Translate

14 Haziran 2022 Salı

15 – 16 Haziran’dan kalanlar

 


Yarın Türkiye tarihinin belki de Kurtuluş Savaşı’ndan sonra en önemli olaylarından birinin, 15 – 16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi’nin yıldönümü. Cumhuriyet tarihinin “siyasi” nitelikli ilk işçi hareketidir 15 – 16 Haziran.

 

Kuşkusuz “bugüne” bakıldığında, bu topraklarda bir zamanlar bir Kurtuluş Savaşı ve bir 15 – 16 Haziran Büyük İşçi Direnişi gibi olayların yaşanmış olabileceğine inanabilmek çok güç. İnsan kendisine “gerçekten 1920’lerde emperyalizme, 1970’lerde sömürüye kafa tutanların torunları, çocukları mıyız” diye sormadan edemiyor. Fakat inanması güç de olsa bu bizim tarihimiz ve ancak bu tarihe sımsıkı sarılabilirsek geleceğimize güvenle bakabiliriz.

 

KEMAL SÜLKER’DEN 15 – 16 HAZİRAN

 

Eğer 15 – 16 Haziran 1970’de “gerçekten” neler olduğunu öğrenmek isterseniz, Kemal Sülker’in “Türkiye’yi Sarsan 2 Uzun Gün” başlıklı incelemesini okumanızı tavsiye ederim. Sülker çalışmasına bu ismi koyarken, John Reed’in “Dünyası Sarsan 10 Gün” kitabına bir anıştırma yapmakta emin olun sonuna kadar haklıdır.

 

Sülker incelemesine “bugün” açısından da çok önemli olan şu cümleyle başlar: “15 - 16 Haziran 1970 eylemi, sol kanatta değişik deyimler kullanarak kendi anlayışlarını savunan gruplar, partiler arasında ilk kez birleştirici bir etken oldu”.  

 

Aslında Sülker bu cümleyi kurarken muhtemelen kimseyi kırmamak kaygısı güdüyordu. 1970’lerin solunu “değişik deyimler kullanarak kendi anlayışlarını savunan gruplar” olarak nitelemek kesinlikle olanaksız. Bir tarafta Moskova – Pekin ayrışması yaşanıyor, diğer tarafta Latin Amerika’dan yükselen goşist sesler var, Avrupa’da 1968 hala çok sıcak ve bunların her birinin Türkiye’de ideolojik ve politik yansımaları var.

 

Fakat birdenbire bir 15 – 16 Haziran geliyor ve işçi bütün bu tartışmaları elinin tersiyle bir kenara iterek bütün solcuları hizaya getiriyor. Artık söz işçinindir. İşçiler “adına” konuşanlar, eğer gerçekten samimi ise işçinin yanında durmalıdır. Duruyorlar.

 

1970’LERDE SOLDA BÖLÜNMENİN ANLAŞILABİLİR NEDENLERİ VARDI

 

1970’lerde sol aslında hiç de aynı anlama gelen “değişik deyimler” kullanmıyor, aksine gruplar ve partiler kendilerini birbirine taban tabana zıt denebilecek kavramlarla ifade ediyordu. Kabaca ayrım noktaları, mücadelenin barışçıl mı yoksa silahlı mı olacağı, devrimin sovyetik bir ayaklanmayla mı yoksa gerilla savaşıyla mı gerçekleşeceği, sosyalist devrim mi yoksa demokratik devrim mi, gerilla savaşı kırlardan kentlere mi yoksa kentlerden kırlara mı olacak gibi sıralanabilir.   

 

Görüldüğü gibi 1970’lerde sol grup ve partiler arasında gerçekten çok “derin” ideolojik ayrılıklar vardı. Hatta sol gruplardan bir kısmı, diğerlerini yalnızca “sosyal faşistlikle” suçlamakla kalmıyor, sosyal faşistlerin “faşistlerden” daha tehlikeli olduklarını savunuyorlardı.

 

1970’li yıllarda herhangi bir sol grup ya da partinin bir sempatizanı, kendi grubunun veya partisinin diğerlerinden ideolojik ve politik olarak ne “farkı” olduğunu uzun uzun, saatlerce anlatabilirdi. Siyasi partilerin yayın organlarının yarısı diğer partilerle polemiğe ayrılmıştı.

 

Oysa bugün kendilerini solda ifade eden grup ve partiler arasında ideolojik ve politik bakımdan herhangi bir fark görebilmek olanaksız. 1970’lerin tartışma konularının tamamen tarihe karışmış olması bir yana, bugün hiçbir sol grup veya parti ortaya herhangi bir “devrim stratejisi” koymuyor. Tabii durum böyle olunca sol grup ve partiler arasında herhangi bir “ideolojik” tartışmaya da rastlayamıyoruz, çünkü ortada tartışacak bir şey yok.

 

Öyle ki bugün kendilerini solda ifade eden grup ve partiler, birbirlerini hiçbir konuda eleştirmiyorlar. Tabii bu durumda insan bugün neden solda 1970’lerdeki gibi onlarca grup ve parti var diye sormadan da edemiyor. 1970’lerde çok “anlaşılır” olan bu durum, bugün için tam bir “muamma”. Gerçekten biri neden EMEP’li olmak yerine TKP’li veya Sol Parti’li olur?

 

DİSK NEDEN KURULDU?

 

Bilindiği gibi Türkiye’de sendikalar çok uzun süre yasaklıydı ve ancak 1947 yılında toplu sözleşme ve grev yapma hakkı olmayan bir sendika yasası kabul edilmişti. Buna rağmen birkaç yıl içinde yüzlerce sendika kuruldu ve sendikalı işçi sayısı 130 bine ulaştı. 1952 yılında sendikalar Türk İş Konfederasyonu altında toplandılar.

 

Ancak Türk İş bir “sarı” sendikaydı. Amacı Türkiye’de işçilerin hak mücadelesini örgütlemek değil, aksine mücadeleyi bastırmaya çalışmaktı. Bunun karşılığında sermaye, Türk İş yöneticilerini milletvekilliği ile ödüllendiriyor ve ailelerinin hayatını güvence altına alıyordu. Türk İş’in ilk başkanı (1952 – 1953) İsmail İnan Cumhuriyet Halk Partisi’nden Ankara, ikinci başkanı (1953 – 1957) Mahmut Naci Kurt Demokrat Parti’den İstanbul ve üçüncü başkanı (1957 – 1960) Nuri Beşer Adalet Partisi’nden Zonguldak milletvekili yapılmıştı.

 

15 – 16 Haziran direnişi sırasında Türk İş başkanı olan Seyfi Demirsoy (1960 – 1973) ne Türk İş içinden bazı sendikaların 1967 yılında başkaldırarak ayrılmalarını ve DİSK’i kurmalarını, ne de Türk İş üyesi işçilerin 15 – 16 Haziran direnişine katılmalarını engelleyebilmişti. Muhtemelen bu “başarısızlıkları” nedeniyle 1973 seçimlerinde hiçbir sermaye partisi Demirsoy’u milletvekili yapmadı fakat yine de bugün adı İzmir’de bir hastane ve bir caddede yaşatılıyor.

 

Bu gidişe dur demek üzere bir araya gelen Türk İş’e bağlı Türkiye Maden-iş. Basın-İş, Lastik-iş ve Gıda-iş Sendikası başkanları ve bağımsız Türk Maden İş yöneticileri 1967 yılında işçilerin hak mücadelesini örgütlemek üzere DİSK’i kurdular.

 

DİSK’in ilk başkanı olan ve 15 – 16 Haziran direnişini örgütleyen Kemal Türkler, daha sonra 1976 yılında işçi sınıfının Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne karşı mücadelesine önderlik etti. “DGM’yi ezdik sıra MESS’de” sloganıyla sermayeye karşı atağa kalkan DİSK’i durdurabilmek için 1 Mayıs 1977 katliamı düzenlendi.

 

Kemal Türkler 1979 yılında Maden İş genel kurulunda işçi sınıfının uluslararası marşı okunduğu için tutuklandı ve sermaye tarafından 12 Eylül faşist darbesinden hemen önce 12 Temmuz 1980’de katledildi. Sermaye Türkler’i katlederek aslında 12 Eylül için refleks muayenesi yaptı, nabız yokladı. Kemal Türkler’in katledilmesine gerekli yanıtın verilememesiyle birlikte bir girdaba giren Türkiye, hala bu girdapta çırpınıyor.

 

DİSK NASIL TÜRK – İŞ’LEŞTİ

 

Kuşkusuz başkanları suikastlere kurban giden, mahkemelerde ağır cezalarla yargılanan DİSK, bir günde başkanları bir zamanlar eleştirdikleri Türk İş başkanları gibi milletvekili olan bir sendika haline bir günde gelmedi.

 

DİSK’in Türk İş’leşmesi sürecinde kuşkusuz 12 Eylül faşist darbesinin çok büyük rolü var. Darbe öncesinde kendisine yönelik sayısız saldırıyı bertaraf etmeyi başaran DİSK, 12 Eylül sonrasında solun Türkiye’de ve dünyada içine düştüğü ve halen devam etmekte olan ideolojik bunalımın etkisiyle, saldırılar karşısında savunmasız kaldı. Sola ve topluma bulaşan “bireyci” ideoloji DİSK’i de etkisine aldı. Sola egemen olan “kimlik” siyaseti, DİSK’e de egemen oldu.

 

Rıdvan Budak ile birlikte DİSK başkanları, Türk İş başkanları gibi işçilerin hak mücadelesini yolundan çıkartmaları ve baltalamaları karşılığında sermaye tarafından milletvekilliği ile ödüllendirilmeye başladılar. Budak Demokratik Sol Parti’den İstanbul, Süleyman Çelebi CHP’den İstanbul ve Kani Beko CHP’den İzmir milletvekili yapıldı.    

 

Bugün aslında “devrimcilik” ile uzak – yakın hiçbir ilgisi olmayan bir sarı sendika olduğu halde adında hala “devrimci” sıfatını taşımayı sürdüren DİSK, işçilerin hak mücadelelerini baltalamakta diğer sarı sendikalardan aşağı kalmamaktadır. Bugün CHP’li belediyelerde örgütlü DİSK’e bağlı sendikaların, üyelerini “satarak” anlaşmalara imza atması artık hiç yadırganmamaktadır.

 

YENİ BİR 15 – 16 HAZİRAN OLUR MU?

 

Acaba önümüzdeki günler yeni 15 – 16 Haziran’lara gebe mi? Yine DİSK ve diğer Konfederasyonlar içinden 1967’de olduğu gibi Kemal Sülker’in deyimiyle “beş yiğit sendikacı” çıkıp, sendika ağalarının tekerine çomak sokar mı, sermayeye yine ecel terleri döktürür mü?

 

Aslında bunun belki de “tam zamanı”, fakat bugün ne dünya 1970’lerin dünyası, ne de Türkiye 1970’lerin Türkiye’si.

 

Bugün öyle bir solumuz var ki, işlettiği kafeler ve restoranlardan gelecek gelirlerin azalacağı endişesiyle, emekçilerin canı pahasına, pandemiyi kontrol almak için “kapanma tedbirleri” alınmasına karşı çıkıyor.  

 

Bugün öyle bir solumuz var ki, iki – üç ay önce emekçilerin gelirleri bugünkünün yarısı kadar bile erimemişken her akşam sokaklara çıkmasına rağmen, bugün işverenler bile emekçiler için ücret artışı gerektiğini savunur haldeyken sesini çıkartmıyor.

 

Bu koşullarda belki yeni bir 15 – 16 Haziran beklemek hayal olur. İşçiler ve emekçiler bugün 50 yıl önceki hallerinden çok daha örgütsüz. Önderlikten yoksunlar ve artık eskisi gibi sola da güvenmiyorlar. Zaten on yıllardır kimlikçilik peşinde koşan sol da onları unuttu. Çaresizlikten intihar ediyorlar ama bir araya gelip örgütlenmek için yeterli bilinçleri yok.  

 

Gezi gibi solun sonradan eklemlenmeye çalıştığı “kendiliğinden” bir halk hareketi her an patlayabilir elbette. Zaten solcular da bunu bekliyor, “ah halk yine Gezi’de olduğu gibi sokağa dökülse de, biz de kendimizi gösterebilsek” diyorlar. Fakat bu da biraz zor. Halk solun Gezi’yi nasıl eline yüzüne bulaştırdığını unutmadı daha. Milyonlar “hükumet istifa” diye yeri göğü inletirken, DİSK başkanı ve kimlikçi solcuların hükumetle “pazarlık” yaptığı görüntüler hala sosyal medyada dolaşıyor.

 

Yine de insan yeni 15 – 16 Haziran’lar beklemekten ümidini kesmek istemiyor. Zaten bu eşyanın tabiatına da aykırı değil mi? Tarih de bize bunu söylemiyor mu? Elbette nasıl 1920’lerde emperyalizme ve 1970’lerde sömürüye karşı harekete geçildiyse, yarın da geçilecek. Belki çekilecek biraz daha çilemiz var, o kadar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder