Yine bir maden
faciası, yine TV’lerde uzmanlar, yine cenazeler ve yine geride kalan acılı
aileler... Bu tablo artık o bitmez tükenmez, aynı repliklerin art arda 3 – 5 kez
tekrarlandığı, geçen bölümlerden sahnelerin tekrar tekrar izlendiği “pembe
dizilere” döndü; kuşkusuz bir farkla, bizde oynanan versiyon “kömür karası”.
Korkarım toplum
iş cinayetlerine alıştırılıyor. Korkarım önümüzdeki yıllarda böyle 20 – 50 –
100 işçinin yaşamını yitireceği emek-kırımları
haber bile olmayacak veya kıyılara köşelere konacak. Korkarım ki, bugün nasıl
trafik kazaları nedeniyle ölümleri artık kanıksayıp, trafik “canavarına”
bağlayıp, yalnızca “bayramdan bayrama” konuşulan bir sorun haline getirdiysek,
yakında emek-kırımlarını da “iş kazası canavarına” bağlayıp bir kenara
bırakacağız.
Emek-kırımlarından sonra TV
ekranlarına çıkan politikacıları, “uzmanları”, meslek odalarından ve
sendikalardan temsilcileri izlediğinizde şöyle izlenim edinmeniz mümkün:
Aslında bu ülkede işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili bir mevzuat (kuşkusuz
eksiği, gediği ile), bu mevzuatı yürütmek için kamusal bir örgütlenme (kuşkusuz
yine eksiklerle) ve mevzuatı yaşama geçirmek için ilgili kişi ve kurumlar var,
fakat bunlar “yetersiz” kalıyorlar veya bunlara uyulmuyor.
Buradan mantıken
şu sonuca varıyorsunuz: Eğer yasalar uygulansa, eğer görevliler yasaların
gerektirdiği tedbirleri alsalar, bu kazalar tümüyle olmasa bile büyük ölçüde
önlenebilir ve bu acıları yaşamak zorunda kalmayız.
Mevzuattan
başlayalım.
Birkaç yıldır kamuoyunda
sanki Türkiye’de işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında önemli şeyler
yapılıyormuş havası estirildi. Bu konudaki mevzuatın, AB mevzuatına uyumlu hale
getirildiği iddiasıyla önce 6331 sayılı yasa çıkartıldı, ardından da bu yasaya
dayanılarak çok sayıda yönetmelik yayınlandı. Aslında yasa ve yönetmeliklere “yüzeysel”
olarak bakıldığında, gerçekten de AB mevzuatıyla aynı “başlıkları” taşıdıkları
görülüyor, fakat yasa ve yönetmelikler AB’deki yasa ve yönetmeliklerle
kıyaslandığında, özellikle “zurnanın zırt dediği” yerlerde ciddi farklılıklar
olduğu görülüyor.
Bir örnek verelim:
6331 sayılı
yasanın 22. Maddesi “Elli ve daha fazla
çalışanın bulunduğu ve altı aydan fazla süren sürekli işlerin yapıldığı
işyerlerinde işveren, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili çalışmalarda bulunmak
üzere kurul (İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu) oluşturur” diyor. Çalışma
Bakanlığı yasanın bu hükmünün yerine getirilmesi için “İş Sağlığı ve Güvenliği
Kurulları Hakkında Yönetmelik” yayınlamış. Yönetmeliğin 8. Maddesine göre işyerinde
gerekli sağlık ve güvenlik tedbirlerinin alınması, uygulanması ve denetiminde bu
kurul sorumlu.
Buraya kadar “işçi
sayısı hariç” her şey AB mevzuatıyla uyumlu gibi görünüyor. AB’de (ve ABD’de)
bu kurul 20 işçi çalıştırılan yerlerde oluşturulurken, Türkiye bunu 50’ye
çıkartmış. Şüphesiz Türkiye’deki sanayi ve istihdam yapısı göz önüne alındığında
bu azımsanacak bir fark değil. Sayı 50’ye yükseltilerek Türkiye’deki 20 – 49 işçi
çalıştıran 55.534 işyeri ve buralarda çalışan 1.727.728 işçi “kapsam dışı”
bırakılıyor.
Fakat daha
önemlisi, yönetmelikte Kurul’un bileşimine bakıldığında (Madde 6), kurulda yer
alacak 7 kişiden beşinin (işveren veya vekili, iş güvenliği uzmanı, işyeri
hekimi, personel işleri sorumlusu, varsa sivil savunma uzmanı) doğrudan işveren
veya işveren tarafından göreve getirilen kişiler olduğunu, yalnızca geri kalan iki kişinin (varsa forman, ustabaşı veya usta ve çalışan temsilcisi) işçilerden
seçilerek geldiğini görüyoruz. Oysa AB’de (ve ABD’de) kurulun bileşimine
bakıldığında, kurul içinde işçi ve işveren tarafının “eşit” olduğunu görüyoruz.
Dahası var, Türkiye’de kurul kararları “oy çokluğu” ile alınabilirken, AB’de
(ve ABD’de) kurul kararları için “oy birliği” şartı getirilmiş. Bu da yetmemiş,
Türkiye’de eğer oylama sonucu eşit çıkarsa, “başkanın oyu iki oy sayılır” hükmü
getirilmiş.
Yani bizim
mevzuatımız, Nasrettin Hoca’nın bir leyleğin ayaklarını ve gagasını keserek
“Şimdi kuşa benzedin” demesine benziyor. Yukarıdaki örnek, bunun tek örneği
değil, AB mevzuatında işçiler lehine olan bütün düzenlemeler “kesilmiş” ve
Türkiye için mevzuat haline getirilmiş.
Şimdi TV’lerde
kerli ferli kişiler çıkıp, bütün bunları görmezden gelip, sanki Türkiye’de işçi
sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin çağdaş bir mevzuat varmış, fakat
uygulanmıyormuş gibi konuşuyorlar. Bu nedenle bu yazının başlığı “kendi
yalanına inanmanın daniskası” olarak seçildi.
Biraz da
uygulamaya bakalım.
Kuşkusuz kuşa
çevrilmiş haliyle de olsa mevcut mevzuat uygulansa, en azından kazalardan bir
kısmı önlenebilir veya bu kadar çok can kaybı olmayabilirdi. Fakat bu mevzuatı “kim”
uygulayacak?
Bu soruya iki
boyutuyla yanıt arayalım. Birincisi, mevzuatın hükümlerini işyerlerinde yerine
getirecek olan iş güvenliği uzmanları ve işyeri hekimleri; ikincisi, bu
hükümlerin yerine getirilip getirilmediğini denetleyecek iş sağlığı ve
güvenliği müfettişleri.
Yine TV’lere
çıkan kerli ferli kişiler sanki Türkiye’de iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi
varmış gibi konuşuyorlar. Aynı mevzuatta olduğu gibi Türkiye’de de kendilerine “iş
güvenliği uzmanı” veya “işyeri hekimi” denen kişiler var, fakat bunlar “gerçekten”
iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi mi?
AB ve ABD’de iş
güvenliği uzmanı olabilmek için üniversitelerde 4 (yazı ile “dört”) yıllık bir
lisans programını bitirmek zorunluluğu vardır. İş güvenliği uzmanı olmak
isteyenler, bu program içinde ikinci ve üçüncü sınıfın yaz dönemlerinde üçer ay
(toplam 6) fabrika stajı yapmak zorundadır. Bu programı tamamlayanlar meslek
örgütü tarafından bir board sınavına alınarak, başarılı olanlara lisans
verilir. Birçok ülkede iş güvenliği uzmanlığı eğitimini tamamlayanlar, bir
yıllık stajyerlik döneminden sonra tek başlarına çalışma yetkisi alırlar.
Türkiye’de ise “iş
güvenliği uzmanı” olabilmek için “ticari dershanelerde” 220 saatlik (yazı ile
ikiyüz-yirmi) bir eğitim yeterlidir. Bu eğitimin de 90 saati “uzaktan” eğitimle
yapılır. AB ve ABD’deki 6 aylık uygulama eğitimi, ülkemizde bu 220 saatin
yalnızca 40 saatiyle sınırlıdır. Merkezi bir sınavı başaran kursiyerlere “iş
güvenliği uzmanı” unvanı verilir ve “aynı gün” bir işletmede göreve
başlayabilirler.
Gelelim işyeri
hekimliğine.
AB’de işyeri
hekimliği bir “uzmanlık alanıdır”. Tıp fakültesini bitirmiş hekimler, 4 (yazı
ile “dört”) yıllık bir “uzmanlık” eğitiminden (İşyeri Hekimliği Uzmanlığı) sonra
işyeri hekimliği yapma yetkisi alırlar. Bu eğitimin yarısı Türkiye’deki Ortak
Sağlık Güvenlik Birimi (OSGB) benzeri kurumlarda (yani işyerlerinde), yarısı da
“meslek hastalıkları hastanelerinde” geçer. Eğitim sonunda meslek örgütü
tarafından yapılan board sınavında başarılı olanlar işyeri hekimi olabilir.
Türkiye’de ise
“işyeri hekimi” olabilmek için, aynı iş güvenliği uzmanlığı eğitiminde olduğu
gibi, “ticari dershanelerde” 220 saatlik (yazı ile ikiyüz-yirmi) bir eğitim
yeterlidir. Bu eğitimin de 90 saati “uzaktan” eğitimle yapılır. Uygulama eğitimi, ülkemizde bu 220 saatin yalnızca 40 saatiyle
sınırlıdır. Merkezi bir sınavı başaran kursiyerlere “işyeri hekimi” unvanı
verilir ve “aynı gün” bir işletmede göreve başlayabilirler.
Yani Türkiye, AB
ve ABD’de iş güvenliği uzmanlarına ve işyeri hekimlerine 4 (yazı ile “dört”)
yılda kazandırılan bilgi ve becerileri, 220 saatte kazandırmaktadır (!). Türkiye’de
de çağdaş dünyada olduğu gibi iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi “var” demek,
gerçekten kendi yalanına inanmanın daniskasıdır.
Son olarak yasa
ve yönetmeliklerin yerine getirilmesini denetlemekle görevli iş sağlığı ve
güvenliği müfettişlerine bakalım.
Yine kerli ferli
kişiler TV’lere çıktıklarında sanki Türkiye’de de başka ülkelerde olduğu gibi,
sayıları yetersiz de olsa, iş sağlığı ve güvenliği müfettişi “varmış” gibi
konuşuyorlar ve denetimlerin “yetersizliğinden” bahsediyorlar.
Ankara’yı ele
alalım: Ankara Grup Başkanlığı’nda görevli 89 teknik, 89 sosyal olmak üzere
toplam 178 iş müfettişi vardır ve bunların çoğu son yıllarda işe alınmıştır. Bu
müfettişlerin görev alanına giren iller, Ankara, Sakarya, Bolu, Düzce, Konya, Kayseri,
Kütahya, Afyon, Sivas, Tokat, Kırşehir, Kocaeli, Kastamonu, Çankırı, Kırıkkale,
Yozgat, Nevşehir, Niğde, Eskişehir, Karaman, Bilecik, Aksaray’dır.
Vicdan sahibi
insanlara soruyorum: bu tabloyu “iş müfettişi sayısı yetersiz” tümcesi ifade
edebilir mi? Teknik olarak evet; fakat bu öyle bir “yetersizlik” ki, aslında
neredeyse “yok” sözcüğü ile ifade edilebilecek bir yetersizlik.
Eğer bu ülkede
emek-kırımlarının son bulmasını istiyorsak, önce kendi uydurduğumuz yalanlara
kendimiz inanmayı bırakmalıyız. Gerçeklerle yüzleşmeden bu sorunları çözebilme
şansımız yoktur. Evet, anlıyorum, Türkiye’de bir “aydının” 2014 yılında
ülkesinde çağdaş işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamalarının olmadığını “itiraf”
etmesi kolay değil. Kuşkusuz bunu itiraf ettiğinde “olmayan” bir şey üzerine
konuşması da zor olacak. Fakat artık yalanları bırakmanın ve gerçeklerle
yüzleşmenin zamanı geldi. Bizim yalanlarımızın ceremesini, bu ülkenin işçileri
çekiyor.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder