Benim kuşağımın tarihinde 12 Eylül 1980 tarihinin çok özel bir yeri vardır. Özellikle 1950 ve 1960’lı yıllarda doğanların çoğunun kaderi, kırk bir yıl önce bugün tamamen ve geri döndürülemez biçimde değişti. Darbe onların yaşamını "doğrudan" etkiledi.
Örneğin ben 12 Eylül’de tıp fakültesi
üçüncü sınıf öğrencisiydim. Darbe ilk anda öğrenim yaşamımdan iki yıl götürdü. 1985
yılında, okulu bitirmeme iki ay kala gözaltına alındığımda, dekanlık da Ege
Ordu Komutanlığı’nın yazılı emriyle okuldan atılmam için soruşturma açtı.
Daha sonra 1990’ların başlarında askerliğimi
“sakıncalı” olarak yaptım. Bu sakıncalı olma hali memuriyet hayatımın sonuna
kadar devam etti. Türk Ceza Kanunu’nun 141 – 142. maddeleri kaldırılana kadar tayin
olduğum yerlere ben gitmeden dosyam gitti.
Şüphesiz bunlar 12 Eylül’de yaşamlarını yitiren, sakat kalan, yıllarca özgürlüğünden mahrum bırakılan milyonlarca insanın yaşadıkları yanında deyim yerindeyse solda sıfır kalır. Fakat 12 Eylül, asker savcıların bile içeri tıkacak delil bulamadığı benim gibi bir insanın başına bunları getirdiyse, diğerlerini siz düşünün diye yazdım.
KIRK BİR YIL SONRA
12 Eylül 1980 darbesinden kırk bir
yıl sonra bugün, kırk bir yıl öncesinden çok, ama gerçekten çok farklı bir
dünyada yaşıyoruz. Yani 12 Eylül darbesi yalnız ülkemizde yaşayan insanların
kaderini değil, "dünyalarını" da değiştirdi.
Değişim aslında daha 1980’lerin
ortalarında Turgut Özal ile hissedilmeye başladı. İnsanlar “devlet” eliyle
hırsızlığa, sahtekarlığa, dolandırıcılığa özendirildiler ve toplum içinde
hırsızlık, sahtekarlık, dolandırıcılık yaparak Özal’ın deyimiyle “köşeyi
dönenler” rol model haline geldiler.
Değişimi şarkılarına ilk
yansıtanlardan biri Sezen Aksu oldu. 1991 yılında çıkan Gülümse albümündeki “Hadi
Bakalım” şarkısında Aksu, “bir yanımız her duruma müsait, ne kadar uyarsa o
kadar ister” diyordu. Çenesini sıkı tutmayanları, diline hakim olmayanları
öcülerin yiyeceğini söylüyordu.
Dönemin edebiyatı ve sineması da 12
Eylül sonrası yaşanan değişimi yansıttı. Özellikle Şener Şen ve Kemal Sunal
filmleri bize “yeni cesur dünyayı” gösterdiler. Şimdilerde TRT’de yayınlanan “Seksenler”
dizisi, kimi gerçekleri bugünkü iktidarın talepleri doğrultusunda ne kadar
çarpıtırsa çarpıtsın, yine de 12 Eylül öncesi dünyaya derin özlemi
gizleyemiyor.
O GÜNLER GERİ GELİR Mİ?
Hemşerimiz Heraklitos’un dediği gibi “aynı
ırmakta iki kez yıkanılamaz. Türkiye’nin bir daha 12 Eylül öncesine dönebilmesi
mümkün değil.
Fakat bundan sonra toplum içinde
hırsızlık, sahtekarlık, dolandırıcılık hep “yüksek” değerler olarak mı kalacak?
Örneğin bundan sonra insanlar, Sezgin Baran Korkmaz ticarete nasıl lokantadaki
artık köfteleri ekmek arası yapıp satarak girdiğini anlattığında, yani “size veya
yakınlarınıza çöpten ayıkladıklarımı yedirdim” dediğinde hep ayakta mı
alkışlayacak?
Böyle bir toplumun uzun süre ayakta
kalabilmesinin mümkün olmadığını tarihten biliyoruz. Bugün gözlerimizin önünde
hızla çürüyen Türkiye de, bu gidiş devam ederse, kısa bir süre sonra kendinden
önceki yozlaşmış toplumlar gibi tarihe karışacak. Ebeveynlerin çocuklarına “diğerlerinin”
önüne geçebilmek için her şeyin mubah olduğunu öğütlediği hiçbir toplum ayakta
kalamaz.
NASIL BİR DÜNYADA YAŞAMAK İSTEDİKLERİNE GENÇLER KENDİLERİ KARAR VERECEK
Tarih boyunca değişmeyen tek şey
varsa, gençliğin gelecek ve geleceğin gençlik olmasıdır. O halde yarın 40’lı
veya 50’li yaşlara geldiklerinde nasıl bir dünyada yaşamak istediklerine bugünkü
gençler karar verecek.
Önlerinde iki seçenek var: bu düzeni
değiştirmek ve kendileri için daha yaşanılası bir dünya kurmak veya bu düzene “tutunmaya”
çalışmak. Bugün gençlerin büyük çoğunluğunun bu düzene “tutunma”, bu düzen
içinde kendilerine bir “yer bulma” mücadelesi içinde oldukları görülüyor.
Örneğin bir sendikacı, yaşlı
sağlıkçıların emekliliklerini düşünerek 3600 gösterge için mücadele
ettiklerini, fakat genç sağlıkçıların tek derdinin “işe girebilmek” olduğunu söylerken,
aslında gençliğin bu düzene “tutunabilme” çabasını anlatıyor.
Benzer bir durumu gençlerin
üniversite tercihlerinde, KPSS umutlarında, hayatlarını atama kuralarına göre
düzenlemelerinde de görüyoruz. Son yıllarda literatüre giren “ev genci” kavramı
bile, gençliğin düzene uyum çabasını yansıtıyor.
Elbette böyle bir yaşam da mümkün.
Belki yarın 40 – 50 yaşında hala babasından aldığı harçlıkla yaşayanları da
görmeye başlayacağız. Fakat gençler için 12 Eylül 1980 öncesinde olduğu gibi
daha “onurlu” bir yaşam da hayal değil. Ancak bunun için düzene tutunmaya
çalışmaktan çok, düzeni değiştirmeye çalışmak gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder