Emeğin endüstriyel kararlara katılma
talebi sanayi devriminin ilk günlerine kadar uzanmaktadır. İşçiler
bilinçlendikçe endüstriyel koşullara ve sermayeye karşı eylemlere geçerek daha
1808’de seslerini duyurmaya başlamışlardır (1). Bu hareketlerin yaygınlaşması
1800’lerin ilk çeyreğinde ütopik sosyalist hareketi (2) ve 1840’larda Chartist
hareketi doğurmuştur. Yine işçi yardım sandıkları, sendikalar, kooperatifler,
Marksist hareketin ortaya çıkması ve işçi partilerinin kurulması işçilerin
(emeğin) katılım talebinin ürünleridir.
Endüstriyel katılım terimi ilk kez
1897 yılında Sidney ve Beatrice Webb tarafından ortaya konmuştur. Yazarlar
sendikaları işçi sınıfının “insanların, insanlar için, insanlar tarafından
yönetimi” organları olarak görmektedirler. Bu organla “içsel demokrasisini”
sağlayacak olan işçi sınıfı, toplu sözleşme yoluyla da “dışsal” ya da
endüstriyel demokrasi için mücadele edecektir.
İşçilerin endüstriyel kararlara
katılımının nasıl olacağı konusunda esas olarak iki görüş öne çıkmıştır.
Bunlardan birincisi devrim yoluyla
sermayenin alaşağı edilerek endüstri üzerinde emeğin egemenliğinin kurulması ve
diğeri mevcut düzen içinde reformlar
yoluyla işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının düzeltilmesidir.
Ancak reformların sadece kapitalizmi dizginlemekle kalmayacağını, reformlar
yoluyla sosyalizme ulaşılacağını savunanlar da bulunmaktadır. Örneğin
Hilferding endüstriyel demokrasiyi, sosyalizmin kaldıracı olarak görmektedir.
Emeğin endüstriyel demokrasi talebi
karşısında sermayenin tutumu her zaman kategorik olarak bu talebin reddi
şeklinde olmamıştır. İşçi sınıfı hareketinin sermaye egemenliğini tehdit ettiği
dönemlerde, aslında emek ve sermayenin düşman değil, ortak amaca koşan iş
ortakları olduğu, işyerlerinde işçilerin kararlara katılımıyla yalnızca iş
barışı değil, aynı zamanda daha iyi bir verimlilik ve üretkenlik sağlanacağı
akla gelir. Ancak burada sermayenin sözlüğünde “katılım” ve “demokrasi”
sözcüklerinin, emeğin sözlüğündekilerden farklı anlamlar taşıdığını unutmamak
gerekir. Çoğu kez sermayenin katılım olarak tanımladığı, emek için otoriteye
kölece boyun eğme anlamına gelmektedir.
KARAR GÜCÜ
İşyerinde işçilerin hangi kararlara
katılımına “izin” verilmektedir? İşçilerin katılımına izin verilen konular
arasında kimin işe alınacağı, kimin çıkartılacağı, kimin terfi ettirileceği,
ücretlerin ne kadar olacağı, çalışma koşullarının ne olacağı, uzlaşmazlıkların
nasıl çözüleceği, ne üretileceği, ürünlerin fiyatı, üründen elde edilen gelirin
dağılımı gibi konular var mıdır; yoksa işçilere yalnızca iş önlüklerinin hangi
renk olmasını tercih ettikleri mi sorulmaktadır?
İşyerinde kararlar birkaç yoldan
alınabilir:
Otoriter yol: Bir veya birkaç kişi
karar alır ve kuralları koyar, diğerleri (emekçiler) boyun eğerler.
Paternalist yol: Otoriter yolun “baba
en iyisini bilir” biçiminde yumuşatılmış halidir.
Bürokratik yol: Sermayedar kendi
kararlarını bir dizi kurallar ve işveren vekilleri ardına gizler.
Bilimsel yönetim: Sermaye yönetimi
“işlerin en iyi nasıl yapılacağını en iyi bilen” uzmanlar eliyle yürütür.
Katılımcı yol: Endüstriyel kararlar
işçilerin farklı düzeylerde katılımıyla gerçekleşir. Bu katılım Küba’daki gibi
bütün söz, yetki ve kararın çalışanlarda olmasından, yukarıdaki örnekte olduğu
gibi önlüklerin rengi konusunda fikir beyanına kadar değişkenlik gösterebilir.
KARAR SÜREÇLERİNİN
DEMOKRATİKLEŞTİRİLMESİ
İşçilerin karar mekanizmalarına
katılımı dört yoldan geçekleştirilebilir:
1.
Üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve kontrol
demokratikleştirilebilir. Bu durumda fabrikaların yönetimini işçiler alacak ve
işletmeleri kendi içlerinden çıkarttıkları yöneticiler eliyle yöneteceklerdir.
En demokratik yöntem budur.
2.
Emekçiler ve sermayedar (ya da vekilleri) bir tür ortaklık
kurabilirler. Bir yönetim kurulunda işçiler ve işveren(ler) eşit olarak temsil
edilir ve kararlar birlikte alınır. İktidarın işçi sınıfının elinde olmadığı
koşullarda bu yöntem verimli olmayabilir, ancak iktidar emekçilerde ise
denenmeye değer bir yöntemdir.
3.
Yönetimin demokratikleştirilmesi, kararlarda işçilere
danışılması anlamında kullanılmaktadır. Ancak karar gücü tamamen sermayenin
elindedir.
4.
Toplu sözleşmenin de bir tür katılım olduğu kabul
edilmektedir. İşçi sınıfı üretimden gelen gücünü kullanarak veya kullanma
tehdidiyle sermayeyi yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmeye ikna edebilir.
Bu yöntem yalnızca gelişmiş kapitalist ülkeler için geçerlidir; diğer ülkelerde
işçilerin üretimden gelen gücünü kullanmaları otoriter “demokrasilerce”
zorbalıkla engellenmektedir.
İŞÇİLERİN ÜRETİM ARAÇLARINI KONTROLÜ
20. yüzyılda bu yöntem sosyalist
ülkelerde yaygın olarak kullanılmıştır. Yugoslavya’da işyerlerinin yönetimi
İşçi Konseyleri’ne bırakılmıştır. Ekonomik gücün geniş ölçüde yerellere
bırakıldığı bu endüstriyel özyönetim modelinde yönetim tamamen işçilerdedir.
İşyerinden seçilen sendikalı veya sendikasız işçilerden oluşan bir Konsey,
yönetici ve yönetim kurulunun (3) atanmasından, ücretlere; ne üretileceğinden,
hangi fiyata satılacağına kadar bütün konularda karar almaya yetkilidir.
Diğer sosyalist ülkelerde ekonomide
merkeziyetçi bir yaklaşım benimsenmiş ve işçilerin sendikalar kanalıyla
yönetime katılmaları sağlanmışsa da, Yugoslavya örneğindeki gibi işyeri
yönetimine bütün yetkiler devredilmemiştir. Üretim ve dağıtımın merkezi olarak
planlandığı ve uygulandığı bu modele ilişkin birçok eleştiriler yöneltilmiştir.
Ancak ekonomide merkezi bir yaklaşım benimseyen ve halen yaşayan tek sosyalist
ülke olan Küba’da uygulama başarıyla sürdürülmektedir.
İŞÇİLER VE YÖNETİMİN ORTAKLIĞI
İşçi sınıfının örgütlü ve güçlü
olduğu bir dizi ülkede bu model denenmiştir. Avrupa’da işçi sınıfının iktidar
için en ciddi tehdit oluşturduğu Almanya,
1891 yılında İşçi Konseylerini yasal olarak kabul etmiş, 1918 yılında da
sermaye toplu sözleşme masasına oturmak zorunda kalmıştır. Almanya’da işçi
sınıfının en büyük sorunu “birliğini” sağlayamaması olmuştur. Defalarca
iktidarı almaya ramak kala konumlara geldiği halde sosyal demokrat, komünist ve
Katolik sendikalara bölünen emekçiler fırsatları değerlendirememişlerdir.
Sonunda Hitler hepsini dağıtmış ve işyerlerinde kurulan işçi konseylerini
dağıtmıştır.
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası
Almanya eski katılım mekanizmalarını yeniden Gözetim Kurulu ve İş Konseyi
düzeyinde gerçekleştirmiştir(4). Bu mekanizmalar en yaygın haliyle kömür ve
çelik sanayilerinde kullanılmıştır. Buralarda oluşturulan Gözetim Kurulları beş
işçi, beş işveren ve şirket dışından bir “nötr” üyeden (5) oluşmuştur.
İşçi sınıfının çok güçlü olduğu diğer
bir ülke olan Norveç’te, 1950’lerden
itibaren devlet mülkiyetindeki işletmelerin yönetim kurullarında işçi
temsilcileri görev almaya başlamışlardır. Ancak Norveç deneyimi, Almanya
deneyimi kadar başarılı olmamıştır. Sınıf bilincinin yeterince gelişmediği bu
ülkede, işletmelerin yönetiminde görev alan işçi temsilcileri, kendilerini
temsil ettikleri işçilerle çelişkiye düşmekten kurtaramamışlardır. Hükümet
üzerinde yeterli baskı oluşturamamaları nedeniyle Norveçli işçilerin bu
deneyimden çok kazançlı çıktıkları söylenemez.
İsrail’deki işçi katılımı deneyimi de Norveç’teki gibi çok başarılı
olamamıştır. Genel İşçi Federasyonu (Histadrut) aynı zamanda hem işçi sendikası
hem de işverendir. Üye sayısı 700 bine ulaşan sendika, İsrail’de adil bir
toplum yaratmak iddiasıyla sahneye çıkmıştır. Ülke sanayisinin dörtte birini
elinde tutan sendika, Ortak Üretim Komiteleri eliyle işçilerin yönetime
katılımını sağlamaya çalışmıştır. Ancak işçi sınıfının yeterli bilince sahip
olmadığı ülkede, işçiler kötü iş disiplini ve düşük üretkenlik sorunlarının
üstesinden gelememişlerdir. 1960’ların başında çöken program bu ülkede
işçilerin yeniden ücret sendikacılığına dönmesiyle sonuçlanmıştır.
İngiltere’de işçi katılımı başından itibaren ortak danışma
komiteleriyle sınırlı kalmıştır. İşçi Partisi’nin yıllarca hükümet ettiği, birçok
sanayi dalının ve sağlığın devletleştirildiği bu ülkede endüstriyel demokrasi
noktasında çok az çaba harcanmış olması şaşırtıcıdır. Devletleştirilmiş
işletmelerin yönetimine atanan sendikacılar, buralarda “işçi temsilcisi”
olmaktan çok, diğer bürokratlar gibi davranmışlardır. Daha çok işçi sağlığı ve
güvenliği alanında yoğunlaşan çabalarla sınırlı kalan işçi temsili, esas olarak
toplu sözleşmeler yoluyla gerçekleşebilmiştir.
Son olarak endüstriyel demokrasi
denince akla ilk gelen ülkelerden biri olan İsveç hakkında birkaç söz söylemek gerekir. İsveç’te iş konseyleri
düşüncesi ilk olarak 1920’de Ernest Wigforss tarafından ortaya atılmıştır. 1923
yılında işçi konseyleri tasarısı işveren sendikalarının sert direnişiyle
karşılaşmış fakat İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında işverenlerin güç
kaybetmesiyle birlikte 1946 yılında İş Konseyi Anlaşması imzalanmıştır. 25’den
fazla işçi çalıştıran işletmelerde (7) iş konseyleri kurulmuştur. Konseylere
(8) pazarlık veya karar gücü tanınmamıştır.
İşverenler sürekli Konsey
çalışmalarını baltalamıştır. Yılda en az 4 kez toplanması gereken Konseyler
çoğu kez toplanamamış ve işçi temsilcilerden bilgiler gizlenmeye çalışılmıştır.
12 yıllık bir deneyimden sonra işçiler Konseylerin gerçek katılım organları
olamadıklarını deneyimleriyle görmüşler ve Konseyler giderek birer danışma
organına indirgenmiştir.
YÖNETİMİN DEMOKRATİKLEŞTİRİLMESİ
1920’lerin başlarındaki Hawthorne
deneyleri, işçiler ile işverenler arasında belli bir uyum sağlanmasının üretim
ve kar üzerinde olumlu etkisi olduğunu göstermiştir. Bunun üzerine ABD’de
Maslow ve McGregor gibi teorisyenler işyerlerindeki sorunların çözümünde işçi
katılımını sağlamayı öğütleyen çalışmalar yapmışlardır.
Kuşkusuz bu “sorunlar” ücretlerin
düzeyi, çalışma koşulları veya karın nasıl daha adil paylaşılacağı gibi
sorunlar olmaktan çok, üretimin nasıl arttırılabileceği gibi “sorunlardır”. En
üretken işçilerin en “mutlu” işçiler olduğunu varsayan ve aslında doğası gereği
“tembel” olan işçilerin nasıl daha üretken olmaya güdülenebileceğine odaklanan
çalışmalar daha çok ABD’de sınırlı kalmış, Avrupa’da fazla rağbet görmemiştir.
TOPLU SÖZLEŞME
Toplu sözleşme endüstriyel
demokrasinin en yaygın biçimidir. İşçi bilinç, örgütlülük ve gücü ölçüsünde işvereni
çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmesi için zorlar. Bunun
gerçekleşebilmesinin ön koşulu işçilere örgütlenme özgürlüğü tanınmasıdır.
Günümüzde bu “özgürlük” hemen dünyanın birçok ülkesinde tanınmıştır fakat
özgürlüğün düzeyi çok geniş bir yelpazede yayılmaktadır. Birçok ülkede bazı sektörlerde
sendikalaşma yasal olarak veya fiilen engellenmekte, bazı sektörlerde grev
yasaklarıyla sendikalar işlevsiz kılınmaktadır.
Toplu sözleşme aracılığıyla işçi
katılımı sağlanabilmesinin ön koşulu işçi sınıfının birliğidir. İşçi sınıfının
en azından sendikal birliğinin sağlanamaması durumunda işverenler kolayca
kendileri için en iyi toplu sözleşmeyi imzalayacak sendikaları açık ya da gizli
destekleyebilmektedirler.
Akif Akalın
Dipnotlar
1. İngiltere’de pamuklu bez fabrikası, kömür madeni ve
İskoçyalı dokumacıların büyük grevi.
2. Robert Owen
3. 3 – 11 üyeden oluşur
4. Sermayenin,
egemenliklerini güvenceye alabilmek için “Batı” Alman emekçilerinin “Doğu”
Alman emekçilerin sahip olduğu haklara yakın haklara sahip olmaları gerektiğini
düşündükleri aşikardır
5. Genellikle bir
bürokrat veya öğretim üyesi
6. İsveçli sosyal
demokrat lider
7. Bu rakam 1958’de
50’ye yükseltilmiştir
8. Bir yıl içinde 4
bin konsey kurulmuştur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder