurttaşlarının sağlığının sorumluluğunu üzerine alıyor. Ancak sosyalistler işçilere işçilerden başka kimsenin faydası olamayacağını biliyorlar ve bu nedenle “işçilerin sağlığı, işçilerin elinde olmalıdır” diyorlar.
Peki, işçinin sağlığı nasıl işçinin elinde olacak?
1922 yılında İş Kanunu kabul ediliyor: İşyerlerinin tasarım, inşaat ve operasyonları İSG koşullarına uygun olacak! Peki, uygunluğu kim denetleyecek? İşte sosyalist hükumet burada, “işyerinin sağlık ve güvenlik yönünden teftişinden, sendikalar ve işyeri sendika komitesi sorumludur” diyerek, işçilerin sağlığını, işçilerin eline veriyor.
30 Haziran 1931’de iş müfettişliği sendikalara devrediliyor. 23 Haziran1933’da, Çalışma Bakanlığı tamamen sendikalara bırakılıyor. 21 Ağustos 1934’de İSG standartlarını belirleme yetkisi de sendikalara veriliyor. İSG ile ilgili bilimsel kuruluşlar, araştırma enstitüleri sendikalara bağlanıyor.
RİSK DEĞERLENDİRMESİNİ İŞÇİ YAPARSA…
İşçi Sağlığı ve Güvenliği (İSG) çalışmalarının temeli “risk değerlendirmesidir”. İşyerlerindeki tehlikeleri ve riskleri değerlendirir, buna göre tedbirler alırsınız.
Kapitalist toplumlarda sermayenin bir “işçi tahayyülü” vardır. Buna göre işçiler, eğitimsiz, kültürsüz, görgüsüz, dikkatsiz, özensiz, ihmalkar… insanlardır. Amerikalı bir mühendis (Herbert William Heinrich), sermayenin bu tahayyülünü 1930’larda kuramlaştırarak bir iş kazası kuramı yaratmış. Buna göre iş kazalarında asıl sorun “insan (işçi) hatasıdır”.
Meşhur “domino kuramına” göre, işçilerin güvensiz davranışlarına ve güvensiz durumlara karşı tedbirler alınırsa kazalar ve dolayısıyla kazaların olumsuz sonuçları önlenebilir. Daha sonra geliştirilen diğer kaza kuramları da, esas olarak “işçi hatası” üzerine kurulmuştur.
Sovyetler Birliği’nde, yani işçilerin iktidarda olduğu bir ülkede, hiç kimse işçilere, “iş kazaları sizin yüzünüzden oluyor” diyemezdi. Nitekim 1936’da yayınlanan Mesleki Sağlık kitabında “kaza nedenleri örgütsel veya tekniktir” (Levitsky) deniyor. “Meslek hastalıkları ve iş kazaları İSG kurallarına uygun olmayan, tehlikeli çalışma koşullarının sonucudur” deniyor.
Yani risk değerlendirmesini işveren yaptığında iş kazalarından işçiyi sorumlu tutarken, işçi yaptığında işvereni sorumlu tutuyor. Elbette bu durumda işyerlerinde alınacak sağlık ve güvenlik tedbirleri tamamen değişiyor.
Bu durum en bariz olarak, kimyasal maddeler için azami konsantrasyonların belirlenmesinde ortaya çıkıyor. Aslında Karl Bernhard Lehmann daha 1886’da ortamda kimyasal madde miktarının belirli düzeyleri aşmaması gerektiğine dikkat çekmişti, fakat o zaman dünyada sosyalist bir ülke olmadığından kimse umursamamıştı.
İşçinin hayatı komünistlerin umurunda olduğundan, Sovyetler Birliği daha 1920 yılında 6 kimyasal madde için azami konsantrasyon sınırlarını belirledi ve uygulamaya koydu. 1938’de sınır belirlenen kimyasal madde sayısı 14’e yükseldi.
ABD’de bu sınırlar ancak 1946 yılında belirlenebildi. Çünkü azami konsantrasyon belirlemek demek, işçi için sağlık ve yaşam, fakat işveren için maliyet demekti.
Bu durum 1965 yılında SSCB ve ABD’de belirlenen azami konsantrasyon sınırları kıyaslandığında çok açık bir şekilde görülebilir. ABD, işçi sağlığını hiçe sayarak, sırf yasak savmak amacıyla getirdiği düzenlemelerde, aynı kimyasallar için sınırları, 12 kattan – 90 kata kadar yüksek belirlemiştir.
İŞÇİ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİNE TOPLUMCU YAKLAŞIM
Bugün dünyada İşçi Sağlığı ve Güvenliği konusundaki düzenlemeler, kağıt üzerinde dünyanın her yerinde standartlaşmıştır. Bu bakımdan Türkiye ile sosyalist bir ülke olan Küba’yı kıyasladığımızda, iki ülkenin İSG düzenlemeleri arasında çok büyük farklar olmadığını görürüz. Zaten Türkiye’de son kabul edilen 6331 sayılı yasa, Avrupa Birliği standartlarına uygun olarak hazırlanmıştır (hatta çoğu tercüme edilmiştir).
Ancak, İSG düzenlemelerinden beklenen sonuçlara baktığımızda, arada uçurumlar olduğu görülmektedir. Örneğin Türkiye’de mesleki ölüm hızı 2014 yılında, Soma katliamında katledilenler hariç tutulduğunda dahi yüz binde 12,8 olarak hesaplanmıştır. Hem de meslek hastalıklarından ölümler hemen hemen hiç bildirilmediği halde… Türkiye işçi cinayetlerinde dünyada üçüncü sırada, Avrupa’da açık ara “şampiyondur”.
Diğer yandan kağıt üzerindeki düzenlemelere değil, uygulamalardaki “yaklaşımlara” bakıldığında, İSG’ne sermayenin yaklaşımı ile toplumcu yaklaşım arasında önemli farklar vardır. Bu farklar 4 başlıkta sıralanabilir:
1. Kazalara yaklaşım: Sermayenin iş kazası yaklaşımı “işçi hatası” odaklıyken, toplumcu yaklaşım “teknik – örgütsel hata” odaklıdır. Bu nedenle önceliklerde ve alınan tedbirlerde ciddi farklılıklar vardır.
2. İSG denetimleri: Sermaye egemenliğindeki ülkelerde İSG denetimleri “iş müfettişleri” tarafından yapılırken, sosyalist ülkelerde denetimler “sendika müfettişleri” tarafından yapılmaktadır.
3. Eşik değerlerin belirlenmesi: Sermaye egemenliğindeki ülkelerde sağlığa zararlı olabilecek maddelerin eşik değerleri, Çalışma Bakanlığı tarafından, sosyalist ülkelerde ise sendikalar tarafından belirlenir.
4. İSG hizmetleri: Sermaye egemenliğindeki ülkelerde İSG hizmetleri Çalışma Banaklığı bünyesinde, sosyalist ülkelerde ise Sağlık Bakanlığı bünyesinde örgütlenmiştir. Bunun nedeni, sosyalist ülkelerde sağlık hizmetlerinin zaten “işçi sağlığı” üzerine örgütlenmiş olmasıdır. Kapitalist ülkelerde sadece işyerlerinde uygulanan “sağlık gözetimi”, sosyalist ülkelerde “bütün topluma” uygulanmaktadır.
SOVYETLER, RUSYA’YA DÖNÜNCE
İSG’ne sermayenin yaklaşımı ile toplumcu yaklaşım arasındaki fark, en somut şekliyle Rusya’da görülmektedir.
Ekim Devrimi’yle işçilerin iktidara geldiği Sovyetler Birliği’nde, işçi sağlığı alanında gerçekleştirilenlerin “hepsi”, bu ülke kapitalizme (Rusya’ya) döndükten sonra ortadan kaldırılmıştır.
Önce, 1930’larda sendikalara devredilen Çalışma Bakanlığı, sermayenin gereksinimlerine göre yeniden örgütlenmiş ve işçilerin sağlığı işçilerin elinden alınmıştır. 1930’larda yayınlanan Meslek Hastalıkları kitabı rafa kaldırılmış, yerine yeni “İş” (işçi değil!) Sağlığı ve Güvenliği kitapları hazırlanmıştır.
Rusya’nın “yeni” kitaplarına baktığımızda, Rusların, artık kapitalist ülkelerde dahi eleştirilmeye başlanan Heinrich’i 90 yıl sonra yeniden keşfettiğini görüyoruz. Şimdi Rusya’da iş kazaları “Domino Teorisi” ile açıklanıyor. Bu durumu İSG afişlerindeki “dikkatsiz işçi” figürlerinde görmek mümkün: yürürken önüne baksa düşmeyecek, fakat bakmıyor işte…
Sovyetler Birliği, 1924 yılında tıp eğitimi sisteminde köklü bir değişikliğe giderek, İşçi Sağlığı alanında “erken uzmanlaşmaya” giden Hijyen Tıp Fakülteleri kurmuştu. Bu fakültelerden mezun olanlar işyerlerinde, okullarda ve kurumlarda hekimlik yapıyorlardı. Rusya bu okulları kapatarak, tıp eğitimini yeniden kapitalist ülkelerdeki gibi örgütledi. Bugün Rusya’da da, Türkiye’de ve diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi, tıp eğitiminde işçi sağlığı konularına neredeyse hiç yer verilmiyor.
Tabii bunların sonuçları hemen görülmeye başladı. Bugün Rusya’da mesleki ölümler yüz binde 14 civarında dolaşıyor ve her yıl daha da kötüleşiyor. Çünkü artık Rusya’da işçinin hayatı kimsenin umurunda değil.
SONUÇ
Sonuç olarak işçi sağlığı ve güvenliğinin temel belirleyicisinin “üretimin amacı” olduğunu söyleyebiliriz. Üretimin “kâr amacıyla” yapıldığı bir düzende, “işçi sağlığı ve güvenliği”, daha açık bir ifadeyle işçinin canı ve sağlığı arasında “uzlaşmaz çelişki” vardır.
Diğer yandan işçiler, kendi sağlık ve güvenliklerini hiç kimseye “emanet” edemezler. Bu nedenle işçilerin ve emekçilerin İSG politikalarının belirlenmesinde ve uygulanmasında “katılımını” savunmak asla yeterli değildir. İSG politikaları işçiler tarafından belirlenmeli, uygulanmalı ve denetlenmelidir.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder