İki yıl kadar önce tıbbın sermayenin
boyunduruğuna girmesinden rahatsız olan bir grup hekim, Tıp Bu Değil başlıklı bir kitap yayınladı. Farklı dünya görüşlerine
ve siyasi düşüncelere sahip bu hekimleri bir araya getiren tek şey, tıbbın
artık topluma hizmet amacını yitirmekte olduğu endişesiydi. Sağlığı kendi
gereksinimleri doğrultusunda örgütleyen sermaye, tıbbı topluma sağlık hizmeti
sunan bir kurum olmaktan çıkartıyor ve tıp fakülteleriyle, hastaneleriyle,
eczaneleriyle, laboratuarlarıyla, hekimleriyle, sağlıkçılarıyla kendi hizmetine
sokuyordu.
Kitabın imzacıları kaygılarını şöyle
ifade ediyorlardı: “Sağlık alanında doğruyu yanlıştan ayırt etmek sadece halk
için değil, hekimler için de çok zorlaştı. Hangisi bilimsel tıbbın gereğidir,
hangisi ticari tıbbın, hangisi şarlatanlığın son numarasıdır... bizler için
bile ayırt etmesi güçleşti”.
İmzacılar tıp fakültelerinde
okutulanların hastaları iyileştirmeye değil, ilaç ve tıbbi cihaz şirketlerini,
sağlık holdinglerini zengin etmeye yaradığını; hekimlerin artık insanları
hastalıklardan koruyacak veya hastaları tedavi edecek en basit fakat sonuç
alıcı önlemlerle vakit yitirmek istemediklerini, sermayenin kendilerinden
istediği / beklediği şeyleri (en fazla tetkik istemek, en çeşitli ilaçlar
reçete etme, en pahalı tıbbi girişimleri başlatmak) yaptıklarını söylüyorlardı.
Sermaye tıptan ve hekimlerden şunu
istiyor: “İnsanlar bol bol hastalansın, sağlıklı yaşamalarına kafa yormayın,
olabildiğince sağlıksız ama hayatta kalsınlar, biz de onları bol bol tedavi
edelim, en pahalı yöntemlerle, çok para kazanalım. Sektör büyüsün” (Arslanoğlu,
2012: 3 – 4).
İmzacılar ilk kitaptan 6 ay sonra
daha da genişleyerek ikinci kitaplarını yayınladılar. Bu yıl da, Tıp Budur! başlığı ile üçüncü kitaplarıyla
okurlarının karşısına çıktılar. Yine tıbbın ilaç tekellerinin güdümüne
girdiğinden, sağlık hizmetlerinin iktidarların “şecaat arz etme” aracı haline
geldiğinden, sağlık çalışanları ve hastalar mutsuzken ilaç ve tıbbi cihaz
üreticilerinin mutlu olduğundan yakındılar. Bu haliyle tıbbın artık insanlara
hizmet eden değil, zarar veren bir kuruma dönüştüğünü söylediler (Arslanoğlu,
2014: 5).
Ne oldu? Amiyane deyimle toplumdan “tık çıkmadı”.
Bu ülkenin sayısı 100’ü aşan tıp
fakültelerinde ve eğitim hastanelerinde öğrencilerine, asistanlarına
hastalarını hastalıklardan korumayı ve tedavi etmeyi değil, daha çok tetkik
istemeyi, daha fazla ilaç yazmayı, en pahalı girişimleri başlatmayı öğretmekle
suçlanan akademisyenlerden bir tanesi çıkıp, “siz ne diyorsunuz?” demedi.
Bu ülkenin sayıları 200 bine varan
hekiminden, sayıları 1 milyona yaklaşan sağlıkçılarından bir tanesi çıkıp,
“hayır, biz sermayeye hizmet etmiyoruz, hastalarımıza yardımcı oluyoruz”
demedi. Dahası kimse üstüne de alınmıyor. Sermaye bu gereksiz tetkikleri ve
“tedavileri” kimler aracılığı ile pazarlıyor acaba? Hekim dışı sağlıkçılar
kendilerini asker ya da polisler gibi “emir kulu” olarak mı görüyor? Biz
“order” da (emirde) yazılanı uyguladık...
Kuşkusuz kitapların hedef okurları
yalnız sağlıkçılar değildi. Bu ülkenin sayıları 120 bini aşan doktora sahibi,
400 bini aşan yüksek lisans sahibi, 6 milyona yakın üniversite mezunu
aydınından bir tanesi çıkıp, “bu kitapların yazarları arasında onlarca tıp
profesörü var, onlarca tıp uzmanı var, imzacıların neredeyse yarısının
yayınlanmış tıp kitapları var, bu insanlar ne diyor, benim sağlığım gerçekten
tehlikede mi?” demedi.
Oysa imzacıların düşünceleri,
dünyanın en saygın bilim insanları tarafından da paylaşılıyor. Örneğin Johns
Hopkins Üniversitesi profesörlerinden Vicente Navarro, 2008 yılında İtalya’nın
Torino kentinde düzenlenen Sekizinci Avrupa Sağlığın Teşviki Konferansı’nda
“tıbbi hizmetler gerçekte iyileştirmekten çok bakım sunuyor” diyordu (Navarro,
2009: 14).
Yazıları dünyanın birçok ülkesinde
saygın gazetelerde yer bulan İngiliz kökenli Kanadalı gazeteci Leigh Phillips,
geçen yıl kaleme aldığı bir makalesinde, kronik hastalıklarda kullanılan
ilaçların hastaları iyileştirme amacı olmadığını, bu ilaçların yalnızca
hastalık belirtilerini baskıladığını yazıyordu. Sermayenin bu tür hastalığı
iyileştirmeyen ama neredeyse yaşam boyu kullanılan ilaçları çok sevdiğini
belirten yazar, (Navarro’nun da belirttiği gibi) artık amacın iyileştirme
değil, bakım olduğunu ifade ediyordu (Phillips, 2013).
Bu yıl son kitabı Ulusların Sağlığı başlığı ile dilimize
çevrilen DSÖ ve OECD’ye danışmanlık yapmış sağlık ekonomisti Gavin Mooney,
kitabına şu tümce ile başlamış: “İnanılmayacak ölçüde zengin bir dünyada, hala
bu kadar çok sağlık sorunu ve erken ölümlerin olması, toplumlarda ve sağlık
hizmeti sistemlerinde çok ciddi bir yanlışlık olduğunu göstermektedir” (Mooney,
2014: 23).
Uzun bir sağlıksız yaşam
Sermaye insanların gözünü “ortalama
yaşam süresinin uzamasıyla” boyamaya çalışıyor. Aslında burada bir sözcük oyunu
var. Ortalama yaşam süresinin uzadığı doğru, fakat bunun asıl nedeni artık
insanların daha uzun yaşamaya başlaması değil, bebek ölümlerinin ve doğurganlık
hızının azalması. Neticede doğuştan yaşam beklentisi artıyor, fakat bu nasıl
bir yaşam? 2000’li yıllarda doğan insanların üçte birinin yaşamlarının sonuna
kadar diyabet ilaçlarına mahkum oldukları bir yaşam.
Kapitalist – emperyalist sistemin
emekçilere ve dünya halklarına sunduğu, sağlıksız geçecek uzun bir yaşamdır.
Tıp eğitimi, hastaların iyileştirilmesini değil, “hastalığın yönetimini”
öğretiyor. Hasta ölmesin, ama iyileşmesin de. Mümkün olduğunca uzun yaşasınlar
ve sağlık tekelleri için müşteri olmayı sürdürsünler.
Tıptan umudunu kesen insanlar,
özellikle kanser hastaları ve kronik hastalıkları olanlar, bu kez şarlatanların
eline düşüyor. Bu alan da sermaye tarafından örgütlenmiş ve “bilimsel” tıbba
“alternatif” olarak sunulmuştur. Alternatif tıp da kendi pahalı
teknolojilerini, ilaçlarını, tanı ve tedavi yöntemlerini insanların hizmetine
“ücreti mukabilinde” sunuyor. Yukarıda bahsedilen ve “bu insanlar ne diyor?”
demediklerinden yakındığımız 6 milyon “aydın” içinde, umudunu şarlatanlara
bağlayanların sayısı hiç de azımsanmayacak bir düzeydedir.
Ne yapmalı?
Öncelikle dünyada ve Türkiye’de
kapitalist tıbbın insan sağlığı için bir tehdit haline geldiğini söyleyenlere
biraz kulak vermeli. Bu insanların size ulaşmaya çalışmaktan hiçbir çıkarları
yok. Bu insanlar size “hastaneye gitmeyin, bize gelin, sizi biz iyileştirelim,
paranızı biz alalım” demiyorlar. Size sadece sağlıklı olmak istiyorsanız, gelin
tıbbı sermaye boyunduruğundan kurtaralım, toplumun hizmetine sokalım diyorlar.
Belki de hekiminizi ana akım medyada
duyurusu yapılan yeni bir tanı veya tedavi yöntemi hakkında bilgi almak için
aradığınızda, yukarıdaki endişelerin haklı olup olmadığı konusunda da sorular
sormalısınız. Mahallenize yeni bir sağlık kuruluşu açıldığında sevinmemek
gerektiğini düşünmeye başlamalısınız belki de. Neden hastalıklar azalacağına, hastanelerin
arttığını düşünmenin zamanı gelmedi mi?
Kuşkusuz yaşamın bütün alanlarının
sermaye boyunduruğu altında olduğu bir dünyada, sadece tıbbı, yaşamın diğer
alanları arasından cımbızla çeker gibi ayırabilmek ve kapitalizmin
egemenliğinden kurtarabilmek olanaksızdır. Tıbbı sermayenin elinden
kurtarabilmek için, toplumun sermayenin elinden kurtarılması gerekir.
Sermayenin dolaylı güdümündeki Dünya Sağlık Örgütü’nün dahi “eşitsizliklerin
öldürdüğünü” ilan ettiği bir çağda, eşitliği savunmak gerekir, eşitlikçi bir
toplum için mücadele etmek gerekir.
Akif Akalın
KAYNAKLAR
Arslanoğlu, İ. (Ed). (2012). Tıp Bu
Değil. İstanbul: İthaki.
Arslanoğlu, İ. (Ed). (2014). Tıp
Budur!. İstanbul: İthaki.
Mooney, G. (2014). Ulusların Sağlığı:
Yeni Bir Ekonomi Politiğe Doğru. (Çev. Cem Terzi). İstanbul: Yordam.
Navarro, V. (2009). What we mean by social determinants of health?.
Global Health Promotion,16(1): 5 – 16.
Phillips, L. (2013). Socialize Big
Pharma. Jacobine Magazine. 20.06.2013.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder