Yarın Türkiye tarihinin belki de
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra en önemli olaylarından birinin, 15 – 16 Haziran 1970
Büyük İşçi Direnişi’nin yıldönümü. Cumhuriyet tarihinin “siyasi” nitelikli ilk
işçi hareketidir 15 – 16 Haziran.
Kuşkusuz “bugüne” bakıldığında, bu topraklarda bir zamanlar bir Kurtuluş Savaşı ve bir 15 – 16 Haziran Büyük İşçi Direnişi gibi olayların yaşanmış olabileceğine inanabilmek çok güç. İnsan kendisine “gerçekten 1920’lerde emperyalizme, 1970’lerde sömürüye kafa tutanların torunları, çocukları mıyız” diye sormadan edemiyor. Fakat inanması güç de olsa bu bizim tarihimiz ve ancak bu tarihe sımsıkı sarılabilirsek geleceğimize güvenle bakabiliriz.
KEMAL SÜLKER’DEN 15 – 16 HAZİRAN
Eğer 15 – 16 Haziran 1970’de “gerçekten”
neler olduğunu öğrenmek isterseniz, Kemal Sülker’in “Türkiye’yi Sarsan 2 Uzun
Gün” başlıklı incelemesini okumanızı tavsiye ederim. Sülker çalışmasına bu ismi
koyarken, John Reed’in “Dünyası Sarsan 10 Gün” kitabına bir anıştırma yapmakta
emin olun sonuna kadar haklıdır.
Sülker incelemesine “bugün” açısından
da çok önemli olan şu cümleyle başlar: “15 - 16 Haziran 1970 eylemi, sol
kanatta değişik deyimler kullanarak kendi anlayışlarını savunan gruplar,
partiler arasında ilk kez birleştirici bir etken oldu”.
Aslında Sülker bu cümleyi kurarken
muhtemelen kimseyi kırmamak kaygısı güdüyordu. 1970’lerin solunu “değişik
deyimler kullanarak kendi anlayışlarını savunan gruplar” olarak nitelemek
kesinlikle olanaksız. Bir tarafta Moskova – Pekin ayrışması yaşanıyor, diğer
tarafta Latin Amerika’dan yükselen goşist sesler var, Avrupa’da 1968 hala çok
sıcak ve bunların her birinin Türkiye’de ideolojik ve politik yansımaları var.
Fakat birdenbire bir 15 – 16 Haziran
geliyor ve işçi bütün bu tartışmaları elinin tersiyle bir kenara iterek bütün solcuları
hizaya getiriyor. Artık söz işçinindir. İşçiler “adına” konuşanlar, eğer
gerçekten samimi ise işçinin yanında durmalıdır. Duruyorlar.
1970’LERDE SOLDA BÖLÜNMENİN ANLAŞILABİLİR NEDENLERİ VARDI
1970’lerde sol aslında hiç de aynı
anlama gelen “değişik deyimler” kullanmıyor, aksine gruplar ve partiler
kendilerini birbirine taban tabana zıt denebilecek kavramlarla ifade ediyordu. Kabaca
ayrım noktaları, mücadelenin barışçıl mı yoksa silahlı mı olacağı, devrimin
sovyetik bir ayaklanmayla mı yoksa gerilla savaşıyla mı gerçekleşeceği, sosyalist
devrim mi yoksa demokratik devrim mi, gerilla savaşı kırlardan kentlere mi
yoksa kentlerden kırlara mı olacak gibi sıralanabilir.
Görüldüğü gibi 1970’lerde sol grup ve
partiler arasında gerçekten çok “derin” ideolojik ayrılıklar vardı. Hatta sol
gruplardan bir kısmı, diğerlerini yalnızca “sosyal faşistlikle” suçlamakla
kalmıyor, sosyal faşistlerin “faşistlerden” daha tehlikeli olduklarını
savunuyorlardı.
1970’li yıllarda herhangi bir sol
grup ya da partinin bir sempatizanı, kendi grubunun veya partisinin
diğerlerinden ideolojik ve politik olarak ne “farkı” olduğunu uzun uzun,
saatlerce anlatabilirdi. Siyasi partilerin yayın organlarının yarısı diğer
partilerle polemiğe ayrılmıştı.
Oysa bugün kendilerini solda ifade
eden grup ve partiler arasında ideolojik ve politik bakımdan herhangi bir fark
görebilmek olanaksız. 1970’lerin tartışma konularının tamamen tarihe karışmış
olması bir yana, bugün hiçbir sol grup veya parti ortaya herhangi bir “devrim
stratejisi” koymuyor. Tabii durum böyle olunca sol grup ve partiler arasında
herhangi bir “ideolojik” tartışmaya da rastlayamıyoruz, çünkü ortada tartışacak
bir şey yok.
Öyle ki bugün kendilerini solda ifade
eden grup ve partiler, birbirlerini hiçbir konuda eleştirmiyorlar. Tabii bu
durumda insan bugün neden solda 1970’lerdeki gibi onlarca grup ve parti var
diye sormadan da edemiyor. 1970’lerde çok “anlaşılır” olan bu durum, bugün için
tam bir “muamma”. Gerçekten biri neden EMEP’li olmak yerine TKP’li veya Sol
Parti’li olur?
DİSK NEDEN KURULDU?
Bilindiği gibi Türkiye’de sendikalar
çok uzun süre yasaklıydı ve ancak 1947 yılında toplu sözleşme ve grev yapma
hakkı olmayan bir sendika yasası kabul edilmişti. Buna rağmen birkaç yıl içinde
yüzlerce sendika kuruldu ve sendikalı işçi sayısı 130 bine ulaştı. 1952 yılında
sendikalar Türk İş Konfederasyonu altında toplandılar.
Ancak Türk İş bir “sarı” sendikaydı.
Amacı Türkiye’de işçilerin hak mücadelesini örgütlemek değil, aksine mücadeleyi
bastırmaya çalışmaktı. Bunun karşılığında sermaye, Türk İş yöneticilerini
milletvekilliği ile ödüllendiriyor ve ailelerinin hayatını güvence altına
alıyordu. Türk İş’in ilk başkanı (1952 – 1953) İsmail İnan Cumhuriyet Halk Partisi’nden
Ankara, ikinci başkanı (1953 – 1957) Mahmut Naci Kurt Demokrat Parti’den
İstanbul ve üçüncü başkanı (1957 – 1960) Nuri Beşer Adalet Partisi’nden Zonguldak
milletvekili yapılmıştı.
15 – 16 Haziran direnişi sırasında
Türk İş başkanı olan Seyfi Demirsoy (1960 – 1973) ne Türk İş içinden bazı
sendikaların 1967 yılında başkaldırarak ayrılmalarını ve DİSK’i kurmalarını, ne
de Türk İş üyesi işçilerin 15 – 16 Haziran direnişine katılmalarını
engelleyebilmişti. Muhtemelen bu “başarısızlıkları” nedeniyle 1973 seçimlerinde
hiçbir sermaye partisi Demirsoy’u milletvekili yapmadı fakat yine de bugün adı
İzmir’de bir hastane ve bir caddede yaşatılıyor.
Bu gidişe dur demek üzere bir araya
gelen Türk İş’e bağlı Türkiye Maden-iş. Basın-İş, Lastik-iş ve Gıda-iş
Sendikası başkanları ve bağımsız Türk Maden İş yöneticileri 1967 yılında
işçilerin hak mücadelesini örgütlemek üzere DİSK’i kurdular.
DİSK’in ilk başkanı olan ve 15 – 16 Haziran
direnişini örgütleyen Kemal Türkler, daha sonra 1976 yılında işçi sınıfının
Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne karşı mücadelesine önderlik etti. “DGM’yi ezdik
sıra MESS’de” sloganıyla sermayeye karşı atağa kalkan DİSK’i durdurabilmek için
1 Mayıs 1977 katliamı düzenlendi.
Kemal Türkler 1979 yılında Maden İş
genel kurulunda işçi sınıfının uluslararası marşı okunduğu için tutuklandı ve
sermaye tarafından 12 Eylül faşist darbesinden hemen önce 12 Temmuz 1980’de
katledildi. Sermaye Türkler’i katlederek aslında 12 Eylül için refleks
muayenesi yaptı, nabız yokladı. Kemal Türkler’in katledilmesine gerekli yanıtın
verilememesiyle birlikte bir girdaba giren Türkiye, hala bu girdapta
çırpınıyor.
DİSK NASIL TÜRK – İŞ’LEŞTİ
Kuşkusuz başkanları suikastlere
kurban giden, mahkemelerde ağır cezalarla yargılanan DİSK, bir günde başkanları
bir zamanlar eleştirdikleri Türk İş başkanları gibi milletvekili olan bir
sendika haline bir günde gelmedi.
DİSK’in Türk İş’leşmesi sürecinde
kuşkusuz 12 Eylül faşist darbesinin çok büyük rolü var. Darbe öncesinde
kendisine yönelik sayısız saldırıyı bertaraf etmeyi başaran DİSK, 12 Eylül
sonrasında solun Türkiye’de ve dünyada içine düştüğü ve halen devam etmekte olan
ideolojik bunalımın etkisiyle, saldırılar karşısında savunmasız kaldı. Sola ve
topluma bulaşan “bireyci” ideoloji DİSK’i de etkisine aldı. Sola egemen olan “kimlik”
siyaseti, DİSK’e de egemen oldu.
Rıdvan Budak ile birlikte DİSK
başkanları, Türk İş başkanları gibi işçilerin hak mücadelesini yolundan
çıkartmaları ve baltalamaları karşılığında sermaye tarafından milletvekilliği
ile ödüllendirilmeye başladılar. Budak Demokratik Sol Parti’den İstanbul, Süleyman
Çelebi CHP’den İstanbul ve Kani Beko CHP’den İzmir milletvekili yapıldı.
Bugün aslında “devrimcilik” ile uzak –
yakın hiçbir ilgisi olmayan bir sarı sendika olduğu halde adında hala “devrimci”
sıfatını taşımayı sürdüren DİSK, işçilerin hak mücadelelerini baltalamakta
diğer sarı sendikalardan aşağı kalmamaktadır. Bugün CHP’li belediyelerde
örgütlü DİSK’e bağlı sendikaların, üyelerini “satarak” anlaşmalara imza atması
artık hiç yadırganmamaktadır.
YENİ BİR 15 – 16 HAZİRAN OLUR MU?
Acaba önümüzdeki günler yeni 15 – 16 Haziran’lara
gebe mi? Yine DİSK ve diğer Konfederasyonlar içinden 1967’de olduğu gibi Kemal
Sülker’in deyimiyle “beş yiğit sendikacı” çıkıp, sendika ağalarının tekerine
çomak sokar mı, sermayeye yine ecel terleri döktürür mü?
Aslında bunun belki de “tam zamanı”,
fakat bugün ne dünya 1970’lerin dünyası, ne de Türkiye 1970’lerin Türkiye’si.
Bugün öyle bir solumuz var ki, işlettiği
kafeler ve restoranlardan gelecek gelirlerin azalacağı endişesiyle, emekçilerin
canı pahasına, pandemiyi kontrol almak için “kapanma tedbirleri” alınmasına
karşı çıkıyor.
Bugün öyle bir solumuz var ki, iki –
üç ay önce emekçilerin gelirleri bugünkünün yarısı kadar bile erimemişken her
akşam sokaklara çıkmasına rağmen, bugün işverenler bile emekçiler için ücret
artışı gerektiğini savunur haldeyken sesini çıkartmıyor.
Bu koşullarda belki yeni bir 15 – 16 Haziran
beklemek hayal olur. İşçiler ve emekçiler bugün 50 yıl önceki hallerinden çok
daha örgütsüz. Önderlikten yoksunlar ve artık eskisi gibi sola da güvenmiyorlar.
Zaten on yıllardır kimlikçilik peşinde koşan sol da onları unuttu. Çaresizlikten
intihar ediyorlar ama bir araya gelip örgütlenmek için yeterli bilinçleri yok.
Gezi gibi solun sonradan eklemlenmeye
çalıştığı “kendiliğinden” bir halk hareketi her an patlayabilir elbette. Zaten
solcular da bunu bekliyor, “ah halk yine Gezi’de olduğu gibi sokağa dökülse de,
biz de kendimizi gösterebilsek” diyorlar. Fakat bu da biraz zor. Halk solun
Gezi’yi nasıl eline yüzüne bulaştırdığını unutmadı daha. Milyonlar “hükumet
istifa” diye yeri göğü inletirken, DİSK başkanı ve kimlikçi solcuların
hükumetle “pazarlık” yaptığı görüntüler hala sosyal medyada dolaşıyor.
Yine de insan yeni 15 – 16 Haziran’lar
beklemekten ümidini kesmek istemiyor. Zaten bu eşyanın tabiatına da aykırı
değil mi? Tarih de bize bunu söylemiyor mu? Elbette nasıl 1920’lerde
emperyalizme ve 1970’lerde sömürüye karşı harekete geçildiyse, yarın da
geçilecek. Belki çekilecek biraz daha çilemiz var, o kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder