20. yüzyılın son çeyreğinde sermaye saldırıları karşısında
gerileyen emek mücadelesi, 21. yüzyılın ikinci on yılına girerken yaşamın bütün
alanlarında olduğu gibi tıp alanında da bir toparlanma ve yenilenme sürecine
girmiştir. Daha birkaç yıl öncesine kadar saygın dergilerde ve kitapçıların raflarında
toplumcu tıp alanında dişe dokunur bir çalışma bulabilmek için çırpındığımız
günlerden, bugün literatürü izleyebilmekte zorlandığımız bir sürece erişmiş
bulunuyoruz. Ng ve Muntaner’in geçtiğimiz aylarda yayınlanan makalesi de
günümüz toplumcu tıbbına ışık tutuyor, geleceğe yol gösteriyor*.
Kanada’dan Edwin Ng ve Carles
Muntaner Ocak ayında (2014) yayınlanan makalelerinde, makrososyal
epidemiyolojinin bilimsel gerçekçilik ve sosyal çatışma kuramlarıyla/yaklaşımlarıyla
nasıl güçlendirilebileceğini tartışıyorlar. Makrososyal epidemiyolojinin
bilimsel gerçekçilikle güçlendirilmesi, sağlığa ilişkin sonuçları tetikleyen
toplumsal mekanizmaların özgül bağlamlarını tanımlamayı sağlayarak, makrososyal
etmenlerin, süreçlerin ve kurumların toplum sağlığına nasıl ve neden
bağlı olduğuna ilişkin daha derinlikli bir kavrayış geliştirmemizi sağlıyor. Makrososyal
epidemiyolojinin sosyal çatışma kuramı merceğinden değerlendirilmesi ise
toplumsal yapıları eşitsizlik üreten mekanizmalar olarak görmemize
(değerlendirmemize) yardımcı olarak halk sağlığı çabalarının sosyal değişime
yönelmesine, örneğin eşitsizlikçi politik, ekonomik ve kültürel ilişkilere
yönelik eylemlere zemin oluşturuyor.
Yirmibirinci yüzyılda toplumcu tıbbın
küllerinden dirilmesinde en büyük etmen, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ), Dünya
Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) hegemonyası altına girmesiyle birlikte
2000 Yılında Herkese Sağlık stratejisinin terk edilmesi ve sağlıkta neoliberal
politikaların benimsenmesi sonucu sağlıkta artık gizlenemez hale gelen
yıkımdır. DSÖ’nün sağlık sorunlarında mağduru suçlayan bireysel risk faktörleri
yaklaşımının iflas etmesiyle birlikte gözler yeniden sağlığın toplumsal
belirleyicilerine çevrilmiş, fakat bu bağlamda makrososyal faktörler yerine
ikinci dereceden faktörlere (gelir, eğitim vb) odaklanılması, sağlığın
toplumsal belirleyicileri yaklaşımının kısırlaşmasına yol açmıştır. Oysa
makro-düzeyde faktörler, süreçler ve kurumlar örneğin küreselleşme, politik
ekonomi ve makroekonomi ele alınmadan, salt eğitim düzeyi, gelir, sosyal
konum gibi orta-düzey faktörlerle sağlığın toplumsal belirleyiciliğini ortaya
koyabilmek olanaksızdır.
Önlenebilir ölümlerin azaltılması ve
hastalıkların hafifletilmesi amacıyla bilgi üretebilmek için orta-düzey faktörlere
odaklanmak yeterli değildir. Bunların da belirleyicileri olan makro-düzey
belirleyicileri ele almadan ve toplumsal yapıların nasıl sağlıkta eşitsizlikler
ürettiğini tartışmadan sonuç alıcı eylemler geliştirmek olanaksızdır.
Makro-düzeyde olgular ile toplum sağlığı arasındaki ilişkileri anlamak için
gerekli yeni bilgi ve becerilerin geliştirilmesi gereklidir. Bu gereklilik
hekimlerin, toplum içinde bazı grupların politik, ekonomik ve kültürel
kazanımlar elde etmek için diğerlerini nasıl egemenlikleri altına alabildikleri
ve sömürebildiklerini açıklayan toplumbilimsel kuramları öğrenmelerini şart
koşmaktadır. Çünkü erken ölümlerin ve hastalıkların kökenleri bu ilişkilerde
gizlidir ve bu düzeyde eylemler yapılmadan sorunların üstesinden gelinebilmesi
olanaksızdır.
Bilimsel gerçekçilik
Bilimsel gerçekçilik yaklaşımı, özgül
bağlamlar, nedensel mekanizmalar ve sağlık sonuçları arasındaki desenleri
tanımlamak için makrososyal epidemiyolojiye uygulanan felsefi bir yaklaşımdır. Sosyal
epidemiyologların benimsediği diğer ana yaklaşımlar pragmatizm, ampirisizm
(pozitivizm), rasyonalizmdir. Epidemiyologlar dünyayı bu yaklaşımlar içinde
anlar ve anlamlandırırlar. Örneğin pragmatistler için “ırk” diye bir değişkenin
gerçekten var olup olmadığı çok önemli değildir; eğer “ırk” değişkenini
kullanarak bazı sağlık olaylarını açıklayabiliyorlarsa, bu değişkeni
kullanmakta sakınca görmezler. Oysa bilim, insanlar için tek bir ırk olduğunu,
deri renkleri üzerinden diğer türlerde olduğu gibi ırk sınıflamalarına
gidilmesinin mümkün olmadığını uzun yıllar önce kanıtlamıştır.
Herhangi bir sağlık durumunun deri
rengi diğerlerinden biraz daha açık veya koyu diye bir toplumda yoğunlaşması
bilimsel olarak mümkün değildir. Diğer yandan “ırk” değişkeni toplumlar içinde
sağlıkta eşitsizlikleri üreten mekanizmalar (önyargılar, stigmalar, faşizm vs) olarak
işlev görmektedir. Yine ampirisist epidemiyologlar da pragmatikler gibi sağlık
ile biyolojik özellikler arasında ilişkiler aramayı yüceltirler. Rasyonalistler
ise çoğu kez ampirisistler gibi savlarını destekleyecek deliller bulmaya dahi
zahmet etmeden, a priori yargılar üzerinden akıl yürütmelere giderler.
Bilimsel gerçekçi epidemiyologlar
ise, diğerlerinden farklı olarak değişkenlerin bilimselliğini sorgularlar.
Örneğin bilimsel gerçekçiler için “ırk” biyolojik değil “toplumsal” bir
kategoridir. Bir toplum içinde yaşayan deri rengi faklı insanlarda belli bir
sağlık sorununun yoğunlaşması biyolojik değil, toplumsal kökenlidir; bu
insanlar derilerinin rengi daha açık veya koyu olduğundan toplum içinde ayrımcılığa
maruz kalabilmekte ve bunun sonucu belli sağlık sorunlarını daha yoğun
yaşayabilmektedirler.
Bu iki temel yaklaşım arasındaki fark
toplum sağlığı bakımından çok kritiktir: Eğer belli bir sağlık sorununu biyolojiniz
nedeniyle yaşıyorsanız, bu bir anlamda sizin kaderinizdir ve sorunun
çözümü için genetik veya moleküler düzeyde yaklaşımlar öne çıkar. Oysa bu
sorunu yaşamanızın nedeni toplum içinde uğradığınız ayrımcılık ise, bu durumda salt
“tıbbi” yaklaşımlarla yetinmek sorunun çözümünde asla yeterli olmayacaktır ve toplumsal
tedbirler öne çıkacaktır.
Sonuç olarak bilimsel gerçekçi
yaklaşım, epidemiyologların sağlığın makrososyal belirleyicilerinin toplumların
sağlık düzeylerini nasıl, neden ve hangi koşullarda iyileştirdiğini veya
kötüleştirdiğini derinlikli olarak anlamalarına yardımcı olur.
Sosyal çatışma
Sosyal çatışma toplumun tek tek
bireylerden oluşan homojen bir toplam değil, eşitsizlik, gerilim ve çatışmayla
karakterli karmaşık bir sitem olduğu düşüncesine dayalı toplumbilimsel bir
paradigmadır. Bu özelliklerin toplum sağlığını etkileyebilecek çeşitli
toplumsal değişim biçimlerini (grevler, politik hareketler vb) tetikleyebilme
potansiyeli vardır. Bu paradigmayı rehber alan epidemiyologlar toplumsal sınıf,
etnisite ve cinsiyet temelindeki eşitsiz güç ilişkilerinin nasıl kaynakların
eşitsiz dağılımına neden olduğunu incelerler. Üretim araçlarının özel mülkiyetinin,
dışlayıcı eğitimsel mekanizmaların ve zenginliğin kuşaktan kuşağa aktarımının nasıl
daha baştan insanlar arasında sosyoekonomik eşitsizlikler yarattığını ve
bunların bir arada nasıl haksız ve kaçınılabilir sağlık sonuçlarına neden
olduklarını tartışırlar. En önemlisi bu paradigma, toplum sağlığı
araştırmacılarının önemli makro-düzey ilişkileri tanımlamanın ötesine
geçmelerini sağlar. Sağlıktaki eşitsizliklerin, ancak toplumdaki eşitsizlikler
giderilerek giderilebileceği anlayışı güçlenir ve bilimsel bir niteliğe
bürünür.
Günümüzde epidemiyologların en önemli
handikapı mevcut toplumsal düzeni bir veri kabul ederek, bu düzen içinde
maniplasyonlarla ilerleme çabasıdır. Bu durumda sağlıkta eşitsizliklerin temel
kaynağı olarak görülen sosyo-ekonomik konum bir kader olarak görülür. Bu
durumda bir toplumda zenginler ve yoksulların var olması kaçınılmazdır (“doğaldır”)
ve sağlıkta eşitsizlikleri azaltmak için yapılabilecekler,
aradaki uçurumu azaltmakla sınırlıdır. Eşitsizliklerin politik, ekonomik ve
kültürel temellerinin göz ardı edilmesi, statükonun veri alınması, güç
ilişkilerinin önemsenmemesi, nedenlerin nedenlerine gitmek yerine orta-düzey
faktörlerin (örneğin gelir) makro-düzey faktörler (örneğin özel mülkiyet) gibi
gösterilmeye çalışılması, halk sağlığı müdahalelerinin ölü doğmasına neden
olmaktadır. Toplumsal değişim yerine kısmi iyileştirmeler peşinde koşmak,
kaynakların boşa harcanmasına, çabaların boşa gitmesine, aktivistlerin morallerinin
bozulmasına yol açmaktadır.
Günümüzde sağlığın toplumsal belirleyicilerine
ilişkin çalışmalar üzerine büyük ölçüde pozitivist yaklaşımların gölgesi
düşmüştür. Bu yaklaşımlar toplumsal belirleyicilerin sağlığı nasıl
belirlediğini açıklamak yerine, kara-kutu (black-box) tanımlamalar üretmekle
yetinmektedirler. DSÖ tarafından oluşturulan Sağlığın Toplumsal
Belirleyicileri Komisyonu’nun çalışmaları esas olarak bu çerçevede
değerlendirilmelidir (1). Yine Michael Marmot’nun ve Richard Wilkinson’ın
ekibiyle birlikte yürüttüğü çalışmalar ve kaleme aldığı kitaplar (2), hemen
tamamen pozitivist bir yaklaşım sergilemektedir.
Kara-kutu tanımlar sıklıkla
istatistiksel modeller olarak sergilenmektedir ve açıklayıcı mekanizmalar
regresyon katsayıları olarak anlaşılmaktadır. Bu katsayılar makrososyal
belirleyicilerin nedensellikleri olarak sunulmaktadır. Örneğin ihracat, çok
uluslu şirketler ve uluslararası mali kuruluşlar gibi küreselleşme belirteçleri
yüksek bebek ölüm hızları için öngördürücü olarak gösterilmektedir. Ancak bilimsel
gerçekçi bir perspektiften bakıldığında analitik hedef, regresyon
modellerini uygulamaktan ve yorumlamaktan çok daha karmaşıktır; bilimsel
gerçekçi yaklaşım makro-düzey sağlık ilişkilerini üreten mekanizmaları tanımlamayı
amaçlar. Böylece sadece sağlık olaylarını gözlemek ve açıklamaya
çalışmak yerine, gözlemlerimizin neden gözlendiğini anlamaya çalışır.
Bu mantık makrososyal epidemiyolojiye
uygulandığında makrososyal belirleyicilerin toplum sağlığı ile nasıl ve neden
bağlı olduğunu açıklayan olayları üreten mekanizmalar tanımlanır. Bilimsel
gerçekçi yaklaşımın sorunu şudur: makrososyal güçler, süreçler ve kurumlar toplum
sağlığını nasıl ve neden iyileştirir veya kötüleştirir, sağlıkta eşitsizlikleri
nasıl ve neden arttırır veya azaltır ve bunlar hangi politik, ekonomik ve
kültürel bağlamlarda gerçekleşir?
Kara-kutu yaklaşım özünde ampirisist
bir yaklaşımdır ve amacı bağımsız değişkenler ile sağlık çıktıları arasındaki
olası bağlantıları tanımlamak, bağlantıların sistematik olarak yönünü, gücünü
ve önemini sınamak ve diğer öngördürücüler sabit tutulduğunda, makrososyal
(bağımsız) değişkenlerden biri değiştirildiğinde sağlık çıktısının ne ölçüde
değiştiğini belirlemektir.
Mekanizma temelli (bilimsel gerçekçi)
yaklaşım ise bağımsız değişkenler ile sağlık çıktıları arasındaki ilişkileri
bağlam ve mekanizmalara gerçekçi bir odaklanma ile inceler. Bağlamlardan kasıt
sağlığın makro-düzey belirleyicilerinin kavrandığı ve üretici mekanizmaların
toplum sağlığını etkilemek üzere tetiklendiği özgül özellikler ve ortamlardır.
Bağlamsal yaklaşım makrososyal güçlerin, süreçlerin ve kurumların sağlık
çıktılarını “kim için” (hangi toplumsal sınıflar / kesimler için) ve “hangi
koşullar altında” şekillendirdiği ve etkilediği sorularına yanıt arar.
Mekanizmalar ise toplum sağlığı
çıktılarını üreten makrososyal belirleyicilerin neler olduğunu tanımlar.
Burada kilit düşünce, makro-düzey faktörlerin sağlığın somut nedenleri olmadığıdır.
Daha doğrusu makrososyal belirleyiciler ya sağlığı iyileştiren / kötüleştiren
veya sağlıkta eşitsizlikleri arttıran / azaltan kaynakları sağlarlar veya bu
kaynaklardan yoksun bırakırlar.
Mekanizmaların sıklıkla gözlenemez ve
bu nedenle ölçülemez olmaları nedeniyle, bilimsel gerçekçiliği kullanan
epidemiyologların başlıca üç ödevi vardır:
- Sağlığın makrososyal
belirleyicilerinin içsel işleyişini tanımlamak
- Üretici kuramlar inşa etmek
- Makrososyal belirleyicilerin
toplum sağlığına neden ve nasıl nedensel olarak bağlı olduğuna ilişkin kuram
ve veri tabanlı ifade dizileri üretmek.
Bilimsel gerçekçilik ile burjuva “sosyal
devlet”, sosyal sorumluluk ve hayır işleri (sadaka) yaklaşımları arasındaki
farkların belirginleştirilmesi önemlidir. Bu noktada en önemli fark, bilimsel
gerçekçi yaklaşımın bağımsız değişkenler ve sağlık sonuçları arasındaki
ilişkiyi bağlamlar içinde ele alması ve bağlamları her zaman öne
çıkartmasıdır. Mekanizmaların işleyişinde belirleyici olanın bağlamlar olması
nedeniyle, toplum sağlığının politik, ekonomik ve kültürel bağlamları kuramlar
içinde merkezi bir yere sahiptir.
Birçok araştırmada, bir ülkenin
rejiminin demokratik veya otoriter oluşunun toplum sağlığı bakımından çok
önemli olduğu ortaya konmuştur. Yine daha eşitlikçi politikaları benimseyen
ülkelerde toplumun sağlık düzeyinin, diğerlerine göre daha iyi olduğu birçok
araştırmada gösterilmiştir. Toplum sağlığı bakımından bir ülkede emekçilerin
örgütlülüğü, bilinç düzeyi ve mücadelesinin çok önemli olduğu birçok yazar
tarafından iyi belgelenmiştir.
Ekonomik bağlamların toplum sağlığı
üzerine etkileri, bir ülkede izlenen ekonomik politikalarla sağlık arasındaki
ilişkilerde açıkça görülebilir. Neoliberal ekonomik politikaların izlendiği
ülkelerde sağlık alanında gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları ile
toplumun sağlık göstergelerinin bozulması arasındaki ilişkiler zaman zaman bu
politikaların küresel ölçekte yürütücüleri olan Dünya Bankası gibi kurumların
yayınlarında dahi görülmektedir.
Kültürel bağlamların sağlık üzerine
etkileri ise toplumsal normlar, toplumculuk karşısında bireycilik, popülizm
karşısında elitizm gibi kültürel desenler ile sağlık düzeyleri arasındaki
ilişkilerde kendisini göstermektedir. Birçok araştırmacı toplum içindeki
bağlılık / dayanışma düzeyi ile sağlık arasındaki ilişkileri göstermişlerdir.
Bilimsel gerçekçi yaklaşımda bağımsız
değişkenler, nedenselliği açıklamakta temel ögeler değildir. Bilimsel
gerçekçi yaklaşım bir ülkede sosyal devlet uygulamalarını (örneğin sağlık
hizmetlerinin sosyalleştirilmesi) sağlığın makrososyal belirleyicileri arasında
görmez. Kamusal harcamalar, sosyal devlet uygulamalarının sağlık sonuçlarını
nasıl ve neden şekillendirdiğini açıklamakta yetersizdir. Bu harcamalar farklı
bağlamlarda çok farklı mekanizmalar üzerinden işgörebilir ve çok farklı sağlık
sonuçları ortaya çıkabilir.
Nitekim İngiltere’de yapılan birçok
çalışma, işçi sınıfı ve emekçilerin sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesinden
fayda görmesine rağmen, İngiltere’de sağlıkta eşitsizliklerin azalmadığını,
aksine sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesinden sonra geçen 20 yılda bu
eşitsizliklerin geçmişe göre 3 kat arttığını ortaya koymuştur. 1980’li yıllarda
yayınlanan Black Raporu kralın çıplak olduğunu göstermekle
kalmamış, eşitsizliklerin toplumun politik ekonomik düzeni içindeki
kaynaklarına dokunmadan sosyalleştirme uygulamasının sağlıkta eşitlik
sağlanmasına hizmet edemeyeceğini göstermiştir (3). Oysa sosyalist
ülkelerdeki sosyalleştirme uygulamaları tarihte olduğu gibi bugün Küba’da da
sağlık alanında çok büyük başarılara imza atmayı sürdürmektedir.
Bilimsel gerçekçilik makrososyal
faktörlerin sağlık etkilerinin anlaşılmasında tek bir değişkene dayanmayı
reddetmektedir. Bunun yerine birçok değişkenin yaşam boyu süren etkilerinin
sağlık üzerinde çoklu etkiler yaptığını savunmaktadır. Birçok makrososyal
çalışmanın odağında hastalıklara özgü çıktılara odaklanılmasına karşın, yaşam
sürecinin farklı aşamalarında çıktıları değerlendiren çalışmalar izlenen politikaların
yaşam sürecinin her bir aşamasında farklı çıktılar yaratabildiğini
göstermektedir: çocukluk çağında (bebek ölümleri, düşük doğum ağırlığı),
ergenlik döneminde, çalışma çağında ve emeklilikte sağlık çıktıları farklı
desenler izleyebilmektedir. Sağlık sistemi çoğu zaman çalışan nüfusu emeklilere
göre kayırabilmekte, toplumsal cinsiyetler arasında ayrımcılık yapabilmekte ve
salt bu nedenlerle dahi aynı değişken çok farklı sağlık sonuçlarıyla
ilişkilendirilebilmektedir.
Bilimsel gerçekçilik makrososyal
epidemiyolojide bağlam – mekanizma – çıktı desenlerini tanımlayarak, toplumcu
tıbbın önünü açmaktadır: Makro-düzey faktörlerin, süreçlerin ve kurumların toplum
sağlığı ve sağlıkta eşitsizlikler üzerinde, belirli koşullar altında, eşitsiz güç
ilişkileri üreten ve yeniden üreten kilit mekanizmaları nasıl tetiklediğini,
onayladığını, haklı çıkarttığını anlamamızı sağlamaktadır. Oysa pozitivizm
yalnızca makro-düzey faktörler, süreçler ve kurumlar ile toplum sağlığı ve
sağlıkta eşitsizlikler arasındaki ilişkileri sergilemekle yetinmekte, eşitsiz güç
ilişkileri üreten ve yeniden üreten kilit mekanizmaların belli koşullar altında
nasıl tetiklendiğini, onaylandığını, haklı çıkartıldığını görmezden
gelmektedir.
Ana akım halk sağlıkçıların ve tıp
alanında araştırma yapan bilim insanlarının en büyük handikabı, içinde
yaşadıkları toplumsal düzeni veri almalarıdır. Bu durumda amaç ampirik veriler
toplamak, makro-düzey desenleri tanımlamak ve kademeli öneriler getirmekle
sınırlı kalmaktadır. Sonuçta bu tür
çalışmalar hedef kitlesi akademisyenlerle sınırlı kalan, esas olarak mesleki
çıkarlara (kariyer) hizmet eden ve doğaları gereği yapısal-işlevsel kuramlara
dayanan çalışmalar olmaktadır. Toplumu, toplumsal yapıların üretkenliği ve
düzeni sağlamak için birlikte çalıştığı karmaşık bir sistem olarak gören
yaklaşımların benimsenmesi, araştırmacıları gerçeklikten ve toplumun gerçek
sorunlarından uzaklaştırmaktadır. Sonuçta ortaya halk/toplum adına yapıldığı
iddia edilen fakat en iyi olasılıkla ancak nesnelliği yorumlayabilen devasa bir
literatür çıkmaktadır. Oysa esas olan yorumlamanın ötesine geçerek değiştirmektir.
Bu durumun başta gelen nedeni,
araştırmacıların sosyal çatışmayı ve dolayısıyla toplum içindeki sosyal
çatışmanın sağlık üzerine etkilerini göz ardı etmeleridir. Toplumların çalışma
ve yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik evrensel programlar yoluyla toplumun
sağlığını iyileştirmeyi amaçlamayan, belli toplumsal gruplara (çocuklar,
kadınlar, engelliler vb) özgü sınırlı programlar ve hizmetler çoğu kez sahte
başarılarla sonuçlanmakta, uzun vadede genellikle başlangıç noktasına geri
dönülmektedir. Eşitsizlikleri yaratan ve yeniden üreten mevcut toplumsal yapı
ve ilişkileri (üretim araçları üzerinde özel mülkiyet, sömürü vb) değiştirmeyi
öngörmeyen politika önerileri aslında
politika olarak dahi kabul edilmemelidir.
Toplum sağlığına eleştirel
bir anlayışla yaklaşabilmek için sağlığın makrososyal belirleyicileri
kavrayışının sosyal çatışma düşüncesini taşıması gerekir. Bu yaklaşımda
vurgu toplumsal yapıların veya toplumsal davranışın göreli sabit desenlerinin,
farklı sosyal çatışma biçimlerini nasıl ürettiği ve yeniden ürettiği üzerine
yapılır. Bu sosyal çatışma biçimleri eşitsiz politik, ekonomik ve kültürel
ilişkilere yol açmakta ve dolayısıyla sağlıkta eşitsizlikler üretmektedir.
Burada kritik olan, bu
toplumsal yapılardan ve sosyal çatışmalardan toplumun büyük çoğunluğu zarar
görürken, toplumun bazı kesimlerinin yarar sağlamasıdır. Toplum içindeki
varlıklı kesimler, sermaye sahipleri, erkekler ve bedensel-ruhsal engeli
olmayanlar vb. mevcut yapılardan fayda sağlarken, yoksul kesimler, emekçiler,
kadınlar ve engelliler vb. zarar görmektedirler. Dahası toplum içinde küçük bir
azınlığın sağladığı fayda, her zaman toplumun büyük çoğunluğunun yaşamsal
çıkarları pahasına olmaktadır. Makrososyal epidemiyolojinin toplumu bu
özellikleriyle kavrayabilmek için eşitsizliklerin toplumsal desenlerini ele
almak üzere çalışmalarının odağına toplumsal değişim gereksinimini alan
eleştirel
sosyolojinin temel ilkelerinden ve öğretilerinden yararlanması şarttır.
Böylece araştırmalar yalnızca hangi makrososyal belirleyicilerin riskleri ve
sağlıksızlıkları etkilediğini belirlemekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal
değişimin makro-düzey belirleyicilerin doğasını nasıl etkileyebileceğine
ilişkin rehberlik de edebilir.
Araştırmacıların
araştırmalarında sosyal çatışma yaklaşımını kullanabilmek için işe bazı sorular
sorarak başlamaları gerekir:
·
Ekonomik, toplumsal cinsiyet ve etnik eşitsizliklerinin ana
makrososyal belirleyicileri nelerdir ve bu eşitsiz güç ilişkileri sağlığı nasıl
etkilerler?
·
Makro-düzey güçler, süreçler ve kurumlar zaman ve mekan
bağlamında sağlıkta eşitsizlikleri nasıl üretirler?
·
Daha güçlü ve daha sağlıklı kesimler imtiyazlarını ve
sağlıklarını nasıl koruyorlar?
·
Güçsüzler ve sağlıksız kesimler sağlıklarını iyileştirmek
için statükoya nasıl meydan okuyabilirler?
Bu sorular doğaları gereği
değer-yüklü olduklarından, sosyal adalete inanan makrososyal epidemiyologlar
sağlıkta eşitsizliklerin varlığını belgelemekle mi yetineceklerine, yoksa
epidemiyolojik araştırmayı toplumsal yapıların nasıl işlediğini, eşitsizlikler
yarattığını ve toplum düzeyinde sağlığı belirlediğini öğrenmek için mi
kullanacaklarına karar vermelidirler. Makrososyal epidemiyolojiye sosyal
çatışmanın uygulanması, sınıf ayrımcılığı (classism), seksizm, ırkçılık,
heteroseksizm, yaş ayrımcılığı (ageism), engelli ayrımcılığı (ableism) gibi
mekanizmaların kavranmasını gerektirir. Ancak bu şekilde neden güce sahip
olanların daha sağlıklı ve güçsüzlerin daha sağlıksız oldukları anlaşılabilir.
Aynı mantığın küresel ölçekte sağlığa uygulanması, emeğin uluslararası
işbölümü, silahlı çatışmalar, sermaye birikimi süreçleri ve sömürü gibi küresel
ölçekte dinamiklerin sağlık bakımından incelenmesine olanak sağlar.
Bu yaklaşım araştırmacılara sağlığı
iyileştirmek için toplumun nasıl değiştirilmesi gerektiğinin yollarını (baskı
altındaki gruplara/ülkelere yardım, koruma ve güçlendirme) gösterir. Ancak bu
yaklaşım aynı zamanda, araştırmacıların “tarafsız” kalarak “değerlerden
arınmış” bilgi üretmelerini öngören Weberci yaklaşımların da reddini
gerektirir. Araştırmacı ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, baskı yapan ve
baskı altındaki insanların arasındaki mücadelede taraf olmak zorundadır.
Ana akım epidemiyologlar politika
(örneğin eşitlikçi ve sosyal adaletçi politikaların desteklenmesi), ekonomi
(örneğin toplu sözleşme hakkının savunulması, çalışma yaşamında demokrasi,
neoliberal politikalara karşı durulması) ve kültür (örneğin ayrımcılığa karşı
çıkılması) alanlarında açık konum almaya karşı çıkabilirler. Bunları politik
bulabilir ve araştırmacının politikadan uzak durması gerektiğini
savunabilirler. Oysa Virchow’un dediği gibi tıp bir sosyal bilimdir ve
politika geniş ölçekte tıptan başka bir şey değildir.
Her şeyden önce sağlığın makrososyal
belirleyicileri üzerine araştırma, doğası gereği politiktir, çünkü açık veya
örtük olarak sonuçta sağlıkta iyileşme sağlamak için bir toplumsal değişim
önerir. Sağlık için kaynak ayrılmasından, bu kaynakların nereye ve nasıl
kullanılacağına kadar bütün konular ve bu konularda alınacak kararlar
politiktir. Araştırmacı istediği kadar “tarafsız” olduğunu iddia etsin, eğer
önerdiği politika toplumun bir kesimini diğerine göre kayırıyorsa apaçık
politika yapmaktadır. Bu noktada çoğu kez “politika yapmamayı” savunmak, güçlü
olanların yanında olmak, güçlülerden yana politika yapmaktır.
Öte yandan eşitsiz ilişkilerden
kaynaklanan sağlıkta eşitsizlikleri azaltmaya veya ortadan kaldırmaya çalışmak
araştırmacıyı ister istemez eşitsiz ilişkilerin güçlü tarafında yer alanların
karşısında durmaya zorlamaktadır. Bu aynı zamanda araştırmacı için etik bir
yükümlülüktür.
Uygulamada sosyal çatışma
paradigmasını makrososyal epidemiyolojiye etkin olarak uygulayabilmenin birkaç
yöntemi vardır. Bunlar arasında aşağıdaki değer yargıları, anlayış değişimi ve
yöntemsel uyarlamalar öne çıkar:
Bir halk sağlığı tahayyülünün beslenmesi
20. yüzyılın önemli düşünürleri
arasında yer alan Mills, sosyolojik tahayyülün insanların
dünyayı anlamasında ve anlamlandırmasındaki önemine vurgu yapmıştır.
Makrososyal epidemiyologların da aynı mantığı toplum sağlığına uygulamaları
gerekir. Halk sağlığı tahayyülü bizi makro-düzey ilişkiler hakkındaki
yaygın varsayımlar (örneğin küreselleşmenin çevre ülkelerde zenginlik yarattığı
ve sağlığı iyileştirdiği iddiası) üzerine daha derin düşünmeye sevk eder,
toplumsal yapıların ortaya koyduğu fırsatlar ile kısıtlılıkları bir arada
dikkate almamızı sağlar ve bizi yeni halk sağlığı bilgisinin katkıcısı ve
kullanıcısı olarak güçlendirir (örneğin araştırmayı toplumsal değişim için bir
araç olarak kullanabilmemize yardımcı olur).
Kişisel değerler ve halk sağlığı araştırmasının ayrı
tutulması gerektiği yolundaki sanıya meydan okuma
Sözümona “değerlerden-arınmış” halk
sağlığı araştırmalarının sağlıkta eşitsizlikleri resmettiğini savunan makrososyal
epidemiyologların, gerçekten halk sağlığı araştırması yapabilmek için sosyal
adalet, eşitlik ve dayanışma gibi sağlığı teşvik eden değerleri benimsemeleri
zorunludur. Kimilerinin iddia ettiği gibi bu değerler ne yazık ki insanlığın
ortak değerleri değillerdir. Aksine sosyal adaleti, eşitliği ve
dayanışmayı benimsemek ve savunmak araştırmacının tarafsızlığını değil, işçi
sınıfı ve emekçilerden yana taraf olduğunu gösterir. Araştırmacı ancak bu
değerleri mesleki bir yükümlülük olarak benimseyerek, sağlıkta toplumsal yokuş
(social gradients) eğrilerinin ötesine geçebilir. Aksi halde bu yokuşların kader
gibi görülmeye başlanması tehlikesi vardır. Oysa değer-yüklü çözümler (örneğin
işyerinde demokrasinin savunulması, işçi sınıfının örgütlenmesi ve sınıf
bilincine ulaşması vb) bize bu yokuşların düzleştirilmesinin yollarını
gösterecektir.
Toplumsal yapıları eşitsizlik üreten mekanizmalar olarak kavramak
Refah devletleri ve ekonomik
sistemler gibi toplumsal yapıları düzeni teşvik etmek üzere birlikte çalışan
durağan ögeler olarak görmek yerine toplumsal yapıların nasıl bazı insanlar
pahasına diğerlerini kayırdığının araştırılması gerekir. Bu araştırmalar refah
devleti uygulamalarının ve kapitalist ilişkilerin nasıl politik, ekonomik ve
kültürel kaynakların eşitsiz dağılımına neden olduğunu ve dolayısıyla sağlıkta
eşitsizlikler ürettiğini daha derinlemesine anlamamızı sağlayacaklardır.
Dahası, bu araştırmalar sayesinde toplum sağlığının göreli doğasını daha iyi
tanıyabiliriz: egemenlerin daha sağlıklı olmalarının nedeni kısmen sahip
oldukları imtiyazlarını korumaları, baskı altında tuttukları insanların kısıtlı
kaynaklara / fırsatlara erişimlerine engel olmaları ve statükonun
sürdürülmesini sağlamalarıdır.
Daha çok uygulamalı halk sağlığı araştırması yapmak
Sağlığı iyileştirmek ve sağlıkta
eşitsizlikleri azaltmak üzere tasarlanan programların, politikaların ve
müdahalelerin etkinliği ve verimliliği üzerine daha çok araştırma yapılması
gereklidir. Bunun için sağlık sorunlarının doğasını tanımlayan araştırmalardan
çok, sağlık sorunlarının politik mekanizmalar ve politikalar yoluyla nasıl
çözüleceğine odaklanan uygulamalı halk sağlığı
araştırmaları yapılmalıdır. Örneğin mental sorunları olan evsiz insanlara
yardımcı olma yollarını araştırırken, bu insanların durumunu düzeltmenin ilk
adımı olarak sağlıklı barınma şartlarının sağlanması tek bir projenin eşgüdüm
içinde giden parçaları olmalıdır. Böyle bir çalışma değer-odaklı,
politika-bağıntılı ve toplumsal sorunu çözmeye adanmış uygulamalı bir
araştırmanın yürütülebilme olasılığını sergiler.
Bir halk sağlığı stratejisi olarak toplumsal değişim
savunuculuğu
Toplumsal değişim, politik, ekonomik
ve sosyal kurumların zaman içinde dönüşümüdür. Sağlıkta eşitsizlik üreten
sosyal yapılar ve halk sağlığı müdahaleleri olarak işlev gören toplumsal
değişimler arasındaki bağlantı makrososyal epidemiyolojinin çekirdek
vizyonudur. İşçiler ile işverenler arasındaki çatışmalar demokratik ülkelerde
toplumsal değişimin ana güdüleyicisidir. Toplumsal değişim ve toplumsal
hareketlerin (örneğin grevler, işçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesi, kadın hakları
hareketleri vb), toplum sağlığı ve sağlıkta eşitsizlikler üzerine etkileri göz
ardı edilmemelidir.
Özetlemek gerekirse, eleştirel
makrososyal epidemiyolojinin temel özellikleri ve görüşleri şunlardır:
·
Kuramsal paradigma: Sosyal çatışma (sınıf savaşımı)
·
Makro-düzey belirleyicilerin kavramsallaştırılması:
Makrososyal yapılar zaman içinde eşitsiz güç ilişkileri ve sosyal eşitsizlikler
yaratır
·
Bilimsel yaklaşım: Uygulamalı (araştırmanın istenen değişimi
yaratmak için kullanılması)
·
Araştırmanın odağı: Sağlıkta eşitsizliklerin ilişkisel
doğasının araştırılması
·
Hedef kitle: Politikacılar, konunun ilgili tarafları,
toplumsal gruplar
·
Değerlerin rolü: Değer-ilişkili, bağlantılı,
değerlerden-arınmış yaklaşımı reddeden
·
Politik gücün dağılımı: Güç varlıklı sınıfın elinde yoğunlaşmıştır
·
Ekonomik gücün kaynağı: Sömürüdür. Güçlü gruplar kendi ekonomik
çıkarları için güçsüz emeği kontrolü altına alır
·
Kültürel gücün işlevi: İdeolojiktir. Egemen kültürel
inanışlar, sağlıkta eşitsizlikleri haklı göstermeye çalışır
·
Toplum sağlığı stratejileri: Toplumsal değişim savunuculuğu.
Politik eylem, çalışma yaşamında demokrasi, toplumsal hareketlerin
desteklenmesi.
* Ng, E. ve Muntaner, C. (2014). A Critical Approach to Macrosocial Determinants of Population Health: Engaging Scientific Realism and Incorporating Social Conflict. Current Epidemiology Reports, 1: 27 – 37.
Dipnotlar:
1. Bu konuda oldukça iyi kaleme alınmış bir eleştiri için bkz: Escudero, JC. (2009). What is said, what is silenced, what is obscured: The Report of the Commission on the Social Determinants of Health. Social Medicine, 4(3): 183 – 185.
2. Bkz. Marmot, M. ve Wilkinson, R. (2012). Sağlığın Sosyal Belirleyicileri. İstanbul: İnsev.; Wilkinson, R. (1996). Unhealty Societies. London: Routledge; Wilkinson, R. ve Pickett, K. (2009). The Spirit Level: Why More Equal Societies Almost Always Do Better. New York: Bloomsbury Press.
3. Daha detaylı bir değerlendirme için bkz. Akalın, MA. (2013). Toplumcu Tıbba Giriş. İstanbul: Yazılama. S: 278 – 283.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder