14 Mart tıp bayramıdır. Türkiye’de tıp
bayramı 1960’lara kadar devletin korporatist yapısına uygun olarak, illerde
başhekimlerin ve askeri tabiplerin yönetiminde örgütlenen Tabip Odaları
tarafından, daha çok lüks otellerde veya orduevlerinde düzenlenen “balolarda”
kutlanmıştır. 1960’larda sınıf mücadelesinin toplumsallaşması ve meslek
örgütlerinin bu mücadelede bir mevzi olarak görülmeye başlanmasıyla birlikte,
Tabip Odaları’nın yönetimlerine ilerici hekimler gelmiş ve 14 Mart’ların da
niteliği değişmiştir. 1970’lerden itibaren 14 Mart’lar, “toplumun” sağlık
sorunlarının tartışıldığı günler olarak kutlanmaya başlamıştır.
Türkiye’de hekimlik 12 Eylül
darbesiyle büyük bir statü kaybı sürecine girmiştir. Sağlıkta neoliberal
politikalar hekimlik mesleğinde önemli dönüşümlere neden olmuş, tıp sermayenin
egemenliğine girerken, hekimlik mesleği de bir “kimlik bunalımı” yaşamaya
başlamıştır. Hekimlerin 1990’lı yıllarda örgütlenen Beyaz Eylemler ile doruğa
varan ekonomik ve özlük haklar mücadelesi, 14 Mart’ların niteliğini bir kez
daha değiştirmiştir. Artık 14 Mart’lar “bayram” olmaktan çıkmaya başlamış,
hekimlerin “sorunlarını paylaştıkları” günler haline gelmiştir. Şüphesiz Tabip
Odaları’nın ilerici yönetimleri hekimlerin ekonomik ve özlük sorunlarını
Türkiye’nin genel sağlık sorunları bağlamında öne çıkartmaktadır, ancak bugün 14
Mart dendiğinde akla ilk gelen sağlık emekçilerinin sorunlarıdır.
HEKİMLİK NEREDEN NEREYE GELDİ?
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda 10 milyonluk
nüfusuna hizmet sunacak 300 kadar hekime sahipti. Hekimlerin büyük çoğunluğu
ülkenin tek tıp fakültesi olan İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezundu. Çoğu
gayrimüslim az sayıda hekim de tıp eğitimlerini yurtdışında tamamlamışlardı. Hekimlerin
çoğu mesleğini İstanbul’da icra ederken, Anadolu’nun birçok ilinde ya tek hekim
bütün şehre hizmet sunuyor, ya da hiç hekim bulunmuyordu.
1950’lere kadar tıpta “uzmanlık” çok
yaygın değildi. Genellikle maddi durumu iyi olan hekimler uzmanlık eğitimi
alabiliyor, hekimlerin büyük çoğunluğu mesleklerini “pratisyen hekim” olarak
icra ediyordu. Fakat bu yılların “pratisyenleri”, bugünün pratisyenlerinden çok
farklıydı. Kendilerine başvuran hastaların çoğuna olanakları ölçüsünde müdahale
edebiliyorlar, çocuk, yaşlı, kadın, erkek, kalp hastası, sıtma demeden bütün
hastalıkları tedavi ediyor ve küçük cerrahi girişimler yapabiliyorlardı.
Kuşkusuz hastalarına ameliyat veya yataklı tedavi gerektiren durumlarda
yardımcı olamıyorlardı fakat bugün bir pratisyen hekimin yapabildiklerinden çok
daha fazlasını yapabiliyorlardı. Bu hekimler şimdi eski romanlarda ve yerli
filmlerde kaldı.
ÖNCE PRATİSYEN HEKİMLİK BİTTİ
1950’lerde tıpta “uzmanlaşma” eğilimleri
artmaya başladı. Uzmanlık öğrencilerine maaş verilmeye başlanmasıyla birlikte
daha fazla sayıda hekim uzmanlık eğitimi aldı ve uzman hekim sayısı giderek
arttı. Bu arada tıp fakültesi sayısı artmış, sosyal sigortalar kurumu kendi
bünyesinde hastaneler açmaya başlamış, devlet hastaneleri yaygınlaşmıştı.
Hekimlik “hastanelere” kayıyor, Hükumet Tabiplikleri önemini yitiriyordu.
1960’ların başlarında bu gelişmeyi
tersine çevirebilecek bir değişim yaşandı: “sosyalleştirme”. Nusret Fişek ve
arkadaşları bu yıllarda Türkiye için “basamaklı” bir sağlık sistemi kurmak
istediler. Bu sistemin birinci basamağını, pratisyen hekimlerin görev aldığı
“Sağlık Ocakları” oluşturuyordu. İlk yıllarda olağanüstü bir başarı gösteren bu
sistemde görev alan pratisyen hekimler, kendilerine başvuran hastaların “yüzde
80’inin” sorunlarına yardımcı olabiliyorlardı. TBMM’de temsil olanağı bulan
Türkiye İşçi Partisi’nin önemli katkılarıyla desteklenen sistem, 1970’lerde
Adalet Partisi tarafından işlevsizleştirilmeye başladı.
1980’li yıllara gelindiğinde Sağlık
Ocakları artık hekimlerin “uzmanlık sınavını” kazanana kadar “geçici” olarak
görev aldığı kurumlara dönmüştü. Kimi yerlerde “idealist” pratisyen hekimlerin
çabalarıyla başarıyla hizmet sunan Sağlık Ocakları, 12 Eylül sonrası “zorunlu
hizmet” yapılan yerler haline geldi.
Bu süreçte hükumetler kamuda çalışan
hekimlerin ücretlerini düşük tutan, fakat hekimlere kamudaki görevleri yanında
özel çalışma izni veren bir düzenin oluşmasına izin verdiler. Bu politika
“uzman hekimliği” kayırıyor, hekimleri daha fazla kazanç için uzmanlığa teşvik
ediyordu. Hekimlerin çoğu ekonomik ve özlük hakları için birlikte mücadele
etmek yerine “bireysel kurtuluş” yolunu seçerek uzmanlığa yöneldi. Hekimler
“pratisyen hekimlik” alanını terk etmeye başladılar.
1990’lı yıllara kadar özellikle batıdaki
ilçelerde pratisyen hekimler Sağlık Ocağı, Verem Savaş Dispanseri, Ana – Çocuk
Sağlığı Merkezleri ve özel muayenehanelerinde hastalarına hizmet sunmaya devam
ettiler. Bu hekimlerin bir kısmı kendilerini yetiştirerek ve EKG, radyografi ve
tıbbi tetkiklerden yararlanarak kendilerine başvuran hastalara yardımcı
olurken, bazıları aile planlaması alanında eğitimler alarak rahim içi araç ve
vakum aspirasyon (kürtaj) gibi uygulamalar yaptılar. Ancak bu son nesil,
2000’li yıllarda Sağlık Ocakları’nın kapanması ve Aile Hekimliği sistemine
geçilmesiyle tarihe karıştı. Bugün yapılan bir araştırmalara göre Aile
Hekimliği büyük ölçüde, özel hastanelerde uzman hekimlere muayene olan
hastaların, ilaçlarının devlet tarafından karşılanması veya kronik hastaların
sürekli tedavileri için reçete yazdırdığı kurumlar haline geldi.
SONRA SIRA UZMAN HEKİMLİĞE GELDİ
1990’lı yıllarda Anavatan Partisi (ANAP)
sağlıkta özelleştirme ve piyasalaştırma yönünde önemli adımlar attı ve yasal
bir çerçeve oluşturdu. Neoliberal politikaların uygulanması konusunda oldukça
aceleci davranan Turgut Özal, toplumda oluşan büyük tepkinin zirve yaptığı
madenci eylemleriyle başarısızlığa uğratıldı. Ancak 2001 krizi sonrası işbaşına
getirilen AKP hükumeti, Türkiye’de tıbbın sermayenin gereksinimleri
doğrultusunda dönüştürülmesinde başarılı oldu ve ANAP hükumetinin
başaramadıklarını gerçekleştirdi.
2000’li yıllarda tıp ve sağlık
sermayenin kendisini yeniden ürettiği alanlar arasında öne çıkarak, silah
sanayisinden sonra ikinci büyük endüstri haline geldi. Tıbbi – sanayi kompleks,
ilaç ve tıbbi teknoloji endüstrisiyle pazarlarını genişletmek üzere atağa
geçerek, tıbbı ve hekimliği kendi gereksinimleri doğrultusunda yeniden
örgütlemeye başladı. Artık hekimlik uygulamalarında “standartların” sigorta
kurumları tarafından belirlendiği bir döneme geçiliyordu. Tıbbın giderek daha
ileri teknolojiye bağımlı hale gelmesiyle birlikte, göreli daha düşük
teknolojiye dayanan birinci basamak daha da değersizleşti ve hekimlik tamamen
“hastane merkezli” bir hale geldi.
Koruyucu ve tedavi edici hizmetlerin
bütüncül olarak sunulması öngörülen ve topluma yönelik sağlık hizmetlerinin
esas alındığı Sağlık Ocakları kapatılarak, yerine “bireye” yönelik sağlık
hizmetlerinin esas alındığı Aile Hekimliği modeline geçildi. Pratisyen
hekimliğin sonunu getiren bu süreçte pratisyen hekimlerin çoğu, hükumet
tarafından Aile Hekimi olmaları için verilen teşvikleri (rüşvet de denebilir)
kabul ederek yeni sistem içinde yer aldılar. Buna koşut olarak zaten
1980’lerden beri niteliksizleşen tıp eğitimi daha da niteliksizleşti ve tıp
fakülteleri “hekim” değil, “uzmanlık eğitimi adayı” yetiştirmeye başladılar.
Artık “hekimlik” uzmanlıkla özdeşleşmeye başlamıştı. Tıp fakültelerinde
öğrenciler bu dönemde açılan Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS) dershanelerine devam
ederek uzmanlık sınavına hazırlanmaya başladılar. Hekimler pratisyen hekimliği
tamamen terk etmişlerdi.
Artık uzmanlık eğitimi “hekimlik”
yapabilmenin koşulu haline gelmişti. Bir bakıma tıp eğitiminin 10 – 11 yıla
çıktığı da söylenebilirdi. Hekimler bu durumu kabullendiler. Uzmanlık öğrencisi
kontenjanlarının da artmasıyla birlikte uzman hekim sayısı hızla artmaya
başladı. Fakat bu kez “tıp eğitiminin” başına gelenler, “uzmanlık eğitiminin”
başına geliyordu. 2000’li yıllarda uzmanlık eğitiminin niteliği hızla düşmeye
başladı. AKP hükumetinin sağlık hizmetlerine olan talebi kışkırtan
politikalarının bir sonucu olarak, artan hasta yükünün karşılanabilmesi için
eğitimden tavizler verilmeye başlandı ve uzmanlık öğrencileri “performans”
kaygılarıyla “hizmete” koşuldu. Uzmanlık öğrencilerinin başlarında hoca olmadan
polikliniklere sokulduğu, gün aşırı nöbet tutturulduğu ve işletmenin karını
arttırabilmek için hastaların yatış sürelerinin kısaltıldığı, sürümden kazanmak
için “büyük” ameliyatlar yerine “küçük” operasyonların tercih edildiği bir
ortamda hocalara “uzmanlık öğrencilerinizi mesai saatleri dışında eğitin”
denerek uzmanlık eğitimi fiilen bitirildi.
Hekimler bu gelişmelere tepki
gösterseler de, uzmanlık eğitimini eskiden “zorunlu hizmeti” gördükleri gibi
katlanılması gereken “geçici” bir süreç olarak görmeye başladılar. Bazıları
yeniden TUS’a girerek eğitim aldıkları alanı değiştirmeye, daha az riskli ve
yorucu alanları tercih etmeye başladılar. Zaten artık Aile Hekimliği kadroları
da büyük ölçüde dolmuş, “hekimlik” yapabilmek için başka seçenekleri
kalmamıştı. Bir şekilde uzmanlık eğitimlerini tamamlayıp mesleklerine atılmayı
tek yol olarak gördüler.
Hekimlik mesleği hızla erozyona
uğrarken, 1990’larda girdikleri “kimlik bunalımından” çıkabilmeyi başaramayan
hekimler, akla gelebilecek her yolu deneyerek “kendilerini kurtarma” çabasına
düştüler. Önce hastanelerde “yönetici” olabilmek için sertifika ve yüksek
lisans programlarına, işletme veya iş idaresi eğitimlerine katılmaya başladılar.
Daha sonra 6331 sayılı yasanın kabul edilmesiyle birlikte “işyeri hekimliği”
kurslarına gittiler. Jinekologlar, kalp cerrahları, pediatristler,
üniversitelerde öğretim üyesi olan doçentler, profesörler “mesleklerini”
bırakıp işyeri hekimi olabilmek için “mücadele” etmeye başladılar. 40 yıl önce
pratisyen hekimliğin başına gelenler, şimdi uzman hekimliğin başına geliyordu.
GELİNEN NOKTA: HACAMATÇI HEKİMLER
Türkiye 2015 yılına hekimliğin
kaderini değiştirebilecek iki gelişmeyle girdi. Bunlardan birincisi nüfusları
hızla yaşlanan ve hekim gereksinimleri artan gelişmiş sanayi ülkelerinin
“mesleki korumacılık” politikalarını gevşetmeye başlaması, ikincisi Sağlık
Bakanlığı’nın bir yönetmelik çıkartarak hacamat, sülük tedavisi gibi bilimsel
olmayan uygulamaların önünü açması oldu.
Bu gelişmeler karşısında hekimler
hızla “pozisyon” almaya başladılar. Artık TUS dershaneleri yerine “yabancı dil”
kurslarına gitmeye başlayan hekimler, yabancı ülkelerin lisans prosedürlerini
izliyor, “açık kapı” kolluyorlardı. Özellikle “genç” hekimler arasında
yaygınlaşan bu eğilim, AB ülkelerinin tercihleri doğrultusunda önümüzdeki
yıllarda bir beyin göçü başlatabilir. Diğer yandan hükumetin tıpta bilimsel
olmayan uygulamalara izin vermesiyle birlikte Türkiye’nin birçok yerinde hızla
“hacamat kursları” açılmaya başladı. Eğitimcilerinin ve öğrencilerinin “hekim”
olduğu kurslar basına yansıdı.
Türkiye 2015 yılında 14 Mart’a
hekimliğin “hekimlik” olmaktan çıkmaya başladığı ve hekimlerin “kendilerini
kurtarmak” için “hacamatçılık” dahil her yolu denedikleri bir ortamda giriyor.
Şüphesiz bütün bu olan bitenlerin sorumlusu hekimler değil, aksine hekimler bu
süreçlerin “mağdurlarıdır”. Kuşkusuz bütün bu süreçlerden tıbbı ve sağlığı
kendisini yeniden üretmek için egemenliğine alan sermaye sorumludur. Hiç kimse
sağlığı özelleştiren ve piyasalaştıran hükumetlerin hekimliğin bu hale
gelmesindeki sorumluluğunu görmezden gelemez. Elbette “çuvaldızı” bunlara
batıracağız fakat artık “iğneyi” de hekimlere batırma zamanı gelmedi mi?
Hekimler bütün bu süreçlerde
“kendilerini kurtarma” çabalarını bir şekilde “meşrulaştırmaya” çalıştırlar.
“Sistem” kendilerini “uzmanlaşmaya” zorlarken, artık pratisyen hekimlik
zamanının dolduğunu, hastalarına daha fazla yardımcı olabilmek için uzmanlık
eğitiminin şart olduğunu söylediler. Aile Hekimliği gündeme geldiğinde, “eğer
biz seçmezsek, zaten zorla Aile Hekimi yapılacağız, direnmenin faydası yok”
dediler. Bir taraftan yeni açılan üniversite ve eğitim hastanelerinde hoca
olmadığından, buralarda eğitim verilemeyeceğinden yakınırken, diğer yandan bu
hastanelerde “uzmanlık öğrencisi” olabilmek için birbirleriyle yarışmayı
sürdürdüler.
Bugün “hacamat hekimliği” Türkiye’de
“bilimsel hekimliğe” son noktayı koymak üzere. Hekimlerimizin bu kez de hacamat
hekimliğini, “eğer biz yapmazsak bu iş üfürükçülerin eline kalacak, bari biz
yapalım da sıhhi olsun” diyerek kabullenmeyeceklerini, tıp fakültelerinde
hocaların baskılara direnerek “hacamat tedavisini” müfredata almayacaklarını, 1827
yılında başlayan “bilimsel hekimlik” yolculuğumuz tarihinin en büyük tehdidi
altındayken, hekimlerimizin “mesleklerine” sahip çıkacaklarını ummak istiyoruz.
Her şeye rağmen 14 Mart tıp
bayramınız kutlu olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder