Uyku hastalığı Türkiye’de görülmediğinden
pek tanıdığımız bir hastalık değil. Sağlıkçı olanlarımız bu hastalığı genel
kültür bağlamında bilir, fakat sınavlarda ülkemizde görülmeyen bu hastalığa
ilişkin sorular soran hoca sayısı da az değildir. soL Gazetesi’nin 2 Mayıs 2014 tarihinde yayınlanan nüshasının BİLİM
sayfasında bu hastalıkla ilgili “imzasız”, dolayısıyla soL Gazetesi’ni bağlayan
bir yazı yayınlandı: Uyku hastalığını
genlerde yenmek.
Yazı, Yale Üniversitesi Halk Sağlığı bölümünden Dr. Serap Aksoy imzası ile Science
dergisinin Nisan 2014 nüshasında yayınlanan bir makale kaynak gösterilerek
yayınlanmış. Dr. Aksoy’un bu üniversitede 146 kişilik bir araştırma ekibinin
başı olduğu belirtiliyor ve soL Gazetesi yazının sonunda araştırmacıyı “tebrik etmek gerektiğini” söylüyor.
Yazının alt manşeti aynen şöyle:
“Uyku hastalığına sebep olan
parazitin taşıyıcısı olan çeçe sineklerinin genetik haritası ortaya çıkartıldı.
Sonuçlar, Afrika’da yılda yirmi bin kişiyi etkileyen hastalığı yenmek için umut
taşıyor”. Böylece bu hastalığa bir parazitin (Tripanozoma grubundan bir
parazit) neden olduğunu ve çeçe
sineğinin de suça ortak olduğunu
anlıyoruz. Nitekim makalenin ilk cümlesi bu durumu bir kez daha vurguluyor:
“Çeçe sineği, özellikle Afrika’da insanlar ve hayvanları etkileyen ve ölümcül olan uyku hastalığının sorumlusu paraziti taşıyan bir vektör”.
Yalnızca tıpta değil, yaşamın bütün
alanlarında herhangi bir sorunun çözümü,
bu sorunun nasıl tanımlandığına
bağlıdır. Eğer sorunu doğru tanımlayamazsanız, asla çözüme giden yolu
bulamazsınız (kuşkusuz bazı tesadüfler yok değil!). Çünkü bütün olası çözüm
yolları sorunun nasıl tanımlandığına
ilişkindir. Örneğin tarihin verilere ulaşabildiğimiz en erken aşamalarında
insanlar sağlık sorunlarının nedeninin, insanların işledikleri günahlara karşı tanrılar tarafından verilen cezalar
olduğuna inandıklarından, sağlık sorunların çözümlerini adaklarda ve dualarda aradılar. Şaman hekimler, eski Mısır ve Yunan
tapınakları bu yaklaşımın ürünleridir.
Hipokrat döneminde insanlar
hastalıkların tanrısal ceza olmadığı bilincine ulaşmışlar, bunun yerine sağlığı
beden sıvılarının dengesinin
belirlediğine inanmaya başlamışlardı. Buna göre kan, balgam, sarı ve kara
safralar arasındaki dengesizlikler, insanların hastalanmalarına yol açıyordu.
Bu düşünce doğal olarak hekimleri bu dengeyi
yeniden kuracak teknikler / tedaviler aramaya itti ve örneğin kan düzeyinin
artmış olması nedeniyle geliştiğine inanılan hastalıkların tedavisi için hacamat tedavisi kullanılmaya başlandı.
Çağlar boyunca bu durum hiç
değişmedi. İnsanlar hastalıkların nedenini nerede
gördüyse, tedaviyi de orada aradılar. Ondokuzuncu yüzyılda gelişen mikrop
teorisi ve buna bağlı olarak geliştirilen antibiyotik tedavileri, yukarıdaki
sürecin çağdaş görüngüsünden başka bir şey değildir.
Tekrar makalemize dönersek, yazar(lar?)
uyku hastalığının nedeninin
Tripanozoma paraziti ve bu parazitin insanlara bulaşmasına yardım eden çeçe sineği olduğuna inandıklarından, “doğal” olarak bu
hastalığa karşı mücadelede bu “etken(ler)e”
karşı neler yapılabileceğine kafa yormuşlar. Muhtemelen Tripanozoma paraziti
kendi başına insanlara bulaşmadığı, çeçe sineği olmasa, Tripanozoma insana
bulaşmayacağından, hastalığın da ortaya çıkmayacağı mantığı üzerinden çeçe
sineğiyle mücadeleyi öne çıkartmışlar. İlk bakışta oldukça makul ve mantıklı
görünen bir yaklaşım...
Bu noktada çeçe sineğinin genom haritası üzerinden tartışma
başlıyor: “... araştırmacılar, uyku
hastalığını yenmek adına çok önemli bir adım atmış oluyor. Örneğin bu
çalışma sonucunda saptanan ve [çeçe sineğinin] süt üretimini kontrol eden tek
bir genom bölgesini susturacak kimyasal baskılayıcıların
geliştirilmesi, çeçe sineklerinin çoğalmasını durdurmakta ciddi etkiye sahip
olabilir”.
Fark ettiniz mi? Ondokuzuncu yüzyılda
doğan mikrop teorisinin, yirmibirinci yüzyılda gen(om) teorisi olarak reenkarnasyonuna tanık oluyoruz. Etkene
yönelik antibiyotik yerine, “genom
bölgesini susturacak kimyasal” öneriliyor. Yazı daha sonra bütün genom haritasını
çıkarttıklarında, çeçe sineklerinin popülasyonunu kontrol atına
alabileceklerini müjdeliyor. Bu
genleri öğrenince çeçe sineğinin mavi rengin hangi tonuna uçtuğu anlaşılıp, bu
renkte sinekliklerle avlanmaları mümkün olacakmış. Ya da sineğin kaçacağı
kokular bulunup, sineklerle mücadelede kullanılacak, hatta belki de sineğin
proteinlerine karşı üretilecek antikorlar sayesinde aşı
geliştirilebilecekmiş...
Kuşkusuz böyle bir makalenin soL Gazetesi gibi Türkiye için çok
önemli bir gazetede kendisine yer bulabilmiş olması çok üzücü ve düşündürücü. İlk satırından son satırına kadar tıpta burjuva ideolojisinin yeniden
üretilmesine ve önerdiği çözümlerle kapitalist
tıbbi sanayi komplekse hizmet eden bu makale, herhalde emekten yana bir gazetenin sayfalarına bu haliyle (şüphesiz
eleştirilmek amacıyla girebilirdi) girmemeliydi.
Toplumcu tıbbın babaları olan Engels ve Virchow, daha ondokuzuncu
yüzyılın ortalarında sağlık sorunlarının ve hastalıkların toplumsal yönüne dikkat çekmişlerdi. Hiçbir sağlık sorunu, bu
soruna diyalektik ve tarihi materyalist
bir yaklaşıma sahip olunmadan, soruna tarihsel
ve toplumsal bir bakışla yaklaşılmadan anlaşılamaz. Virchow daha
ondokuzuncu yüzyılda, bir burjuva tıp kuramı olan mikrop kuramını yerle bir etmişti. Çağın en önemli hastalığı olan
tüberkülozun bir insanda gelişebilmesi için (tüberküloz etkeninin insanda
hastalık oluşturabilmesi için) Mikobakterium
tuberkülozis denen mikrobun gerekli,
fakat yetersiz olduğunu ortaya koyan Virchow, mikrobun bireylerde hastalık
yapabilmesi için yeterli koşulların da (bireyin içinde bulunduğu olumsuz yaşam ve çalışma koşulları) olması
gerektiğini göstermişti.
Toplumcu tıp sağlık sorunlarının
nedenlerini kapitalist toplumun
örgütlenmesinde arar ve sağlık sorunlarının çözümü olarak bu toplumsal ve ekonomik koşulların
değiştirilmesini önerir. Burjuva tıbbı ise, toplumcu tıbbın tam tersine,
hastalıklara kaynaklık eden toplumsal ve ekonomik koşulları gözlerden
kaçırmaya, hastalıkların nedenlerini biyolojiye
(genlere, mikroplara, davranışlara vb) sınırlamaya ve çözümlerinde de
kesinlikle mevcut toplumsal düzene hiç dokunmadan, biyolojik müdahaleler
önermeye çalışır. Kuşkusuz önerilen bütün müdahaleler, tıbbi sanayi kompleks
için ürün anlamına gelir. Örneğin bu
makaleyi okuyan bir iş adamı/kadını
muhtemelen ellerini heyecanla ovuşturmaya başlamıştır:
- süt üretimini kontrol eden tek bir genom bölgesini susturacak kimyasal baskılayıcıların üretimi (ve kuşkusuz satışı)
- Mavi renkli sinekliklerin, sinekleri kaçıracak kokulu spreylerin üretimi (ve kuşkusuz satışı)
- Sineğin proteinlerine
karşı aşı üretimi (ve kuşkusuz
satışı)
Herhalde iş adamı/kadını olsaydım Science dergisine ve Dr. Serap Aksoy’a teşekkür eder, belki
araştırmaları için maddi desteğe gereksinim duyup duymadıklarını sorar, soL
gazetesine de müstakbel pazar için şimdiden
ücretsiz tanıtım nedeniyle gülümserdim.
Tesadüfen soL Gazetesi’nde bu yazının
yayınlanmasından bir gün sonra Toplumcu
Tıp Sayfaları blogunda Lara Jirmanus
tarafından kaleme alınan Kırsalda
başlıklı bir anı/makalenin çevirisi yayınlandı. Lara Jirmanus Venezuela’nın bir
köyünde soL Gazetesi’nde yayınlanan yazıya konu olan hastalığın bir benzerinden
bahsediyor ve “... hastalığı genellikle kerpiç evlerin toprak duvarlarında veya
sazdan çatılarında yaşayan böcekler tarafından bulaştırılır. Yoksulluk hastalık için bilinen bir risk
faktörüdür” diyor.
Gerçekten de bu hastalığın yaygın
olduğu ülkelerden epidemiyolojik veriler incelendiğinde, hastalığa toplumun barınma sorunu yaşayan en yoksul
kesimlerinin yakalandığını görüyoruz. Yani bu hastalığı yenmek için hiç çeçe sineğinin genom haritasında
kaybolmaya gerek yok, yalnızca insanların
barınma koşullarını iyileştirmek yeterli. Kuşkusuz bunu görebilmek için,
bakan kişinin diyalektik ve tarihsel maddeci bir yaklaşıma sahip olması
gerekiyor. Bu yaklaşıma sahip olmayan bir tıp fakültesi mezunu, iyi bir hekim olamaz. Olsa olsa tıbbi
sanayi komplekse bilerek veya bilmeyerek hizmet sunan bir beyaz yakalı olur.
Eminim Yale Üniversitesi’nde bu
hastalığa çare bulmak için çırpınan bu 146 kişilik ekibin çalışmalarına bugüne
kadar harcanan parayla (belki çok daha azıyla), Afrika’da bu hastalık nedeniyle
yaşamını yitiren bütün insanların barınma koşulları çoktan düzeltilmiş ve bu
ölümlerin önüne geçilmiş olurdu. Kaldı ki, Dr. Serap Aksoy’un
hayalleri gerçekleşse ve çeçe sineğinin süt üretimini baskılayacak kimyasallar,
çeçe sineğini yakalamak için en uygun renkte sineklikler, sinek kaçırıcı kokulu
spreyler ve hatta aşı üretilse bile, Afrikalı yoksullar bunları satın
alamayacaklarından hiçbir sorunu
çözmeyecektir. Bu kadar paraları olsa, zaten barınma koşullarını
iyileştirirler, sadece uyku hastalığından değil, barınmayla ilişkili daha
onlarca hastalıktan korunmuş olurlardı.
Akif Akalın
NOT: soL Gazetesi’ni gerek kişisel
görüşmelerimde, gerek soL OKUR toplantılarında bu konuda DEFALARCA uyardığım
için, eleştirimi bu yöntemle ifade etmekte bir sakınca görmedim.
KAYNAKLAR
Akalın, MA. (2013). Topumcu Tıbba
Giriş. İstanbul: Yazılama
Lara Jirmanus. (2014). Kırsalda.
Toplumcu Tıp Sayfaları. 3 Mayıs 2014.
soL Gazetesi. (2014). Uyku
Hastalığını Genlerle Yenmek. 2 Mayıs 2014. Sayfa: 13.
http://bilimsol.org/bilimsol/molekuler-biyoloji/uyku-hastaligini-genlerle-yenmek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder