Bugün bayramın ikinci günü. Yıllardır ilk defa bir bayramda iş nedeniyle İstanbul’dayım. Akşamüstü işim bittiğinde Üsküdar’dan vapurla Eminönü’ne geçerken asgaricilerin “bayramına” tanık oldum.
Her şey 18.30 vapurunun iskeleye yanaşmasıyla başladı. Vapurun yolcu indirmeye başlaması üzerinden on dakika geçmesine karşın, özellikle en üst güvertedekiler pek aceleci davranmıyorlardı. Tabii biz Eminönü yolcuları onların vapuru boşaltmalarını beklerken bekleme salonunda pişiyoruz. Sonunda görevliler durumu fark ettiler ve el-kol hareketleriyle yolcuları vapurdan inmeye davet ettiler. Pek umursayan olmadı... Bunun üzerine vapur içindeki ve dışındaki görevliler yolcuların yanına seğirttiler.
Uzaktan tartışmaları görüyor ama ne konuşulduğunu duyamıyorduk. Sanıyorum vapurdakiler inmeden, geri dönmek istiyorlardı. Üç-beş dakika sonra “büyükler” istemeyerek de olsa vapuru terk ettiler, fakat “çocuklar” kolay kolay mevzilerini bırakacağa benzemiyorlardı. Alt salonlarda koşuşmalar gözlenirken, bekleme salonundan da homurtular yükselmeye başladı. Görevliler sonunda çaresiz birkaç bacaksızın gemide kalmasına göz yumarak bekleme salonunun kapılarını açtılar.
Ben biraz erken geldiğimden kapının hemen önündeydim. Ancak kapılar açılır açılmaz arkamdaki her cinsten ve her yaştan insanlar öyle bir itelemece/koşuşturmaca başlattılar ki, az kalsın eziliyordum. Herkes en üst kat güvertesine çıkmak için yarışıyordu. Bunlar İstanbullu asgaricilerin, biz “beyaz yakalıların” her gün işe giderken ve dönerken büyük bir doğallıkla/alışkanlıkla bindiğimiz şehir hatları vapuruna ancak BAYRAMDAN BAYRAMA binebilen kesimleriydi. Anlaşılan İstanbullu asgaricilerin bayramdaki en önemli eğlencelerinden biri, şehir hatları vapurlarının açık bölümlerinden boğazı görebilmek, ciğerlerine biraz boğaz havası doldurabilmekti.
Anneler ve babalar kucaklarında ve sırtlarında çocukları, kendilerine ancak BAYRAMDAN BAYRAMA bahşedilen bu lüksten nasiplerini alabilmek için birbirlerini çiğniyorlardı. Şehir hatlarındaki yüzde elli indirimin tadını çıkartıyorlardı. Dediğim gibi aslında en önde olmama rağmen, İstanbullu asgaricilerin en mağdur kesimlerinin temiz bir soluk alabilmelerine küçük de olsa bir katkıda bulunmak için açık güvertelere yönelmedim, bunaltıcı sıcağa rağmen kapalı salonlardan birine oturdum. Belki böylece bir asgarici daha on-beş dakika için olsun dilediğince iyotlu havayı koklayabilecekti.
Sonunda vapur iskeleden beş dakika rötarla da olsa ayrılabildi. Vapurun burnu Beşiktaş istikametinden sola döndüğünde üst katta büyük bir koşuşturmaca başladı. Asgaricilerin bir kısmı vapura binerken karşı sahilin vapurun sağında kalacağını hesaplayamamış olmalıydı. Kimse hiçbir şeyi kaçırmak istemediğinden telaşla yer değiştirmeye çalışıyorlardı. Tabii en çok koşanlar çocuklar...
Çocuklara bakarken aklım 90’lı yıllara gidivermiş. Fişek Enstitüsü’nün Avrupa yakasında çalışmalarını yürüttüğü bir sanayi sitesindeyiz. Çalışma Ortamı dergisinin bir toplantısı. Yanlış anımsamıyorsam Dr. Murat Fırat ya bir sunum yapıyor, ya da bir sunuma yorum. Sanayi sitesinde çalışan çırakların (çocukların) çoğunun ikinci kuşak işçiler olduğunu, İstanbul’da doğup büyüdüklerini, fakat 14 – 15 yaşına kadar DENİZİ GÖRMEDİKLERİNİ anlatıyor... Enstitü bir gün çırakları Zeytinburnu taraflarına götürerek DENİZİ göstermiş.
Oturduğum yerden asgaricileri izlemeye çalışıyorum. Kadınların hemen hepsinin başında turban var. Saçlarının tek bir telinin bile yanlışlıkla görülmemesi için önce koyu renk bir bone takmışlar, üzerine de rengarenk desenli başörtülerini “nizami” bir biçimde dolamışlar. Mutlaka aralarında çalışanlar da vardır, fakat etraflarına bakarken çevrelerine yaydıkları heyecan, çoğunun “ev kadını” olduğunu düşündürüyor.
Konuşmalar (bağrışmalar mı demeli?) genellikle Kürtçe. Belki de birkaç Kürt lehçesi var. Erkeklerin çoğu kara tenli. Bazılarının gömlek kollarından “amele yanığı” sırıtıyor. Birden dikkatimi çekiyor, aralarında neredeyse hiç “normal” kilolu olan yok. Çoğu astenik, bir kısmı ise obez. Sonra çocukların da babaları gibi olduğunu fark ediyorum. Çoğu çırpı bacaklarıyla çığlık çığlığa koşuştururken, bazıları da aşırı kilolarının da etkisiyle sucuk gibi terliyor...
Keşke zamanı durdurabilmek mümkün olsa... On-beş dakika uçup gidiyor. Vapur Galata köprüsünden sola kıvrıldı bile. Yine bazıları “bir tur daha atabilmek” için kıyı, köşe gizlenecek yer arıyor. Kadınların ve çocukların yüzünde bir hüzün, bir tatminsizlik var. “Ne yapalım, bu bayram bu kadarmış, belki bir dahaki bayrama” der gibi bakıyorlar. Allahtan birkaç yıldır bayramlar yaza geliyor. Allah İstanbullu asgaricilerin yüzüne gülüyor. Zaten bir Allahları var, bir de asgari ücretleri. Keşke bir de sınıf partileri olsaydı...
Yurdumun solcu, sosyalist, komünistlerinin “teorik” olarak uğruna mücadele verdikleri, fakat bir türlü aralarına giremedikleri asgaricilerin bayram sefası bitti artık. Ayaklarını ne kadar sürüseler de boşuna, görevliler açık güverteleri boşalttılar bile. Birkaç çocuk koltuklara tutunmuş ağlıyor/direniyor. Fakat nafile, kucaklanıp götürülüyorlar.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder