İnsan toplulukları sağlık bilgisi
üretimi ve kullanımının herkes tarafından, herkes yararına ve herkes
için olduğu ilkel sınıfsız toplumdan, tıbbın egemen sınıfın hizmetine girdiği
sınıflı toplumlara doğru evrilirken, ilk durak şamani topluluklar olmuştur. Tarihsel
süreçte insan topluluklarının tüketebildiklerinden fazlasını üretebilmeye
başlamalarıyla birlikte, bu fazla ürüne el koyanlar topluma
egemen olmuşlar ve diğerlerini köleleştirmişlerdir.
Her ne kadar egemenlerin egemenliklerinin
en önemli kaynağı kaba zor olsa da, bunu yalnızca kaba güce dayananarak uzun süre
sürdürebilmeleri kolay değildir. Neden kendilerinin “egemen” ve diğerlerinin “köle”
olduğunu ve neden kölelerin bu duruma itiraz etmemesi gerektiği açıklayabilmeleri
ve köleleri ikna ederek durumlarına razı olmalarını sağlamaları,
iktidarlarını sürdürebilmeleri için kaba güç kadar önemlidir (Bu konuda
Gramsci’nin önemli katkıları vardır).
Egemenler insanlar arasında zamanla yaygınlaşan
boş inançları ve bilinmeyenlere karşı duyulan korkuyu örgütleyerek, kendi
çıkarları için kullanmayı başarmışlardır. İnsanların tanrılara karşı
korkularını kendi iktidarlarına dayanak yaparak, tanrının izni ve isteğiyle
kral olduklarını, kendilerinin tanrıların yeryüzündeki temsilcileri olduğunu,
dolayısıyla iktidarlarına karşı gelmenin, tanrılara karşı gelmek olacağını öne
sürmüşlerdir. Günümüz insanına gülünç gelebilecek bu iddialara insanlık binlerce
yıl samimiyetle inanmış ve dünyanın birçok ülkesinde krallar, yakın zamanlara
kadar tanrı adına kral oldukları ve tanrıyı temsil ettikleri
iddialarını sürdürmüşlerdir.
HEKİMLİK VE DİN
Tarihte ilk hekimlere Mezopotamya’nın
köleci toplumlarında rastlanmaktadır. Beş bin yıl öncesine ait bir mührün, Sümerli
bir hekime ait olduğu belirtilmekte, hekimlikle ilgili ilk yazılı düzenlemeler
dört bin yıl önce tabletlere kazınan Hammurabi Yasaları’nda yer almaktadır.
Kendilerini kendi yarattıkları
tanrıların yarattığına inanan eski Mezopotamya halkları, ilk insanın çamurdan
yaratıldığına ve soluk üflenerek can verildiğine inanmışlardır. Daha sonra
doğan her bebeğe özgü bir tanrı, soluğunu bebeğin ağzına üflemiş ve yaşamı
boyunca onun özel tanrısı olmuştur.
İnsanın tanrısı tarafından korunmayı ve
gözetilmeyi hak edebilmesi için, tanrısına karşı görevlerini yerine
getirmesi gerekir. Aksi halde tanrı korumasını kaldırır ve insan acımasız doğa
karşısında savunmasız kalır. Daha da kötüsü, tanrının kızarak insanı
cezalandırmasıdır. Dua etmeyen, kurban sunmayan, hırsızlık yapan ve
başkasını öldüren insanlar tanrıları kızdırmakta ve bu suçları karşılığında hastalanarak
cezalandırılmaktadırlar. Günümüzde insanların çaresiz sağlık sorunlarıyla
karşılaştıklarında “tanrım ne suç işledim de bana bu cezayı verdin” şeklindeki
isyanları, kökenlerini bu eski inanışlardan alıyor olmalıdır.
Bugün yukarıda sıralanan hastalık
nedenleriyle, dönemin toplumsal yapısı arasındaki ilişkiyi
kolayca kurabiliyoruz. Dualar ve kurbanlar, tapınaklar ve tapınaklarda görevli
rahip-hekimler için güvenli bir gelir kapısı oluştururken, insanlar egemenlerin
istediği gibi “çalmadan” yaşamaya özendirilmektedir. Oysa tanrılar bir insanın,
bir başkasını zorla (örneğin savaşta esir alarak) köleleştirmesine ve onu
öldüresiye sömürmesine (emeğini çalmasına) kızmamakta ve bunu yapanları hasta
etmemektedir.
Kuşkusuz Sümer çağında sağlık
sorunları, günümüzde olduğu gibi, insanların en önemli sorunları arasında ilk
sıralarda yer almaktaydı. Hastalıkların etiyolojisini tanrısal bir ceza olarak
anlayan ve açıklayan Sümer insanı, sağlığını korumak ve hastalandığında
iyileşmek için de yine tanrılardan medet ummuştu. Bu amaçla tanrılar için inşa
edilen tapınaklarda görevli din adamları da, insanlar ve tanrılar arasında
aracılık işlevi üstlenmişlerdi.
Sağlık bilgisinin giderek belli ellerde
toplanması ve bu alanda uzmanlaşmanın bir sonucu da, iyileştiriciliğin geçim
sağlanan iyi bir meslek haline gelmesidir. Hammurabi Yasaları’nda hekimlere icraatları
karşılığında yapılacak ödemeleri düzenleyen maddeler vardır. Mısır papirüsleri
de, sağlığın ve tıbbın insanlığın bu dönemlerindeki durumuna ilişkin bilgiler
sunmaktadır. İran’dan İsrail’e, Hindistan’dan Çin’e dönemin bütün
uygarlıklarında sağlığa yaklaşım dinseldir ve az çok birbirine
benzer.
Bu süreçte hastalıkların tanrısal bir
ceza olarak görülmesi ile hastalıklardan korunmak veya iyileşmek için tanrılara
yakarılması ve kurbanlar verilmesi tam bir tutarlılık gösterirken, zaman içinde
hastalıkların tanrılardan geldiğine inanmaya devam edilmesine karşın,
hastalıklardan korunma ve hastalıkların tedavisi için dünyevi yöntemler
kullanılmaya başlanması bir çelişki oluşturmaya başlamıştır.
Örneğin Yahudiler çok tanrılı
dinlerini terk ederek tek tanrıya inanmaya başlamalarına karşın, kutsal
kitapları Tevrat’ta hastalıklar yine tanrının kullarına verdiği cezalar olarak
tanımlanmaya devam etmektedir. Özellikle salgın hastalıkların yoldan çıkan toplumları
yola getirmek için gönderildiği belirtilmektedir. Oysa bu dönemde
Yahudiler, örneğin vebanın bulaşması ve yayılmasında farelerin rol oynadığını,
bazı hastalıkların yiyeceklerle ilişkili olduğunu (domuz eti yemek
yasaklanmıştır) ve hastalıklardan korunmada temizliğin önemini çoktan
kavramışlar, hatta tarihte ilk kez bir bulaşıcı hastalık ihbarı sistemi
geliştirmişlerdir (bir difteri vakasıyla karşılaşıldığında, borazanlarla
çevreye duyuruluyordu).
Mısırlı hekimler de hastalıkların
tedavisinde büyüye çok az yer veriyor ya da büyüyü diğer tedavilerle birlikte
kullanıyorlardı. Hipokrat döneminden bin yıl kadar eski olan Ebers
Papirüsü 875 reçeteden oluşmaktaydı ve bunlardan sadece 12’sinde büyüye
yer verilmekteydi. Yani dünya aslında hastalıkların tanrıların gazabı
olmadığını uzun yıllardır biliyor olmalıydı. Aksi halde neden Mısırlı hekimler
daha o dönemlerde belirli hastalıklar ya da organlar üzerinde uzmanlaşmaya
başlasınlar? Nasıl olsa hastalığın tedavisi tanrının gönlünü almaktan
geçmeyecek miydi?
Hastalıkların etiyolojisinde ilahi
değil, dünyevi etkenlerin yer aldığını söyleyebilmek kolay değildi.
Köleler üzerindeki egemenliklerini tanrılardan aldıkları güce dayandıran köle
sahiplerinin otoriter yönetimleri buna asla izin veremezdi. Bu tür şeylerin
konuşulabilmesi için demokratik ve laik bir iklime
gereksinim vardı ve bu iklim tarihte ilk kez eski Yunanistan’da boy gösterdi.
HEKİMLİK VE LAİKLİK
Eski Yunanistan’da da başlangıçta dünyanın
diğer coğrafyalarında olduğu gibi insanların sağlığa yaklaşımı dinseldi ve otuz
kadar tanrı ve tanrıça sağlıkla ilgiliydi. Bunlar arasında en tanınmış sağlık
tanrısı olan Aesculap adına inşa edilmiş çok sayıda tapınak vardı. Ancak
Yunanistan’da demokratik bir yönetim kurulmasıyla birlikte Yunanistan,
bilimde ve düşünsel yaşamda büyük bir atılım dönemine girmiş ve günümüzden 25
yüzyıl önce, aslında yalnızca bir asırdan biraz uzun süren bu demokratik iklim
(kuşkusuz bu demokrasi yalnızca köle sahipleri ve yöneticiler içindir), bilimsel
tıbbın temellerinin atılabilmesi için gereken yolun açılmasını sağlamıştı.
Bu ortamda İyonyalı Hipokrat, aslında
diğer coğrafyalarda da bilinen, fakat firavunların ya da krallarının gazabına
uğramamak için dile getirilemeyeni dillendirebilmiş ve sağlık üzerindeki dinsel
örtüyü kaldırıp atmıştır. Dünya daha sonraki dönemlerde de benzer durumlara birçok
kez sahne olacaktır. Bugün, Avrupa’da Galileo Galilei’den çok daha önce birçok
bilim insanının güneşin dünyanın etrafında değil, fakat dünyanın güneşin
etrafında döndüğünü keşfettiğini, ancak Galileo’ye kadar kimsenin kutsal
kitapları ve kiliseyi karşısına almaya cesaret edemediğini biliyoruz.
Yunan demokrasisi içeriden ve
dışarıdan gelen saldırılar karşısında uzun süre direnememiş ve tarih sahnesinden
çekilmiştir. Yunan mirasını kısmen devralan Roma, bu mirasın köle sahiplerinin
egemenliğini tehdit edebilecek kısımlarını bir yana bırakarak yoluna devam
etmiştir. Hekimlerin hastalıkların ardında dünyevi etmenler arama çabalarına
son verilmiş ve Galen’le birlikte tıbbın yüzü yeniden tanrılara çevrilmiştir.
Romalılar döneminde bir yanda dünyevi
hijyen hizmetlerinde çok büyük ilerlemeler yaşanırken, diğer yanda tedavi edici
hekimlik üzerinde din ve büyünün etkisi son derece artmıştır. Yahudilikten
sonra, ortaya çıkan ikinci büyük tek tanrılı din olan Hristiyanlık tarafından
da tehdit edilmeye başlanan Romalı egemenler, miraslarını Bizans’a devrederek
tarihten çekilmişlerdir.
Köleci toplumların yerlerini feodal
toplumlara bırakmaya başladığı dönemde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da
yaygınlaşmaya başlayan son tek tanrılı din olan İslam, kendisinden önceki
dinlerden farklı olarak kutsal kitabında hastalıkların etiyolojisini tanrısal
cezalar olarak tanımlamamakla birlikte, etiyoloji ve tedaviden dini tamamen
dışlamamaktadır. İslam tıbbı üzerinde Galen’in etkileri gözlenmektedir.
Bugün ortaçağ olarak tanımladığımız
günümüzden 1.500 yıl önce başlayarak bin yıl süren dönem, insanın yeryüzünde
daha büyük topluluklar halinde yaşamaya başladığı ve ticaretin, özellikle deniz
yolunun kullanılmaya başlamasıyla, dünyanın en uzak köşelerini birbirine
bağlamaya başladığı bir dönemdir. Dönemin bu özellikleri, bu yıllar içinde
ticaretin ve kentleşmenin en yoğun yaşandığı kıta olan Avrupa’da sayısız
salgınların patlak vermesine ve çok sayıda insanın bu salgınlarda yaşamlarını
yitirmesine neden olmuştur.
Yunan hekimlerin kısa bir süre için
dahi olsa gökyüzünden yeryüzüne indirebilmeyi başardığı, fakat Galen’le
birlikte yeniden gökyüzüne çıkan tıbbın, bir kez daha yeryüzüne inebilmesi için
uygun ortam rönesans (yeniden doğuş) ile gelmiştir. Feodalitenin bağrında doğan
kapitalizm İtalya’dan başlayarak birkaç yüzyıl içinde Avrupa kıtasına yayılır.
Buna eşlik eden reform hareketi de, feodalitenin en büyük dayanağı olan
Papa’lığı sarsarak Avrupa’da, Yunanlı hekimlerin asırlar önce Ön-Asya’da
yakaladığı ortama benzer özgür bir ortam yaratır. Bu kez tıbbı yeryüzüne
indirmek görevini Paracelcus (1493 – 1541) üstlenmiş ve Basel’de Pazar
meydanında Galen ve İbn-i Sina’nın eserlerini yakarak, tıbbın ortaçağına son
vermiştir.
William Harvey (1578 – 1657), kan
dolaşımının sırlarını açığa çıkartarak, “ruhun” insanın içinde kalan son
kırıntılarını da süpürüp atmıştır. Kan dolaşımını ruhlar değil, basit bir
hidrolik pompa sağlamaktadır. Aristo’dan Galen’e kadar pek çok otoritenin o
güne kadar kalbe atfettikleri pek çok işlev, bir anda buharlaşıvermiştir.
Dünyanın ekseni zaman içinde giderek
“batıya” kayarken, başta Çin ve Hindistan olmak üzere eski doğu uygarlıkları bu
gelişmelerden görece uzak kalmışlardır. Öyle ki, bu ülkelerde günümüzde dahi batıda
oldukça yaygın olan tek tanrılı dinlerin etkisi çok sınırlıdır ve her ne kadar
batılı tıbbın uygulandığı modern sağlık kurumları hizmet sunulsa da, halklar
arasında sağlığa mistik yaklaşımlar egemenliğini sürdürmektedir. Sosyalizmin
çözülmesiyle birlikte dinsel gericiliğin yaygınlaştığı ve halkların yeniden
inançlara sığındığı günümüzde, tıpta dinsel yaklaşımların hortlaması ve
“alternatif tıp” adı altında piyasaya sürülmesi tesadüf değildir.
Akif Akalın
KAYNAKLAR
Belek, İ., Onuroğulları, H., Nalçacı, E. ve Ardıç, F. (1998). Sınıfsız Toplum Yolunda Türkiye İçin Sağlık Tezi. İkinci Baskı.
İstanbul: Sorun Yayınları
Eren, N. (1996). Çağlar Boyunca
Toplum, Sağlık ve İnsan. Ankara: Somgür.
Marx, K. ve Engels, F. (1992). Alman
İdeolojisi [Feuerbach]. Üçüncü Baskı. İstanbul: Sol Yayınları.
Morris, D. (2000). Illness and
Culture in the Postmodern Age. London: University of California Press.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder