Türkiye iş kazalarına bağlı ölümlerde
açık arayla Avrupa birincisi ve dünyada da kimi zaman ikinci, kimi zaman üçüncü
sırada. Yıllardır derslerimde bu verileri aktarırken öğrencilerimin yüzlerine
dikkatle bakıyorum. Çoğu bu duruma inanmıyor veya inanmak istemiyor. Ne
düşündüklerini soruyorum. Türkiye’nin durumunun bu kadar kötü olamayacağını,
büyük olasılıkla başka ülkelerin verilerinin eksik olduğunu, bu nedenle Türkiye’nin
durumunun kötü göründüğünü düşündüklerini söylüyorlar. Buna benzer yanıtları
aldıktan sonra, bu verileri Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ) ve Avrupa İş(çi)
Sağlığı ve Güvenliği Ajansı (AİSGA) gibi saygın kuruluşların uzun yıllardır yayınladığını,
verilerde bu tür sorunlar olsa mutlaka belirteceklerini söylediğimde derin bir
sessizlikle karşılaşıyorum.
Aslında öğrencilerim gibi benim de
inanamadığım, inanmak istemediğim şeyler var. Sadece iş kazalarında değil, aynı
zamanda meslek hastalıkları konusunda da dünyanın en kötü sicillerinden birine
sahip bir ülkenin akademisi, meslek örgütleri, sendikaları ve konuyla ilgili diğer
kurum ve kuruluşları nasıl bu konulara gözlerini kapatır, kulaklarını tıkarlar?
İş kazalarında dünya rekorlarına sahip bir ülkede nasıl işyeri hekimi ve iş güvenliği
uzmanı eğitimlerinde Heinrich’in 1930’lardan kalma kazada işçiyi (mağduru)
suçlayan kaza kuramı üzerine inşa edilmiş saçma sapan materyaller kullanılır? Yine
nasıl araçlar üzerine kurulmuş risk değerlendirme yöntemleriyle insan sağlığı
ve güvenliği güvence altına alınmaya çalışılır?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Daha düşündürücü
olan, bu içerikteki eğitimlerin son yıllara kadar işyeri hekimlerine Türk Tabipleri
Birliği (TTB) ve iş güvenliği uzmanlarına Türk Mühendis ve Mimar Odaları
Birliği (TMMOB) tarafından veriliyor oluşudur. Kuşkusuz çok daha üzücü olan,
işçi sendikalarının bu konuda neredeyse hiçbir ciddi çaba içinde
olmayışlarıdır. Son olarak Türkiye’de hala dünyanın birçok ülkesindeki 4 yıllık
İşyeri Hekimliği Uzmanlığı eğitiminin bulunmadığı, Türkiye’de işyeri
hekimlerinin sadece bu alanın kısaca tanıtımının yapılabildiği sertifika
programlarıyla eğitildiğini, aynı şekilde dünyanın birçok ülkesinde 4 yıllık
lisans eğitimiyle kazanılan İş Güvenliği Uzmanlığı’nın işyeri hekimliğindeki
gibi alanın kısaca tanıtımının yapılabildiği sertifika programlarıyla
edinildiğini söylemek gerekir. Uzun sözün kısası Türkiye’nin iş kazalarında
ölümlerde dünya ölçeğinde şampiyon oluşu tesadüf değildir.
İşte Gürkan Emre Gürcanlı’nın geçtiğimiz günlerde yayınlanan İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin
Öyküsü: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliğine Sınıfsal Bir Bakış başlıklı kitap,
Türkiye’deki çölleşmiş bu ortamda bir vaha gibi duruyor.
Gürcanlı kitabının ilk bölümünde işçi
sağlığı ve iş güvenliğinin genel bir görünümünü sunuyor. Tarihsel süreçler
içinde işçi sağlığı ve iş güvenliği politikalarının gelişimini aktararak, bu
politikaların belirlenmesinde sınıf mücadelesinin rolünü vurguluyor. Tarih
boyunca kayda geçmiş önemli iş kazalarının bir bilançosunu veren Gürcanlı,
dünyanın birçok ülkesinden örneklerle anlatımını zenginleştiriyor.
İkinci bölüm iş kazalarına (ya da
yazarın vurgusuyla cinayetlerine)
ayrılmış. Bu bölümde kaza kavramını oldukça ayrıntılı ve derinlikli bir şekilde
irdeleyen yazar, mevcut kaza nedensellik teorilerinin de eleştirisini yapıyor. İş
kazası olgusunda süreçlerin nasıl egemen sınıfların talepleri doğrultusunda
düzenlendiğini yine canlı örneklerle sergileyen yazar, iş kazaları sorununun
aslında teknik bir sorun olmadığını, dolayısıyla teknik tedbirlerle
çözülemeyeceğini, bir iktidar sorunu
olduğunu çok net ortaya koyuyor.
Üçüncü bölüm meslek hastalıklarına
ayrılmış. Bu bölümün iş kazalarının irdelendiği bölüme göre oldukça eksik
kalmış olduğunu belirtmek gerekir. Mesleki ölümler içinde meslek hastalıklarına
bağlı ölümlerin, iş kazalarına bağlı ölümlerin altı katı olduğu göz önüne
alındığında, bu alanın da en az iş kazaları kadar derinlikli bir irdelemeyi hak ettiğini söylemek abartı olmaz. Ancak
Gürcanlı bu bölümde sorunun çok önemli bir boyutunu yakalamış: işçiler ve sendikalar
ne yazık ki meslek hastalıklarına yakalanmamayı değil, yakalandıktan sonra
uğradıkları zararların tazmin edilmesini öne çıkartıyorlar. Bunun değişmesi
gerek.
Dördüncü bölümde Sovyetler Birliği’nde
işçi sağlığı ve iş güvenliğine yaklaşım aktarılmış. Yazarın da belirttiği gibi
maalesef bu konuda ülkemizde inanılmaz bir kısırlık söz konusu. İşçi sınıfının
iktidarda olduğu coğrafyalarda işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin
uygulamalar konusunda hemen hiç bilgimiz olmayışı büyük bir utanç kaynağı
olmalı. Bu zengin deneyimlerin bir an önce gün ışığına çıkartılması ve Türkiye
işçi sınıfının hizmetine sunulması gerekiyor.
Kitabın son bölümleri, çoğu
sosyalizmin çözülmesiyle birlikte ortaya çıkan sermaye lehine
kuralsızlaştırmaları (taşeronlaşma vb), yeni dünya düzeniyle birlikte yaygınlaşan
pratikleri ve bunların işçi sağlığı ve güvenliği üzerine olumsuz etkilerini
anlatıyor. Yine yakın zamanlarda gazete manşetlerine çıkan tanıdık olaylardan
örnekler verilerek zenginleştirilen bu bölümlerde yazar sorunların çözümü için
önerilerini de sunuyor.
Gürcanlı’nın kitabının akademinin Türkiye’nin
en önemli sorunları arasında ilk sıralarda yer alan işçi sağlığı ve iş
güvenliği sorunlarını hak ettiği ciddiyetle ele almaya başladığının bir
göstergesi olduğuna inanmak istiyoruz. Bu değerli kitabın yazarı genç
akademisyen arkadaşımızı da bu alana sınıf
bakışı getirdiği için kutluyor, toplumcu tıbba daha geniş katkılarını
beklediğimizi altını çizerek belirtmek istiyoruz.
Akif Akalın
Gürkan Emre Gürcanlı
İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir
Cinayetin Öyküsü: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliğine Sınıfsal Bir Bakış. Ocak 2014. Yazılama Yayınevi: 84, Teorik Bakış:
16
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder