Andrija Štampar 1 Eylül 1888’de Avusturya
imparatorluğunun egemenliği (işgali) altında bulunan Hırvatistan’da (Drenovac
köyü), yoksul bir öğretmen ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Lise eğitimini Vinkovci'de tamamladıktan sonra 1906
yılında girdiği Viyana Tıp Fakültesi’nde Ludwig Teleky (1872 – 1957) tarafından
verilen toplumcu tıp derslerinden (1) etkilenmiş, henüz öğrenci iken halk sağlığı
ve toplumcu tıp üzerine makaleler yazmaya başlamıştır. Tıp üzerine felsefi
düşüncelerini Znovo dergisinde yayınlayan Štampar’ın, 1911 yılında tıp
fakültesinden mezun olduğunda 70’den fazla yayınlanmış makalesi bulunmaktadır.
1911 – 1913 yılları arasında Karlovac
hastanesinde stajını tamamlayan Štampar, ilk görev yeri olan Nova
Gradiska’ya İlçe Sağlık Müdürü (2) olarak atanmıştır. 1916 yılına dek bu görevi
sürdüren Štampar, 1918 yılında Hırvatistan Sosyal Yardım
Komisyonu’nun Sağlık Danışmanlığı’na atanmış, buradaki çalışmaları sırasında
edindiği deneyimlerle 1919’da çocuk sağlığı, cinsel yolla bulaşan hastalıklar,
tarım reformu ve sağlık eğitimi üzerine yayınlar yapmıştır.
1918 sonunda Sırp, Hırvat ve Sloven
unsurlar, kendilerini egemenlikleri altında tutan imparatorlukların Emperyalistlerarası
Birinci Paylaşım Savaşı’ndan yenilgiyle çıkmaları sayesinde bir araya gelerek,
gelecekte Yugoslavya adını alacak bir devletin temellerini atmışlardır. Štampar, 1919 yılında, henüz 31 yaşında iken Belgrad’ta yeni kurulan Halk Sağlığı
Departmanı’nın (Sağlık Bakanlığı’nın öncülü) müdürlüğüne getirilmiştir. İlk
yıllardaki çalışmalarında (1919 – 1923) daha çok merkezi örgütlenmeye ağırlık
veren Štampar, 1924 – 1930 arası ikinci döneminde taşrada
hijyen hizmetleri sunan kurumlar oluşturmuştur.
1922 yılında tıp fakültesi
müfredatına toplumcu tıp dersi koymak
için mücadele eden Štampar, Zagreb Tıp Fakültesi’nde Sosyal Hijyen dersleri vermeye
başlamıştır (daha sonra bu fakültede bir Toplumcu
Tıp Enstitüsü kurulmuştur). Bakteriyoloji laboratuvarlarını yenileyen ve
yeni laboratuvarlar açan Štampar, ülkede epidemiyoloji
hizmetlerini örgütlemeye başlamıştır. Zagreb’te Tüberküloz Dispanseri,
Trogir’de Sıtma Çalışma ve Kontrol Enstitüsü ve Skoplije’de Tropikal Hastalıklar
Enstitüsü kurulmuştur.
1924 yılı Štampar’ın Halk Sağlık Departmanı yönetimindeki dönüm noktasıdır. Merkezi
örgütlenme tamamlanmış, halk sağlığı hizmetlerinin ülkeye yayılmasının, sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesinin sırası
gelmiştir. Ancak sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi, özel sağlık hizmeti
sunan (satan) hekim ve eczacıların şiddetli tepkileriyle karşılaşmıştır. Tabip
Odaları ve Hırvatistan Tabipler Birliği sağlık hizmetlerinin
sosyalleştirilmesine karşı mücadeleye başlamıştır. Bunun üzerine meslek örgütü
üyeliğinden istifa eden Štampar, muhalefet karşısında geri
adım atmak zorunda kalmış, ancak mücadelesiyle ülkesi dışında büyük bir ün
kazanmıştır.
1926 yılında Andrija Štampar tarafından kaleme alınan sağlığa
yaklaşım ilkeleri şunlardır:
1. İnsanları aydınlatmak, yasa
koymaktan daha önemlidir.
2. Hijyen sorunlarının çözümü için
uygun zemin ve doğru anlayış geliştirmek çok önemlidir.
3. Halk sağlığı sorunları ve halk
sağlığının iyileştirilmesi tıp otoritelerinin (hekimlerin) tekeline
bırakılmamalı, herkes tarafından yüklenilmelidir; çünkü sağlıkta ilerleme
yalnızca değişik meslek gruplarını birlikte çalışması ile elde edilebilir.
4. Hekim, her şeyden önce bir sosyal çalışmacı olmalıdır; hekim
bireysel tedavi ile fazla birşey elde edemez, başarının aracı toplumsal
tedavidir.
5. Hekim ekonomik olarak hastasına
bağımlı olmamalıdır, çünkü bu durum hekimi ana görevlerini yerine getirmekten
alıkoyar.
6. Halkın sağlık sorunlarında, zengin
ve yoksul arasında fark yaratılmamalıdır.
7. Hastanın hekimini değil, hekimin
hastasını arayacağı bir sağlık örgütlenmesi oluşturmak gereklidir; bu insanları
sağlıklı kılmanın tek yoludur.
8. Hekimler, halkın öğretmenleri olmalıdır.
9. Ulusun sağlığı insani önem kadar
ekonomik önem de taşır.
10. Hekimin birincil çalışma alanı
laboratuvarlar ve konsültasyon odası değil, insanların yaşadığı yerlerdir.
Štampar’ın sağlık sistemi için önerdiği bu on ilke üzerinde toplumcu
tıbbın kurucularından Rudolf Virchow’un etkileri çok açıktır. Virchow
tarafından hekimlere biçilen emekçilerin doğal
avukatlığı (3) rolü Štampar’da daha da genişletilerek
öğretmenliğe ve sosyal çalışmacılığa yayılmıştır.
1927’de Zagreb’de Rockefeller
Vakfı’ndan sağlanan bağışla Halk Sağlığı Okulu (4) ve Ulusal Hijyen Enstitüsü
kurmuş ve bunlar aracılığı ile Yugoslavya halk sağlığı sistemi için insangücü
örgütlemeye çalışmıştır. Kuruldukları günden itibaren dönemin en önemli halk sağlığı
sorunlarına odaklanan Okul ve Enstitü, bu dönemde özellikle güvenli içme suyu
sağlanması, enfekte materyallerin uzaklaştırılması ve yaşam koşullarının
iyileştirilmesi gibi konularla yakından ilgilenmiştir. Halk sağlığı
sorunlarının çözümünde ana strateji olarak sıradan insanların eğitimi
benimsenmiş ve bu nedenle Okulda üç bölüm açılmıştır: Sağlık Eğitimi, Sağlık
Propagandası ve Köylü Üniversitesi.
Bunlardan Sağlık Eğitimi bölümü halka yönelik kitaplar ve broşürler vs hazırlarken, Sağlık Propagandası bölümü
sağlık eğitimi mesajları ileten filmler (Alkol ve Sağlık, Sağlıklı Beslenme vb)
üretmiştir. Bu filmlerden bazıları Floransa Film Festivali ve Venedik Film
Festivali’nde ödüller kazanmıştır. Köylü
Üniversitesi’nde, yaşadıkları kırsal alanlarda sağlık sistemi ile köylüler
arasında köprü işlevi üstlenecek olan erkekler için 5 aylık ve kadınlar için 3
aylık kurslar düzenlenmiş ve bu kurslarda hijyen, beslenme, çocuk bakımı,
barınma ve ekonomi gibi dersler verilmiştir.
1928 yılında Štampar’ın sempati duyduğu Hırvatistan Köylü Partisi lideri Stjepan Radic (1871 – 1928) ve
arkadaşlarının Meclis’te öldürülmesinden sonra Meclis Kral tarafından dağıtılmış
ve Kral Anayasayı yürürlükten kaldırarak faşist bir diktatörlük kurmuştur. Bu
süreçte Kral ile anlaşmazlığa düşen Štampar’ın görevine son verilerek
emekli edilmiştir. Štampar için faşizmin pençesine düşen
Yugoslavya’da kalmak zorlaşmış ve ülkesinden ayrılmak zorunda kalmıştır.
1931 Ekim’i ile 1932 Ocak’ı arasında
Rockefeller Vakfı’nın davetlisi olarak ABD ve Kanada’da incelemelerde bulunmuştur.
1932 baharında Cenevre’de kurulan Milletler Ligi Hijyen Komitesi’nin Başkan
Yardımcılığı’na seçilen Štampar, bu dönemde Avrupa’daki Halk
Sağlığı okullarında dersler vermiştir. Uluslararası kamuoyunda sağlık
alanındaki başarılarıyla dikkat çeken Štampar, Milletler Ligi uzmanı olarak 1933
Ocak’ında Çin’e giderek burada kaldığı üç yıl boyunca halk sağlığı hizmetlerini
örgütlemiştir. 1936 yılında Cenevre’ye dönen Štampar, Milletler Ligi Sağlık
Örgütü’nde uzman olarak çalışmasını sürdürmüştür.
Yirminci yüzyılda toplumcu tıbbın en
önemli savunucuları arasında ön sıralarda yer alan Štampar, 1937 yılında Endonezya,
Bandoeng’de Milletler Ligi tarafından örgütlenen Kırsal Yeniden Yapılanma ve Hijyen Konferansı’nda ileride “Temel Sağlık Hizmeti” olarak
kavramsallaştırılacak olan hizmetlerin ilkelerini
bir rapor halinde sunmuştur. Rapor, Virchow’dan 90 yıl sonra sağlık
sorunlarının çözümü için yine, öncelikle toprak
reformunu önermektedir. Bu raporda yer alan öneriler, 1975 yılında DSÖ’nün
önüne 38 yıl sonra yeniden getirilecektir (5).
1938 yılında Harvard Üniversitesi’ne
ders vermek üzere (Cutter Lecture) davet edilmiş (6) ve daha sonra Rockefeller
Vakfı’nın davetiyle ABD’nin birçok üniversitesinde sosyal tıp ve hijyen
dersleri vermiştir. 1939 yılında faşistlerin iktidardan uzaklaştırılması
üzerine Zagreb’e dönen Štampar, Hijyen ve Sosyal Tıp
Kürsüsü’nün başına geçerek aynı yıl Sağlık
ve Toplum isimli kitabını yayınlamıştır. 1940 yılında yayınladığı Hijyen ve Toplumcu Tıp isimli kitabında
toplumcu tıp üzerine düşüncelerini geniş olarak sunmuştur.
1940 yılında tıp fakültesine Dekan
seçilen Štampar, tıp eğitiminin emeğin gereksinimleri
doğrultusunda örgütlenmesi için çalışmalara başlamış ve aynı yıl Zagreb’deki
öğrencilerin toplumsal ve sağlık koşulları üzerine bir çalışma yayınlamıştır. Bu
çalışmaları Almanya’nın 1941 Nisan’ında Yugoslavya’yı işgaliyle son bulmuştur.
Emperyalistlerarası İkinci Savaş boyunca
Naziler tarafından tutuklanarak Avusturya’nın Graz kentinde hapsedilen Štampar, 1944 Ekim’inde başlayan Yugoslav Partizanlar ile Sovyet
birliklerinin ortak harekâtıyla Belgrad’ın faşistlerden temizlenmesi sonucu
özgürlüğüne kavuşmuştur. 1945 Kasım’ında yapılan seçimleri komünistlerin
önderliğindeki Halk Cephesi kazanmış ve 2 Aralık’ta Yugoslavya Federal
Demokratik Cumhuriyeti kurulmuştur. Štampar da Zagreb Tıp Fakültesi’ndeki
görevine geri dönmüştür.
Toplumcu tıbbın temel düşüncelerinden
biri, sağlık sorunları üzerine çalışmanın yalnızca hekimlerin değil, aynı
zamanda mühendis, veteriner, pedagog, tarımcı gibi diğer uzmanların da işi
olduğudur. Štampar böyle bir çalışmayı başlatmak için 1947 yılında Tıp
Fakültesi bünyesine alınan Halk Sağlığı Okulu’nda Halk Sağlığı, Çevre Sağlığı,
İşçi Sağlığı ve Sosyal Pediatri konularında mezuniyet sonrası eğitimler
verilmiştir. Bu çalışmalarının yanısıra 1952 – 1957 yılları arasında beş yıl
üst üste Zagreb Üniversitesi Tıp Fakültesi dekanlığını da üstlenmiştir.
Yaşamının son yıllarını tıp
eğitiminde reformlara adayan Štampar, eğitimde önleyiciliğe ve sağlığın
toplumsal boyutuna vurgu yapılmasını sağlamış, eğitimde teorik dersleri
azaltarak uygulamalı derslere ağırlık vermiş ve eğitimi üniversite hastaneleri
dışındaki hastanelere genişletmiştir. Tıp eğitimine Tıbba Giriş (tıbbi
sosyoloji), Hemşirelik ve Sağlık İstatistikleri gibi dersler koymuştur. Ayrıca
Sanayi Hijyeni’ne (işyeri hekimliği) büyük önem veren Štampar bu isimle bir
Enstitü kurulmasına ön ayak olmuştur.
Dünya Sağlık Örgütü’nde (DSÖ) görevli
bulunduğu yıllarda Afganistan, Mısır, Sudan ve Habeşistan’da sağlık
hizmetlerinin örgütlenmesine katkıda bulunmuştur. 13 Mayıs 1955’te DSÖ’nün
Meksika’da düzenlenen bir toplantısında sosyal tıp alanında en prestijli
uluslararası ödül olan Leon Bernard
Madalyası (7) ile ödüllendirilmiştir.
Štampar, 26 Haziran 1958’de yaşamını
yitirmiştir. Zagreb’te adına adanmış bir Halk Sağlığı Okulu (3) olup, 1993’den
beri Avrupa Halk Sağlığı Okulları Birliği tarafından halk sağlığı alanında
üstün başarı gösterenlere Andrija Štampar
Madalyası (8) verilmektedir.
ÖZETLENMİŞ BİYOGRAFİ
1888, 1 Eylül
Doğum, Hırvatistan, Drenovac köyü.
1911, Viyana
Tıp Fakültesi’nden mezuniyet.
1918,
Hırvatistan Sosyal Yardım Komisyonu’na Sağlık Danışmanı olarak atanma.
1919, Halk
Sağlığı Departmanı’na yönetici olarak atanma.
1927,
Zagreb’de Halk Sağlığı Okulu ve Hijyen Enstitüsü’nün açılması.
1931, Halk Sağlığı Departmanı yöneticiliğinden azledilme.
Milletler Ligi Sağlık Örgütü.
1933 – 1936,
Milletler Ligi Sağlık Örgütü uzmanı olarak Çin’de görev.
1939, Zagreb
Tıp Fakültesi Hijyen ve Sosyal Tıp Kürsü Başkanlığı.
1940 – 1941,
Zagreb Tıp Fakültesi dekanlığı.
1941 – 1945,
Faşistlerin elinde esaret (Graz hapishanesi).
1945, Zagreb
Tıp Fakültesi’ne dönüş. Zagreb Üniversitesi Rektörü.
1946, Dünya Ssağlık
Örgütü çalışmaları.
1948, Dünya Sağlık
Örgütü Meclisi’ne Başkanlık.
1952 – 1957,
Zagreb Tıp Fakültesi dekanlığı.
1958, 26
Haziran’da yaşamını yitirdi.
ŠTAMPAR’IN DÜŞÜNCESİ VE TOPLUMCU TIBBA KATKILARI
Makale ve kitapları ile yönetici
olarak görev aldığı dönemlerde ülkesinde ve dünyada (özellikle Çin)
gerçekleştiridiği sağlık uygulamaları incelendiğinde, Štampar’ın tıp alanındaki toplumcu düşüncelerinin oluşumu ve gelişimi
üzerinde özellikle F. Engels (İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu), R. Virchow
(Tıp Reformu dergisinde yayınlanan yazıları) ve çağdaşları A. Grotjahn (9) ile
H.E. Sigerist’in (10) etkileri görülebilir. Štampar, ülkesinin ve dünyanın politik
ortamına göre, kimi zaman bu yazarlara açıkça isimlerini vererek atıf yapmış,
kimi zaman bu yazarların düşüncelerine kendi eserlerinde isimlerini anmadan yer
vermiştir.
Štampar’ın önemli bir esin kaynağı da Sovyetler Birliği’dir (11). Özellikle
Sovyetler Birliği’nin kuruluş yıllarındaki toplumcu tıp ve sağlık uygulamalarından
(Semaşko modeli) çok etkilenmiş (12) ve bunlardan bir kısmını (dispanserler,
işyeri hekimliği, sağlık eğitimi vb) hemen ülkesinde uygulamaya başlamıştır. Štampar’ın kurduğu halk sağlığı örgütünde ve çalışmalarında Sovyet
deneyiminin etkileri (tıp eğitiminde pratiğe ağırlık verilmesi, Köylü
Üniversitesi vb) açıkça gözlenebilir.
Štampar’ın etkilendiği düşünce
akımlarından biri de, toplumu bir organizma gibi kavrayan yaklaşımdır.
Virchow’da da etkilerini gördüğümüz (13) bu yaklaşım, bireyler gibi toplumların
da hastalanabileceğini, bu nedenle sosyal bilimlerin tıp üzerinde büyük bir
etkisi olduğunu öne sürmektedir. Štampar’a göre tıbbi gözlemin nesnesi tekil
organizma değil, toplumsal organizmadır ve hekim toplumun nabzını tutar.
Buradan hareketle Štampar, toplumsal bir organizma olan bireyin, bireysel
olarak tedavi edilemeyeceğini, toplumsal olarak tedavi edilmesi gerektiğini
savunmaktadır.
Štampar’da sosyal hastalık kavramı
önemli bir yer tutar. Sosyal hastalıklara paraziter hastalıkların hemen bütün
özelliklerini atfeden Štampar, bu hastalıkların tek tek bireyleri tedavi ederek
tedavi edilemeyeceğini savunmaktadır. Bu bağlamda yoksulluk/hastalık ikilisine
vurgu yapılarak sosyal hastalıkların kökeni olarak yoksulluk gösterilir. İşçi
sınıfının yoksulluk ve sosyal hastalıklarla ilişkilendirildiği bu model Štampar’ın
çağdaşları İspanya Ulusal Hijyen Enstitüsü üyesi Francisco Murillo (1865 – 1944) ve Belçikalı
bir hekim olan ve 1946 yılında DSÖ kuruluşu için Teknik Hazırlık Komitesi’ne
başkanlık yapan René Sand (1877
– 1953) tarafından da benimsenmiştir. Štampar’a göre yoksulluk, doğumsal
(konjenital) bir sosyal hastalıktır. Alkolizm, tüberküloz ve cinsel yolla
bulaşan hastalıklar toplumun kanserleridir.
Bütün sosyal hastalıklar kapitalizmin
acımasızlığından kaynaklanmaktadır.
Hastalıkların nedeni, işçi sınıfını ve yoksulları acımasızca sömüren toplumsal
düzendir. Štampar’a göre sosyal hastalıklar ile toplumsal düzenin bileşiminden
oluşan alkolik kapitalizm, sermayesinden azami kar sağlarken, elverişsiz
koşullar altında yaşayan örgütsüz emek oltaya takılmaktadır. Bu nedenle
alkolizmle mücadelede başarı için örgütlü emeğin gereksinimlerine göre
örgütlenmiş bir toplumsal düzen gereklidir.
Štampar’ın kalitesiz barınma
hastalığı olarak tanımladığı tüberküloz, bu hastalığa duyarlılığı olan,
genellikle zayıf ve genç insanların hastalığıdır. Bu hastaları tedavi eden
hekim zamanının büyük bölümünü hastasına ilaç yazmaya değil, hastasının
toplumsal ilişkilerini incelemeye ayırmalıdır.
Štampar cinsel yolla bulaşan
hastalıklara da aynı mercekten bakmaktadır. Hastalığın en önemli nedeni
fahişelik, fahişeliğin en önemli nedeni de yoksulluktur. O halde tek tek
belsoğukluğu vakalarıyla uğraşmak yerine, bu hastalığın yayılmasına neden olan
fahişeliğin toplumsal nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik çabalara ağırlık
verilmelidir. Bu da tek başına sağlıkçıların ve sağlık hizmetlerinin
başarabileceği bir iş değildir.
Štampar’ın hastalıkların prevalansı,
yayılması ve tedavisini anlamak için kullandığı toplumsal çerçeve,
hastalıklarla mücadelede kültüre büyük bir yer verir. Belli bir bölgede, belli
bir hastalığın prevalansını anlamakta, bu bölgenin kültürünün tarihini ve
gelişimini anlamak önemli bir belirleyicidir. Štampar’a göre kültür ve kültürel
ilerleme hastalıkların baş düşmanıdır.
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde
toplumcu tıp geleneği içinde yer alanlar arasında, bu dönemde popülarite
kazanan sosyal Darwinizm ve öjenik (eugenics) akımlardan etkilenenler olmuştur.
Bunlar arasında Virchow’un düşüncelerinin sonraki kuşaklara aktarılmasında
önemli bir rolü bulunan Alfred Grotjahn olduğu gibi Andrije Štampar da
bulunmaktadır. Kuşkusuz bu durum Štampar’ın Rockefeller Vakfı ile sıcak
ilişkiler kurmasını da açıklayabilir (14).
ŠTAMPAR’IN DSÖ’NÜN KURULUŞU VE SAĞLIK TANIMINI BENİMSEMESİNDEKİ ROLÜ
Štampar 1945 yılında özgürlüğüne
kavuştuktan sonra uğraşlarını yalnızca ülkesiyle sınırlamamış, Emperyalistlerarası
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası daha adil bir dünya kurulması için Birleşmiş
Milletler bünyesinde çaba harcamıştır.
Savaşla birlikte Milletler Ligi’nin (15)
yıkılmasından sonra, İngiltere, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika,
Yunanistan, Belçika, Çekoslovakya, Lüksembourg, Hollanda, Norveç, Polonya,
Yugoslav ve Fransız hükümetlerinin temsilcileri 12 Haziran 1941'de Londra'da
"hem savaşta, hem barışta, bir arada ve öteki özgür halklarla birlikte
çalışmayı" öngören Bildirge imzalamışlardır. Milletler Ligi yerine
kurulacak olan Birleşmiş Milletler için atılan bu ilk adımın ardından, 14
Ağustos 1941'de ABD Başkanı Franklin Roosevelt ile İngitere Başbakanı Wilson
Churchill, barış ve güvenliğin korunmasına yönelik uluslararası işbirliği için
bir ilkeler dizisi önermişlerdir (16).
1 Ocak 1942 günü, Mihver ülkelerine
karşı savaşmakta olan 26 ülkenin temsilcileri, Birleşmiş Milletler
Bildirgesi'ni imzalayarak Atlantik Şartı'na desteklerini ilan etmişlerdir (17).
30 Ekim 1943'te Moskova'da imzalanan bir bildirge ile SSCB, İngiltere, ABD ve
Çin Hükümetleri, barış ve güvenliğin korunması amacıyla uluslararası bir
örgütün ivedilikle kurulması için çağrıda bulunmuşlardır. Bu hedef, ABD, SSCB
ve İngiltere liderlerinin 1 Aralık 1943'te Tahran'da yaptıkları toplantıda da
onaylanmıştır.
Birleşmiş Milletler’in ilk şablonu,
Washington'da Dumbarton Oaks Köşkü'nde yapılan bir toplantıda çizilmiştir. 21
Eylül ile 7 Ekim 1944 tarihleri arasında iki aşamalı olarak gerçekleşen
görüşmelerde SSCB, İngiltere, ABD ve Çin temsilcileri, kurulacak bir “dünya
örgütünün” hedefleri, yapısı ve işleyişi üzerinde görüş birliğine varmışlardır.
Bu süreçte Milletler Ligi’nin Sağlık
Örgütü de işlevlerini yerine getirememiş ve yeniden uluslararası bir sağlık
örgütü gereksinimi doğmuştur. İlk olarak savaşın yaralarını sarmak ve halk
sağlığı çalışmalarına yardımcı olmak amacıyla 1944 yılında Birleşmiş Milletler
Yardım ve Rehabilitasyon İdaresi kurulmuştur (18).
Yalta'da yaptıkları bir dizi
toplantının ardından Roosevelt, Churchill ve Stalin, 11 Şubat 1945 tarihinde,
barış ve güvenliği korumak amacıyla bir uluslararası örgüt kurma kararlarını
resmen açıklamışlardır. 25 Nisan 1945'de aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 50
ülkenin temsilcileri, San Francisco'da bir araya gelerek 111 maddeden oluşan
Antlaşma'ya son şeklini vermişlerdir. Antlaşma, oybirliği ile kabul edilmiş ve
ertesi gün imzalanmıştır. San Fransisko toplantısında Brezilya ve Çin
delegeleri tarafından, yeni örgütlenen Birleşmiş Milletler bünyesinde bir uluslararası sağlık örgütü kurulması da
önerilmiştir.
Bir yanda bu bahar iyimserliği
yaşanırken, diğer yanda kapitalist dünya sosyalizmin bir dünya sistemi haline
gelişini endişeyle izlemektedir. Daha şimdiden dünya coğrafyasının önemli bir
bölümü sermayenin kontrol ve denetiminden uzaklaşmıştır. Dünya pazarlarını
yeniden paylaşmak için birbirine giren emperyalist güçlerin önemli bir bölümü,
Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulguru yitirmişlerdir. Bütün bu gelişmeler
yaklaşan soğuk savaşın ilk esintilerini politikaya taşımaktadır. Birleşmiş
Milletler de emek ve sermaye arasındaki savaşın arenalarından biri olacaktır.
Kuşkusuz bu durum kendisini en
belirgin haliyle komisyonların oluşturulması ve yöneticilerin atanmasında
göstermektedir. Başını ABD’nin çektiği sermaye cephesi ile Sovyetler
Birliği’nin çektiği emek cephesi Birleşmiş Milletler’deki pozisyonları
birbirlerine kaptırmak istememektedirler. Bu ortamda Birleşmiş Milletler’in
1946 Ocak ayında Londra’da yapılan ilk toplantısında Yugoslavya delegesi Štampar,
Ekonomik ve Sosyal Konsey Başkan
Yardımcılığı’na seçilmiştir. Uluslararası bir sağlık örgütü kurulması için 1946
yılı Mart ve Nisan aylarında toplanacak olan Paris Konferansı’na hazırlık yapmak üzere bir Teknik Hazırlık Komitesi oluşturulmuştur. Komite’de yer alan Štampar,
DSÖ Anayasası’nın yazımında rol
almıştır.
1946 Haziran ve Temmuz’unda New
York’ta bir Uluslararası Sağlık
Konferansı düzenlenmiştir. Konreransa 51 ülkeden temsilciler katılmıştır. Konferansta
Hazırlık Komitesi’nin hazırladığı Anayasa taslağı tartışılmış ve üye ülkelerin
Meclis’lerinde de kabul edilmesi şartıyla birkaç küçük değişiklikle geçici
olarak kabul edilmiştir. Konferans’ta ayrıca 18 ülkeden üyelerden oluşan, Geçici Komisyon kurulmasına karar
vermiştir. Štampar oy birliği ile bu Komisyon’un başkanlığına seçilmiştir.
Ancak Štampar’ın bu kez seçilmesi
kolay olmamıştır. Öncelikle ABD temsilcisi Thomas Parran ve Sovyetler Birliği
temsilcisi Feodor G. Krotkov Komisyon’un kuruluşuna itiraz etmiştir. Daha sonra
belli bir uzlaşma sağlanmış olsa da, Komisyon çalışmalarının pek kolay
geçmeyeceği daha baştan belli olmuştur.
1946 – 1948 yılları arasında Geçici
Komisyon çalışmalarına başkanlık eden Štampar, 7 Nisan 1948 tarihinde yapılan
bir toplantıda faaliyetler hakkında bilgi sunmuş ve DSÖ Anayasası’nın üye
ülkeler tarafından onaylanarak yürürlüğe girdiğini bildirmiştir. Bu sürecin çok
daha kısa süreceğinin umulmasına karşın, birçok ülke Meclis’i DSÖ Anayasası’nı
onaylamak noktasında çok istekli davranmamıştır. 23 Ocak 1948’de henüz ABD
Kongresi dahi Anayasa’yı onaylamamış, onaylayan ülke sayısı 20’de kalmıştır
(19). Štampar’ın çok büyük çabasının da katkısıyla Şubat 1946’da 29 ülkenin
onayı alınabilmiştir.
24 Haziran – 24 Temmuz 1948’de
Cenevre’de Birinci Dünya Sağlık Meclisi
toplanmış ve Štampar DSÖ Başkanlığı’na
seçilmiştir. Bu toplantıda yaptığı konuşmasında Štampar şunları ifade etmiştir:
“Hastalıklara yalnızca
fiziksel ve biyolojik etmenler neden olmazlar. Sanitasyon konularında yalnızca
teknik açıdan değil, aynı zamanda sosyolojik açıdan da ele alınması gereken
ekonomik ve sosyal etmenler önemi giderek artan bir rol oynamaktadırlar...
Sağlık, daha iyi ve daha mutlu bir yaşamın yaratılmasında bir etmen olmalıdır.
Herkes için sağlık temel bir insan hakkı olduğundan, topluluğun bütün üyelerine
olabildiğince tam bir sağlık koruması sunma yükümlülüğü olmalıdır. Tıp bilimi
savunmacı olmaktan çok pozitif bir tutum takınmalıdır. Dünya Sağlık Örgütü’nü
bu alanda büyük görevler beklemektedir ve gelecekteki başarıları büyük ölçüde
bu düşünceleri uygulamaya koyabilme yeteneğine bağlı olacaktır. Açıktır ki,
Dünya Sağlık Örgütü ulusal sağlık idarelerinin üzerine yerleştirilmiş bir
sağlık idaresi olamaz; ancak, fikir alış-verişiyle, doğru bir tutumla ve
deneyimlerin yaygınlaştırılmasıyla bu alanda çok şey yapabilir. Diğer yandan
Dünya Sağlık Örgütü negatif bir tutum benimserse (yani uluslararası önemde
belirli hastalıklara karşı savunma tutumu benimserse) ve sağlık sorunlarını
küresel önemde sorunlar olarak ele almazsa, daha baştan yenilgiye mahkumdur ve
savaşı yitiririz... Ayrıca önümüzde Dünya Sağlık Örgütü için diğer bir görev
görünüyor –yeni tip bir hekim ve uzmanlaşmış sağlık emekçilerinin gelişimine
katkıda bulunmak. Sağlığını yitirenlere hizmet sunacak olan bu yeni hekim tipi,
bunun modern halk sağlığı hekiminin görevlerinin ve işinin yalnızca bir kısmı
olduğunu anlayacaktır. Hedef sözcüğün en geniş anlamında herkes için sağlığın
başarılmasına tam katkıda bulunmaktır. Bu yoldan ilerlersek, Dünya Sağlık
Örgütü dünya barışının ve uluslar arasında anlayışın güçlü bir öncüsü haline
gelebilir”.
Štampar Dünya Sağlık Örgütü’nün ilk
10 yılında çok önemli roller alarak, kırsal kesimde sağlık hizmeti
örgütlenmesi, hemşirelerin eğitimi ve sağlık sistemi içindeki statüleri,
özellikle sanitasyon ve su kirliliği temaları başta olmak üzere çevre sağlığı
alanlarında önemli katkılarda bulunmuştur. Kuşkusuz bunlar arasında en önemli
katkısı, DSÖ Anayasası’nın Giriş
bölümünü kaleme almış olması ve burada bugün de kullanılmaya devam edilen sağlık tanımını yapmasıdır:
Sağlık “yalnızca
hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, fiziksel, ruhsal ve toplumsal bakımdan
tam bir iyilik halidir”.
DSÖ’NÜN SAĞLIK TANIMININ ANLAM VE ÖNEMİ
İlk çağlarda insanlar hastalıkları “dışsal”
olgular olarak görmüşlerdir. Hastalıkları miasma, şeytani güçler, işlenen
günahlar veya lanetlenme gibi dışsal etkenlere bağlayan tarım toplumu
insanları, bu etkenlerin hastalıkları oluşturma mekanizmasına model olarak (en
iyi bildikleri yoldan giderek), tohumun toprak altında bitkilere gelişmesini
örnek almışlardır. Nasıl toprağa “dışarıdan” atılan küçük tohum zerreleri
çeşitli bitki ve sebzelere dönüyorsa, dışsal hastalık etkenleri de beden içinde
aynı şekilde büyür ve hastalıklara ilişkin dışarıdan görülebilen belirti ve
bulgular ortaya çıkar. Yine bu hastalık etkenleri hasta bir bedenden çıkıp,
sağlam bir bedene geçerek yayılabilir. Sonuç olarak hastalık etkeni kesinlikle
insana dışsaldır ve ancak dışarıdan gelir. Eski Yunanistan’da hastalıkların
Pandora’nın kutusundan çıkması, İncil ve Kuran gibi kitaplarda hastalıkların
tanrı tarafından ceza olarak gönderildiği efsaneler hastalıkların dışsallığına
ilişkin düşünceleri pekiştirmekte ve ilahi bir referans sağlamaktadır.
Ontolojik hastalık teorilerine ilk
bilimsel yanıt 19. yüzyılda Virchow’dan gelmiştir. Virchow’a göre bir hasta iki
antiteden oluşur: (a) kendisi ve (b) edinilmiş hastalık. Ancak edinilmiş
hastalık kökenini ontolojik teorilerde olduğu gibi organizmanın dışından (dış
dünyadan) değil, bizzat hastanın bedeninden almaktadır. 17. – 19. yüzyıllar,
tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş dönemidir ve bu süreçte insanın
dünyaya bakışı ve algılayışı bu dönemde değişmeye başlamıştır.
Rodin’e göre insanların hastalıkların
nedenlerine ilişkin yaklaşımları beş
aşamadan geçmiştir. Antik dönemde
hastalıkları işledikleri bir günahın cezası veya şeytanın bir eylemi olarak
kavrayan insanlar, sağlık sorunlarının çözümü için şamanlara vb. başvurmuş,
hastalıklar dualar ve şeytan kovma ayinleriyle tedavi edilmeye çalışılmıştır.
Günümüzde kanser gibi henüz tıbbın yetersiz kaldığı hastalıklara yakalananların
“tanrım ben ne yaptım da bu derdi bana
verdin?” türünden yakınmaları, bu çağlardan kalma bir kavrayışı anımsatır.
Eski Yunan döneminde olaylar ve olgulara akılcı açıklamalar getirme çabası, tıpta humour teorisinin kabul edilmesiyle
kendisini gösterir. Buna göre vücut sıvıları (kan, balgam, sarı ve siyah safra)
arasındaki anormal etkileşimler belirli hastalıkların semptomlarına yol
açmaktadır. Hekimin görevi hastasının vücut sıvılarının yeniden normal duruma
gelmelerine yardımcı olmaktır. Günümüzdeki alternatif tıp uygulamaları
(perhizler, egzersizler, diyet vb) kökenlerini bu anlayıştan alırlar.
Orta çağda
(veya feodal toplumlarda) dinin toplumsal yaşam üzerine yeniden egemen olması,
olay ve olgulara akılcı yaklaşımlar getirme çabalarını zayıflatmıştır. Her ne
kadar Hipokratik – Galenik tıbbi yöntemler terk edilmemiş olsa da,
hastalıkların nedenlerine ilişkin astrolojik yaklaşımlar yaygınlaşmıştır. Buna
göre hastalık, sağlık ve ölüm aslında yıldızların etkisi altındaki olaylardır
ve tedavinin planlanmasında güneşin konumu ve mevsimler çok önemlidir.
İnsanın hastalık semptomlarına hastalanan organların neden olduğu
bilgisine ulaşması 14. yüzyıldan sonra mümkün olabilmiştir. İtalya’da
salgınların nedeninin anlaşılabilmesi için Papa’nın ölüler üzerinde otopsi
yapılmasına izin vermesiyle birlikte, batı dünyasında hastalıklara ilişkin
bilgiler hızla artmaya ve çağdaş tıp oluşmaya başlamıştır. Gözleme dayalı tıp
yerini, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin elverdiği ölçüde, tıbbın
günümüzdeki son aşaması olan deneysel tıbba bırakmıştır.
Aydınlanma çağı
ile birlikte yaşamı dinsel öğretilerle açıklama çabalarının yerini yeniden
akılcı yaklaşımların alması, özellikle tıbbın deneysel döneminde tıpta büyük
gelişmelere yol açmıştır. Hastalık etkenlerinin mikroskop altında gösterilmesi
ve bu etkenlerin hangi mekanizmalarda hastalıklara yol açtığının ortaya
konması, insanların geleneksel sağlık/hastalık anlayışlarını pekiştirmiştir.
İnsan bedenini bir makine olarak
gören ve hastalıkları bu makinenin bozulması olarak yorumlayan yaklaşım, sağlık
hizmetlerini de insanın hastalıklardan korunması ve hastalandığında da bozulan
kısmının tamir edilmesi olarak kavramıştır. Sağlığa biyomedikal yaklaşım olarak tanımlanan bu mekanik bakış, sağlığın
hastalık veya sakatlığın olmayışı biçimindeki geleneksel tanımıyla tam bir uyum
içindedir.
Fransız devrimini izleyen yıllarda
Avrupa’da özgürleşmeye başlayan bilim dünyası, olayları ve olguları kutsal
kitapları referans almadan, bilimsel yöntemlerle açıklama çabalarını
arttırmıştır. 1800’lerin başlarında Fransa’da Villermé, Cabanis ve Guerin
sağlık ile sosyal yapı arasındaki ilişkilere işaret eden bulgular ortaya
koymuşlardır. Tarihin çok eski dönemlerinden beri fiziksel çevre ile bazı
hastalıklar (örneğin sıtma) arasında ilişki olabileceğinden kuşku duyulmuş
fakat ilk kez 18. yüzyılda Avrupa’da hastalıkların ve ölümlerin kentlerin
yoksul mahallelerinde ve özellikle işçi sınıfının yaşam alanlarında
yoğunlaştığı açıkça ifade edilmeye başlamıştır. İngiltere’de Chadwick ve
Thackrah, yaşam ve çalışma koşulları ile hastalıklar ve ölümler arasındaki
ilişkiye dikkat çekmişlerdir.
Yaşama diyalektik materyalist bir
perspektifle bakan Engels, 1845 yılında yayınlanan İngiltere’deki emekçi
sınıfların yaşam ve çalışma koşullarını değerlendirdiği eserinde, kapitalist
üretim tarzı ve toplumun kapitalizmin (sermayenin) gereksinimlerine göre
örgütlenmesi ile hastalık ve ölüm arasındaki ilişkiye örnekler sunmuş ve bugün sağlığın
sosyal (toplumsal) belirleyicileri olarak tanımlanan gelir, barınma,
beslenme, eğitim vb. belirleyicilerle hastalıklar ve ölüm arasındaki ilişkiyi
bilimsel kanıtlarla ortaya koymuştur.
Virchow hastalıkların bağımsız veya
izole varlıklar, otonom organizmalar, bedeni istila eden veya bedende gelişen
parazitler olmadıklarını; yalnızca değişen koşullar altındaki yaşam
süreçlerinin görüngüleri olduğunu açıklamıştır. Bu anlayışla hastalıklar
organizmanın “iç ortamlarındaki” bazı dengeleri bozan değişimlere tepkisi veya
bunlarla başa çıkabilmekte başarısızlığa uğraması sonucu oluşur.
Canlı organizmalar dış ortamlarıyla
değil, fakat iç ortamlarında dinamik bir denge durumunda olan sistemler olarak
görülebilir. Yaşamlarını sürdürebilmek için dış ortamla sürekli olarak enerji
ve madde alış-verişi yaparken, iç ortamlarının bileşimini belirli sınırlar
içinde sabit tutmaya çalışırlar. İç ortamlarındaki değişimlere davranışsal
yanıtlar, immün tepkiler ve detoksifikasyon süreçleri gibi çeşitli homeostatik
mekanizmalarla uyum sağlarlar. Bu görüşe göre hastalık, iç ortamdaki
değişimlerin geçici veya kalıcı olarak organizmanın uyum kapasitesini aşması
veya uyum mekanizmalarındaki bir bozulmanın yetersiz bir yanıta yol açması
sonucu oluşur.
Ancak 19. yüzyılda hastalıkların
etiyolojisine ilişkin geleneksel sağlık tanımıyla uyum içindeki bu yaklaşımlar,
daha Koch’un tıpta devrim yarattığı düşünülen postulatlarını ortaya koyduğu
günlerde eleştirilmeye başlamıştır. Hastalıklar ve ölümler ile hastalık
etkenleri dışında başka şeylerin de ilişkili olabileceğini düşündüren
çalışmalar, belirli bir etkenin bazı insanlarda hastalığa yol açarken
başkalarında hastalığa yol açmadığına ilişkin gözlemler ve deneyler,
hastalıkların nedenlerine ilişkin biyomedikal yaklaşımı sorgulamaya
başlamıştır.
Bütün bu tarihsel süreçte sağlık ve
hastalık birbirlerinden bağımsız ve ayrı kategoriler olarak kavranmaktadır. Bir başka ifadeyle bunlardan biri varsa,
diğeri yoktur; yani bir insan ya sağlıklı, ya da hastadır. DSÖ’nün sağlık
tanımı ise, sağlık ve hastalığı tek bir sürecin birbirlerinden makasla kesilip
ayrılamayacak anları olarak
kavramasıyla önceki sağlık kavrayışlarından niteliksel
bir sıçramayı ifade etmektedir (20). Daha önceleri sağlık, sağlığın fiziksel
boyutu dışında kalan boyutlarına (ruhsal, toplumsal vb) vurgu olsun ya da
olmasın, yalnızca hastalık ve sakatlığın olmayışı biçiminde tanımlanmaktaydı. Oysa
DSÖ artık bir bireyin sağlıklı olup olmadığına karar vermek için onun hasta
veya sakat olup olmadığına değil, bedensel, ruhsal ve toplumsal bakımdan tam
bir iyilik hali içinde olup olmadığına bakılması gerektiğini söylemektedir.
Sağlığa bu bakış, sağlığa ilişkin o
güne kadar bilinen ve uygulanan herşeyin alt-üst olması anlamına gelmektedir.
Sağlığı, hastalığın ve sakatlığın yokluğu olarak gören, dolayısıyla sağlığı
biyolojiye indirgeyen anlayışın tıp eğitiminden sağlık hizmetlerinin
örgütlenmesine kadar her alanda yaklaşımı hastalık odaklıdır. Yani bu anlayış
esas olarak hastaların iyileştirilmesini ve mümkünse sağlığın korunmasını esas
alır ve tıbbı ve sağlık hizmetlerini bu anlayış çerçevesinde örgütlemeyi
öngörür.
Oysa DSÖ, sağlığı yalnızca hastalık
ve sakatlığın olmayışı değil, aynı zamanda bedensel, ruhsal ve toplumsal bir
iyilik hali olarak tanımlayarak, sağlık ve iyilik odaklı pozitif bir yaklaşımı
benimsemektedir. Bu yaklaşım aynı zamanda sağlık için tıbbi hizmetler dışında
başka şeylerin de yapılması gerektiği anlamına gelir. Bu anlayışta sağlık
hizmetleri yalnızca hastaların tedavisi veya insanları hastalıklardan koruyacak
önlemlerin alınmasıyla (tıbbi hizmetlerle) sınırlı değildir, sağlıksızlık
üreten maddi yaşam ve çalışma koşullarının değiştirilmesi de sağlık hizmetleri
kapsamında değerlendirilir.
Kuşkusuz bu anlayış 1948 yılında
birdenbire ortaya çıkmamıştır; aksine geçen yüz yıllık bir dönem içinde
oluşmuş, gelişmiş ve yaygınlaşarak Dünya Sağlık Örgütü tarafından son haliyle
tanımlanabileceği bir olgunluğa ulaşmıştır.
Hastalıkların
ve dolayısıyla sağlığın kökenlerinin insanların maddi yaşam ve çalışma
koşulları olduğunu tarihte ilk ortaya koyan Friedrich Engels’tir. Engels 1845
yılında yayınlanan İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu isimli eserinde
sanayileşmenin emekçileri nasıl kaçınılmaz olarak hastalıklara neden olan
koşullarda yaşamaya ve çalışmaya zorladığını kanıtlamış ve hastalık ve ölüm
üreten bu koşulların değiştirilmesi gerektiğini söylemiştir.
Engels’ten büyük ölçüde yararlanan ve
toplumcu tıbbın babası olarak tarihe
geçen Rudolf Virchow, insanların içinde yaşadığı maddi koşulların hangi
mekanizmalarla sağlıklarını ellerinden aldığını ve bunlarla mücadele için neler
yapılması gerektiğini ortaya koymuştur. Daha sonra Virchow’un düşünceleri önce
Avrupa’da, daha sonra Amerika kıtasında diğer toplumcu tıp üstatları tarafından
geliştirilmiş, Sovyetler Birliği’nde yaşama geçirilmiş ve 1940’larda DSÖ sağlık
tanımı olarak billurlaşabileceği bir hale gelmiştir.
1941 yılında, sağlığa toplumcu açıdan
yaklaşan ve toplumcu tıp düşüncesinin teorisyenlerinden biri olan Henry E. Sigerist,
“sağlıklı bir bireyin, bedensel ve ruhsal
bakımdan dengeli ve fiziksel ve toplumsal ortamına iyi uyum sağlayabilen biri”
olduğunu ifade etmiştir. Bu anlamda sağlık yalnızca
hastalığın olmayışı değildir; yaşamdan keyif almak ve yaşamın bireyin önüne
koyduğu sorumlulukları neşeyle kabullenmektir. Andrija Štampar DSÖ Anayasası
için sağlığın tanımını yaparken, yukarıda aktarılan süreçten damıtılarak gelen
ve Sigerist’te billurlaşan bu pozitif yaklaşımdan oldukça etkilenmiştir.
Kuşkusuz sağlığı bu şekilde
tanımlamak, sağlığa ve dolayısıyla tıp eğitiminden, sağlık hizmetlerinin
sunumuna kadar tıbbın ve sağlığın örgütlenmesine bambaşka bir yaklaşım getirmek
demektir. Nasıl sağlığı, hastalığın ve sakatlığın olmayışı olarak gören
yaklaşımın dolaysız bir ürünü olarak tedavi edici hekimlik ve sanitasyon ortaya
çıktıysa ve bunlar muayenehaneler ve hastaneler ile halk sağlığı kurumları olarak
örgütlendiyse; sağlığı yalnızca hastalığın ve sakatlığın olmayışı değil, aynı
zamanda bedensel, ruhsal ve toplumsal olarak tam bir iyilik hali olarak gören
yaklaşımın doğrudan bir ürünü olarak önce koruyucu ve tedavi edici hizmetlerin
birbirlerinden bağımsız ve ayrı ayrı değil bütüncül
olarak ve bir arada sunulduğu
kurumlar (dispanserler) ortaya çıkmış, daha sonra sağlık hizmetlerini salt
tıbbi hizmetler olmaktan çıkartarak diğer disiplinlerle birleştiren temel sağlık hizmetleri kavramı ortaya atılmıştır.
Daha önce de belirtildiği gibi Štampar, 1937 yılında günümüzde Temel Sağlık
Hizmetleri olarak bilinen topluma dayalı bir örgütlenme ve hizmet anlayışını ilkeler
bazında ortaya koymuştur (6).
Özetlemek gerekirse, Dünya Sağlık
Örgütü’nün sağlığı toplumcu bir bakış açısıyla tanımlamış olması kuşkusuz çok
önemlidir; fakat bu, sağlığı böyle tanımlamanın gerekleri yerine
getirilmedikçe, tek başına fazla bir anlam ifade etmeyecektir. Nitekim bu
tanımın gerek Dünya Sağlık Örgütü’nün ve gerekse tek tek ülkelerin sağlık
politikalarına yansıtılmasında çok büyük sorunlarla karşılaşılmıştır.
DSÖ’NÜN SAĞLIK TANIMINA ELEŞTİRİLER
Emperyalistlerarası İkinci Paylaşım
Savaşı’ndan sosyalizmin beklenmedik bir şekilde bir dünya sistemi olarak ve dünyanın
üçte birine yayılarak çıkması, toplumcu güçlere yaşamın her alanında büyük bir
düşünsel üstünlük sağlamış ve bu ortamda sermaye dünyanın birçok yerinde
egemenliğini sürdürebilmek için emeğe büyük tavizler vermek zorunda kalmıştır. Sonraki
yıllarda Türkiye’ye de bir ölçüde yansıyan refah
devleti politikalarının uygulamaya konduğu bu dönemde emekçiler sağlık
alanında da önemli kazanımlar elde etmişlerdir.
Bu ortamda hiç kimse Dünya Sağlık
Örgütü tarafından benimsenen sağlık tanımının ve sağlığın bir hak olarak
tanımlanmasının karşısında durmaya cesaret edememiştir. Peikoff gibiler ancak
Berlin duvarı yıkılıp emekçiler teslim alındıktan sonra sağlığın bir hak
olmadığını iddia edebilmişlerdir (21).
Kuşkusuz sermaye Dünya Sağlık
Örgütü’nün sağlık tanımını kabul ettiği 1948’den, Berlin duvarının yıkıldığı
1989 yılına kadar geçen 40 yıllık süreçte boş durmamış, bu tanımın gereklerinin
yerine getirilememesi için elinden geleni başta ABD olmak üzere önde gelen
güçleri aracılığıyla engellemeye çalışmıştır. Bu sürecin ilk 10 yılında (1948 –
1958) Andrija Stampar’ın bütün çabalarına karşın sağlığa “hastalık odaklı”
yaklaşım devam etmiştir. Dünya Sağlık Örgütü bu süreçte ülkelerin sağlık
hizmetlerini geliştirmelerine yardımcı olmak yerine, bu dönemin önemli sağlık
sorunları arasında yer alan bulaşıcı hastalıklarla (sıtma, tüberküloz ve bazı
önemli viral hastalıklar) mücadele politikasını benimsemiştir.
Bu dönemde Dünya Sağlık Örgütü
belirli bulaşıcı hastalıklarla mücadele için dikey örgütlenme modellerine ağırlık vererek, tek tek hastalıkları
yok etmeye çaba göstermiştir. Oysa bu tutum örgüt tarafından benimsenen sağlık
anlayışına aykırıdır. Örgüt sağlığın yalnızca hastalık ve sakatlığın olmayışı
değil, aynı zamanda bedensel, ruhsal ve toplumsal olarak tam bir iyilik hali
olduğunu kabul ederek, sağlık sorunlarının yalnızca hastalıklarla mücadele
edilerek çözülemeyeceğini kabul etmiş olmasına karşın, hastalıkların içinde
oluştuğu ve yayıldığı maddi yaşam ve çalışma koşullarına yönelik bir politika
geliştirmemektedir.
Başta Sovyetler Birliği olmak üzere
toplumcu tıptan yana güçler örgütün üye ülkelerde sağlık hizmetlerini
geliştirmek yerine hastalıklarla mücadeleye girişmesini eleştirmişlerdir (22), ancak
DSÖ içinde yeterli güce (karar yeter sayısı) sahip olmadıklarından etkili
olamamışlardır. DSÖ’nün bu politikaları başta Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın
bağımsızlıklarını yeni kazanmış ülkelerinde sağlık hizmetlerinin kurulması ve
geliştirilmesine hizmet etmekten çok, bu ülkelerde yaygın olan bulaşıcı
hastalıkların metropollere ulaşmasını engellemeye hizmet ettiği görülmüştür.
1951 yılında DSÖ’nün Halk Sağlığı İdaresi Birinci Uzmanlar
Komitesi, Komite’de yer alan Andrija Štampar ve Karl Evang’ın (1902 – 1981)
önerisiyle (23) Temel Sağlık Hizmetleri konusunu gündemine almıştır. Ancak Štampar
ve Evang’ın çabaları sonuç vermemiş, DSÖ kaynakları ve etkinlikleri sermayenin
talepleri doğrultusunda temel sağlık hizmetleri yerine kitlesel hastalık
eradikasyon kampanyalarına yöneltilmiştir.
1960’larda Štampar’ın ölümünden sonra
DSÖ’nün hastalık merkezli faaliyetleri bocalamaya başlamış ve Štampar’ın
önerileri (ne yazık ki atıf yapılmaksızın) yeniden “keşfedilmiştir”.
DSÖ’nün sağlık tanımına yönelik
eleştiriler oldukça geniş bir yelpazeye yayılmaktadır. Yelpazenin bir ucunda
sağlığın eski tanımından (hastalığın ve sakatlığın olmayışı) yola çıkılarak,
tanımın gereksiz yere çok geniş tutulduğu ve örneğin toplumsal iyilik hali gibi
hekimin ve hastanenin üzerine vazife olmayan işleri kapsadığı öne sürülürken;
diğer uçta tanımın çok eksik olduğu ve örneğin sağlığın spiritüel ve etik
boyutlarına hiç değinilmediği iddia edilmeketdir.
Bazıları sağlık tanımını çok idealist bulmakta ve herkesin sağlıklı
olmasını gerçekçi bulmamaktadır.
Bunlara göre birincisi, herkesin sağlıklı olabilmesinin önünde en başta genetik engeller vardır; ikincisi,
sağlığa ayrılan kaynaklar, bütün kaynaklar gibi sınırlıdır ve hiçbir zaman
herkesin sağlıklı olabilmesine yetecek kaynak bulunamayacaktır; son olarak,
sağlığın belirleyicilerine ve sağlık alanındaki müdahalelerin etkinliğine
ilişkin bilimsel bilgilerimiz böyle bir ideal için oldukça yetersizdir.
1970 ve 80’lerde DSÖ’nün sağlık tanımını
eleştirenler, sağlığın iyilikle özdeş olmadığını, iyiliğin bir parçası olduğunu
öne sürmüşlerdir. DSÖ’nün sağlık tanımının gündelik yaşamın sağlık dışı
ögelerini medikalize ettiğini öne süren eleştirmenler, kendi aralarında tanımlayıcılar ve kuralcılar olarak ikiye ayrılmışlardır. Tanımlayıcılar hastalık ve
sağlığın, tipik biyolojik işlev düzeylerinden istatistiksel sapma ile ifade edilebilecek
ve değer yüklenmeden belirlenebilecek kavramlar olduğunu öne süreken
(biyoetikçiler tarafından benimsenmektedir), kuralcılar sağlığı bireyin
yaşamsal amaçlarını gerçekleştirebilme yeteneği ile ilişkilendirmektedirler.
İkinci yaklaşım ise sağlığı kültürel bakımdan göreli bir hale getirmektedir.
Abel Smith’e göre DSÖ’nün sağlık
tanımı idealleri tumturaklı bir biçimde
ifade etmekte, fakat sağlığın nasıl ölçülebileceğine ilişkin hiçbir ipucu
vermemektedir. Sağlığı değil fakat sağlıksızlığı ölçen mortalite ve
morbidite istatistikleri en sık kullanılan ölçütlerdir; ancak bunların elde
etmek için toplanan verilerin kalitesi konusundaki şüpheleri aşmak oldukça
güçtür.
Bir kısım eleştirmenler, sağlığa
biyomedikal yaklaşımın oldukça işlevsel olduğunu ileri sürmektedirler. Sağlık
böyle tanımlandığında sağlıkçıların görevleri ve sağlık kurumlarından
(hizmetlerinden) beklentiler çok açık bir şekilde ortaya konabilmekte, sağlık ölçülebilir ve kıyaslanabilir bir niteliğe bürünmektedir.
Son olarak ülkemizde de bazı
çevrelerin sağlık tanımının “siyasal iyiliği” içermemesi nedeniyle eksik
olduğunu iddia ettikleri görülmektedir. Bu eleştirinin ciddiye alınması olası
değildir. Yalnızca sağlık tanımının içinde doğduğu ve geliştiği süreç ve
tanımın gereklerinin yerine getirilmesi için yürütülen mücadele bile, toplumsal
(sosyal) iyilik kavramının özünde siyasal bir kavram olduğunun en somut
göstergesidir.
Daha önce de belirtildiği gibi
DSÖ’nün sağlık tanımının en büyük destekçileri toplumcu güçlerdir. Başta
Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist ülkeler toplumcu bir sağlık anlayışını
yansıtan bu tanıma uygun toplumsal pratikler geliştirmeye çalışmışlardır.
ANDRİJA ŠTAMPAR’DAN SEÇMELER (24)
Rudolf Goldscheid (1870 - 1931) gerçek değerlere kör bir dünyada yaşadığımıza işaret ediyor. Yalnızca ani katastrofileri görebiliyoruz ve bugünkü ekonımik ve sosyal yaşamda heryerde bulunan gizli, sürekli sefaleti duyumsama gücünü yitirdik. Yalnızca inorganik sermayeyi anlıyoruz ve insan sermayesi hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. İnsan yaşamı kaybının toplum için ekonomik bir kayıp olarak değil, ailesi için özel bir kayıp olarak görüldüğü bütünüyle kapitalist bir ekonomide kuşkusuz halkın ekonomisi tamamen lüzumsuz bir hale gelir.... Bugün Roma arenalarında düzenlenen müsabakalardan tiksiniyoruz, fakat günümüzde yalnızca sahnenin değiştiğini anlamıyoruz: emekçi halk yığınları genellikle antik arenalardan daha kötü yerler olan fabrikalarda perişan oluyorlar....
Günümüz toplumunda bütün yaşam,
binlerce insanın hayali başarı ve daha da hayali zenginlik adına çürüyeceği bir
şekilde örgütlenmiştir. Bir yanda çok büyük miktarda ölü sanayi ürünlerimiz var
ve yalnızca birkaç kişinin bu ekonomiden kar ettiğini göz ardı ederek,
ekonomiye sağladığı katkılar nedeniyle üretimimizdeki ilerlemelerle övünüyoruz;
diğer yandan zanaatkarlar ve fabrika işçileri arasındaki hasta lejyonlarını,
çocuk mortalitesini, tüberkülozu, emekçilerin çoğunluğundaki alkolizmi
görmüyoruz. Bu, ölü şeyler için zenginlik, yaşayanlar için ise hastalık ve ölüm
anlamına geliyor. Bütün ulusal ekonomi, insanların sağlığı pahasına
zenginleşiyor...
Şimdiye kadar halk sağlığını teşvike
yönelik bütün çabalarımız hayır işleri, insanseverlik olarak görüldü ve bu
nedenle, bu çabalara ayrılan bütçe çok küçük kaldı. Sosyal politikalar ve
sosyal hijyen de aynı şekilde yürütüldüğünden kayda değer bir sonuç alınamadı;
sonuç alınabilmesi için sağlık politikasının, ulusal ekonominin en önemli
parçası olarak görülmesi gerekir...
Herkes hijyen kültürünün
faydalarından yararlanmaya başlayana kadar bütün çabalarımız başarısızlıkla
sonuçlanacaktır. Sosyal hijyenin başarısı ekonomik düzlemde uzanır. Daha
1848’de Virchow “akla uygun bir anayasa, herkese gerçek hijyenik yaşamı garanti
etmek zorundadır” demişti. Hastalıklar ile toplumsal koşullar arasındaki
ilişkiyi incelediğimizde, günümüz hijyen kültürünü çok ciddi biçimde suçlayan
bir gerçekle yüzleşiyoruz: yoksulluk, hastalıkların en önde gelen nedenlerinden
biridir...
Bu günümüz kültürünün karanlık bir
yanıdır; bu durum insan yaşamının tek geçer akçe, tek gerçek zenginlik olduğu özdeyişinin
yeniden doğuşuyla ortadan kaldırılmalıdır. Binlerce insanın şımarık zengin
sınıflara gündelik zevk sağlamak için sağlıklarına en zararlı koşullar altında
lüks mallar üreterek harap olması anomalisi terk edilmelidir....
Günümüzde sağlık politikalarının ve
sosyal hijyenin yetersizliği, bunlara hükmeden bütün esasları bilmememizden
değil, ahlaki duygumuzun toplumsal olmayıp bireysel olması gerçeğinden ileri
gelmektedir. Bugünlerde herşey, çoğu durumda hiç ahlaki olmayan, aksine ahlaka
aykırı olan bireysel ahlak bakımından ele alınmaktadır. Bu etik, eşyaların
ekonomisini insanların ekonomisini hiç dikkate almadan yoğunlaştırmayı
amaçlayan kötü yönetimin bir sonucudur....
Adalet ve insan haklarına herhangi
bir vurguya yalnızca gülen çok sayıda insan vardır. Toplumcu anlayışın yerini
basitçe ulusal sağlık politikası etkinliğinin önünü tıkayan bireyci anlayış
almıştır.... Bugün, insanlığın etik dirilişin yolunu bularak aşabileceği ciddi
bir etik krizden geçiyoruz.... Sağlık bütçesi yalnızca hastalara yardımla
ilişkili maddeleri kapsamayacak, aynı zamanda insanların yararına önleyicilik
için kullanılacaktır.
Haydi üniversitelerimizi, özellikle
öğrencilerini insanlarla yakın ilişkiye sokacak mesleklere hazırlayanları sağlık,
eğitimi yuvaları haline getirelim. Haydi müstakbel öğretmenler okul hijyeninin
ilkeleriyle, müstakbel yöneticiler sağlık politikalarının ilkeleriyle,
müstakbel mühendis ve teknisyenler sanayi hijyeniyle yakından tanışsınlar.
Tarım işçileri kırsal hijyen ve gıda hijyeninin ilkeleriyle tanışsın. Ancak bu
yöntemlerle insanlara gerçek sağlık gereksinimlerini ve daha da değerlisi
sağlığı korumak ve hastalığı önlemekteki görevlerinin etik yanını
öğretebiliriz.
Sağlık eğitiminin sınıfın duvarları
arasına hapsedilmesi yanlıştır. Sağlık eğitimi sınıf dışında da
sürdürülmelidir... Halka yönelik konferanslar, özel kursların örgütlenmesi,
sergiler, yayınlar, posterler, okullara ve meslek birliklerine özel görevler
verilmesi... bunların hepsi güçlü araçlardır...
Tıp Reformu’nda Virchow, “hekimler
yoksulların doğal avukatlarıdır ve toplumsal sorunların çoğu hekimlerin alanına
girer” demiştir. Virchow’un görüşü hala geçerlidir, fakat uygulamaya
konmamıştır. Tıbbi etkinlikler en iyi fiyatı verenin, reklam yapanın daha çok
kazandığı saf materyalist suların içine çekilmeye başlamıştır. Günümüzde tıbbi
etkinliklerin hiçbir toplumsal esprisi kalmamıştır ve tıbbın ve hijyenin
faydalarından şüphesiz yalnızca çok parası olanlar yararlanabildiklerinden,
hekimler kapitalizmin köleleri haline gelmişlerdir. Hekimlerimizin çoğu tıbba
hala toplumcu değil, bireyci bir pencereden bakmaktadır...
Kötü barınma koşulları etiyolojik
olarak hastalıkların en büyük nedenlerinden biridir... İnşaat kurallarına en
küçük köyde dahi tam olarak uyulması, belediye saraylarına gösterilen özenin
gösterilmesi gerekir... Barınakların devlet tarafından kontrolü gerekli bir
yasal düzenlemedir ve er veya geç yaşama geçirilmek zorundadır... Bu kontrol
görevi, barınma koşullarının incelenmesi, elverişsiz faktöelerin ortadan
kaldırılması ve özellikle ekonomik olarak zayıf olanlar için iyileştirmeler
yapılmasıdır... Yakın gelecekte şehirlerimizin mamur olduğunu görmek
istiyorsak, bir an önce sağlıklı evleri doğru inşa etmeyi, ahlaksız
spekükasyonu önlemeyi güvenceye alacak bütün tedbirleri almalıyız...
İşçilerin sağlığının korunması... bu
ülkede önemli toplumsal ve mediko-politik tedbirlerin yaşama geçirilmesini
gerektirir. Çalışma süresine ilişkin belirli kısıtlamalar gereklidir, çünkü
insan organizması ne kadar mükemmel olursa olsun bir makina gibi çalışamaz. Bir
makinanın arızaları tamir edilebilir; insan organizmasının iyileşmesi ise çok
yavaş olur veya hiç iyileşmeyebilir. Sekiz saatlik işgünü talebi güçlü bir
şekilde desteklenmelidir ve tıbbi açıdan savunulmalıdır...
Makineler, kendilerine yatırılan
sermayenin daha yüksek kar getirmesi için insanları atölyelerden atmamalı,
işçilere yardımcı olmalı, işi kolaylaştırmalı ve insanların sağlığını
korumalıdır... Teknik bakımdan kolaylaştırılmış ve daha ileri üretim, yalnızca
yatırılmış sermayeye fayda sağlamamalı, geniş ölçüde çalışma koşullarının
iyileştirilmesi için de kullanılmalıdır – hijyenik evlerin inşa edilmesi,
kaliteli ve ucuz gıda sağlanması, sağlık eğitimi vb... Hükümet yıllardır ölü
sermayenin canlı sermayeyi (insan organizması) boğmasına izin verdi, şimdi bu
organizmanın kendisini ölü sermaye pahasına yenilemesine izin vermelidir.
Sosyal sigorta genellikle bir işçi
sorunu olarak kabul edilir. Bugün sosyal sigorta bu kısıtlı sınırlar içinde
kalamaz, evrensel sigortaya dönüşmelidir... Birçok ülkede bizde olduğu gibi
sigorta yalnızca hastalık ve kaza için vardır. Zamanımız hastalık, kaza,
işsizlik, yaşlılık, sakatlık ve yoksulluk için genel yaygın sigortayı
gerektirmektedir. Sosyal ve sağlık sorunlarımızla hemen ilgilenmeye başlamalı
ve kendimizi savaş öncesi mantaliteyle boğmayı durdurmalıyız...
Sağlık programlarımızı yaşama
geçirmek için gerekli maddi fedakarlıklar özel sağlık vergileriyle
hafifletilebilir. Bu vergilendirme sistemi genel mali politikalardan bağımsız
olmalı ve elde edilen gelirler çoğu önleyici karakterde olmak üzere sağlık
yatırımları için kullanılmalıdır.
1. Bütün vergi mükellefleri
tarafından ödenen vergi üzerinden % 2 vergi alınması.
2. 50’den fazla işçi çalıştıran ve
yasal olarak hesapları kamusal denetim altında olan sanayi kuruluşlarının net
karlarının % 2’si; yasal olarak hesapları kamusal denetim altında olmayan
kuruluşların net karlarının % 3’ü; insan sağlığına zararlı işler yapanların net
karlarının % 5’i oranında vergilendirilmesi.
3. Madde 2’ye göre vergilendirilenler
hariç, alkollü içki üreten veya satan kuruluşların net gelirlerinin % 5’i
oranında vergilendirilmesi
4. Tekelleştirilmiş tütün
satışlarından sabit fiyatlar üzerinden % 5 oranında vergi alınması
5. Lüks nesneler üzerinden % 10
oranında gümrük vergisi alınması.
6. Tekel alkol satışlarından % 10
vergi alınması.
7. Beş odadan büyük evi olanlardan
(odaları mesleki faaliyetleri için kullananlar hariç) emlak vergilerinin % 10’u
oranında vergi alınması
8. Ara-sıra ikamet olarak kullanılan,
av, gezi, tatil amaçlı lüks evlerden (villalar, köşkler vs) % 10 oranında vergi
alınması.
9. Çeşitli şirketlerde hisse sahibi
olanların kar paylarından % 5 vergi alınması.
10. Likör, rom, konyak, absint ve
şampanya üzerinden % 10 vergi alınması.
Savaş sonrası dönemde uygulanmak
üzere bir sağlık programı taslağı sundum. En büyük ve en acil görev için
yalnızca çok sayıda uzmana değil, aynı zamanda daha büyük maddi fedakarlıklar
yapmaya gereksinimimiz var... Hekimlerin hastanelerinde, konsultasyon
odalarında ve steril ofislerinde kalmalarına izin verilmeyecektir – hekimler
kamusal yaşama girmek ve bir ideali, ulusal politik yaşamın en önemli kısmı
olan uygun bir sağlık politikasını başarmak için savaşmak zorunda olacaklardır...
Akif Akalın
DİPNOTLAR
1. Teleky 1909 – 1919 yılları
arasında Viyana Tıp Fakültesi’nde toplumcu tıp dersleri vermiştir. 1906 yılında
Uluslararası İşyeri Hekimliği Daimi Komisyonu kurucuları arasında yer almıştır.
1919 – 1932 döneminde Düsseldorf’ta Halk Sağlığı ve İşyeri Hekimliği Enstitüsü
müdürlüğü ve Rhineland Fabrika Sağlık Müfettişliği görevlerini üstlenen Teleky,
1932 yılında Naziler tarafından görevlerinden uzaklaştırılmıştır.
2. Türkiye’deki eski Hükümet
Tabipliği’ne benzer bir kurum.
3. Armendartz
4. Daha sonra Andrija Stampar Halk
Sağlığı Okulu adını alan bu okul (http://www.snz.unizg.hr)
dünyanın en önemli halk sağlığı okullarından biri olup halk sağlığında birçok
ilke imza atmıştır. Örneğin dünyada ilk kez 1963 yılında genel pratisyenler
için, ana ögesi insanların gündelik yaşam ve çalışma koşulları ile önleyici
sağlık tedbirleri olan 3 yıllık bir genel pratisyen uzmanlığı eğitimi
başlatmıştır.
5. DSÖ yönetimine Temel Sağlık Hizmeti kavramı, 1975
Ocak’ında Ulusal Sağlık Hizmetlerinin
Teşviki başlıklı bir yazıyla sunulmuştur. Yazıda “toplum düzeyinde temel sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için bir
dizi büyük ulusal çabanın sağlık hizmetlerinin hızlı ve etkin gelişimi için tek
yol olarak görüldüğü” öne sürülmektedir. Bu gelişime gereksinimlere vurgu
yapan 7 ilke rehberlik edecektir:
a. TSH’nin toplumun yaşam biçimine göre şekillenmesi
b. Yerel toplum katılımı
c. Esas olarak toplumun mevcut kaynaklarına
dayanırken, maliyet sınırları içinde kalma
d. Topluma ve bireye yönelik önleyici, iyileştirici ve
teşvik edici hizmetlerde bütüncül yaklaşım
e. Bütün müdahalelerde en periferdeki en düşük
eğitimli sağlık emekçisinin bu müdahaleyi uygulayabilmesinin dikkate
alınması
f. Bütün hizmetlerin periferdeki gereksininmleri
destekleyici şekilde tasarlanması
g. TSH’nin toplum kalkınmasına katılan diğer
sektörlerin hizmetleriyle tam olarak bütünleştirilmesi
Bu aşamada DSÖ Sovyetler Birliği
delegesi Dr. Venediktov’un ulusal deneyimlerin gözden geçirilmesi için
uluslararası bir konferans düzenlenmesi konusundaki ısrarı üzerine Alma-ata
Konferansı’nın düzenlenmesine karar verilmiştir.
6. Başta ABD olmak üzere birçok batı
üniversitesinde her yıl belli bir alanda, bu alanın duayenleri ders vermeleri
için davet edilir. Harvard Tıp Okulu’da geleneksel olarak halk sağlığı alanında
Cutter Lecture adı altında düzenlediği etkinliğe 1938 yılında Stampar’ı davet
etmiştir. Stampar’ın sunduğu konferansın başlığı “Bir Kır Sağlık Emekçisinin
Gözlemleri”dir.
7. Leon Bernard Milletler Ligi Sağlık
Örgütü’nün kurucularından biri olup, ölümünden sonra adına 1937 yılında bir
vakıf kurulmuş ve vakıf yönetimi 1948’de DSÖ’nün kurulmasından sonra bu kuruma
devredilmiştir. DSÖ, vakıf kanalıyla iki yılda bir (bütçe imkanları dahilinde)
sosyal tıp alanında önemli hizmetleri olanları Leon Bernard Madalyası ile
ödüllendirmektedir. Bu madalyayı alanların bir listesi için bkz: http://www.who.int/governance/awards/bernard/winners/en/index.html.
8. Günümüze kadar A. Stampar
madalyası alanlar için bkz: http://2011.aspher.org/pg/pages/view/194/the-stampar-medalists-since-1993.
9. Alfred Grotjahn (1869 – 1931),
1911 yılında yayınladığı Toplumsal Patoloji adlı kitabında, hastalıkların
patolojilerini sosyal açıdan değerlendirmiştir. Toplumsal koşullar ile
hastalıklar arasındaki ilişkileri ortaya koyması bakımından toplumcu tıbbın
önemli eserleri arasındadır ve Virchow’un sağlık ve tıp anlayışını günümüze
taşımakta önemli bir rol üstlenmiştir:
“1.
Toplumsal bakımdan bir hastalığın önemi ilk olarak görülme sıklığı ile
belirlenir. Bu nedenle tıbbi istatistikler toplumsal patoloji araştırmalarında
temeldir.
2.
Hastalıklar ile toplumsal koşullar arasındaki en önemli ilişkiler doğal olarak
nedensellik kapsamındadır. Hastalığın etiyolojisi biyolojik ve toplumsaldır.
Şimdiye kadar yalnızca biyolojik etiyoloji üzerinde çalışılmıştır. Aynı çalışma
toplumsal etiyoloji üzerine de yapılmalıdır. Hastalığın toplumsal etiyolojisi
şu başlıklar altında ele alınabilir:
Toplumsal
koşullar;
a.
bir hastalığa yatkınlık yaratabilirler;
b.
kendileri doğrudan hastalığa neden olabilir;
c.
hastalık nedenlerini taşıyabilirler;
d.
hastalığın gidişini etkileyebilirler.
3.
Yalnızca toplumsal koşullar hastalıkların kökenini ve gidişini belirlemezler,
aynı zamanda hastalıklar da toplumsal koşulları etkilerler. Bu etki hastalığın
çıktılarıyla meydana gelir. Bu kendini ölüm, iyileşme, kronikleşme, başka
hastalıklara yatkınlık oluşturma ve son olarak dejenerasyonla gösterebilir.
4.
Toplumsal bakımdan önemli bir hastalık ele alınırken, prevalans üzerine tıbbi
tedavinin mi etkili olduğu, yoksa toplumsal tedbirlerin mi etkili olduğu
belirlenmelidir. Bu hastanın toplumsal ve ekonomik ortamına dikkat etmeyi
gerektirir”.
Birinci
Paylaşım Savaşı döneminde Virchow’un düşünceleri, Grotjahn aracılığıyla
Avrupa’da Çekoslovakya, Sovyetler
Birliği, Fransa ve Belçika’ya ulaşmıştır.
10.
HE Sigerist (1891 –
1957) uzun yıllar Johns Hopkins Üniversitesi’nde Tıp Tarihi Enstitüsü’nün
yöneticiliğini yapmış bir toplumcu tıp savunucusudur. Bugün Sovyetler
Birliği’nin ilk yıllarında yaşama geçirilen toplumcu tıp uygulamalarına ilişkin
bilgilerimizin önemli bir kısmını Sigerist’e borçluyuz.
11. Bu konuda daha geniş bilgi için
bkz: Akalın MA. (2010). Toplumcu Tıp: Sovyetler Birliği Deneyimi. İstanbul:
Yazılama.
12. Nikolay Semaşko (1874 – 1949).
Sovyetler Birliği’nin ilk Sağlık Bakanı.
13. Virchow insan bedenini
hücrelerden oluşan bir liberal devlete benzetmektedir.
14. Vakıf Grotjahn’ın Kaiser Wilhelm
Enstitüsü’ndeki çalışmalarını da finanse etmiştir.
15. Emperyalistler-arası Birinci
Savaş sonunda ülkeler arasında yaşanabilecek sorunları barışçı yollarla çözmek
amacıyla 10 Ocak 1920’de kurulan Milletler Ligi (Türkiye 1932 yılında üye
olmuştur), Emperyalistler-arası İkinci Savaş’ın çıkmasını ve yayılmasını
engelleyememiş ve dağılmıştır.
16. Atlantik Şartı.
17. Bildirge, Birleşmiş Milletler
teriminin kullanıldığı ilk belgedir.
18. Örgüt savaşın sona ermesiyle
birlikte işlevlerini 1946 yılında Dünya Sağlık Örgütü Geçici Komitesi’ne
devretmiştir.
19. Anayasa’nın yürürlüğe girebilmesi
için en az 26 üyenin onayı gerekiyordu.
20. Çağımızın en önemli toplumcu tıp
teorisyenlerinden biri olan Vicente Navarro’ya göre DSÖ’nün sağlık tanımı geleneksel sağlık ve tıp anlayışından muazzam
bir kopuş olup, bu yeni tanım sağlık hizmeti anlayışını da kökten
değiştirmiştir.
21. Peikoff Kaliforniya’da bir
Belediye Meclisi’nde yaptığı konuşmada sağlık hizmetlerinin
sosyalleştirilmesinin ahlaksızlık olduğunu ve sağlık hakkı diye bir şeyin
olamayacağını savunmuş ve Clinton’ın sağlık reformuna şiddetle karşı çıkmıştır.
22. Bu eleştiriler 1970’te başarıya ulaşacak
ve DSÖ sosyalist ülkeler tarafından başlatılan “Sağlık Hizmetlerinin Gelişimi
İçin Temel İlkeler” insiyatifini benimseyerek Temel Sağlık Hizmetleri
konferansının düzenlenmesini kabul edecektir. Böylece 1977 yılında “2000 Yılına
Kadar Herkese Sağlık” politikası kabul edilmiş ve 1978 yılında Alma-ata
Konferansı düzenlenmiştir.
23. Norveçli hekim ve siyasetçi;
toplumcu tıp savunucularından olup, DSÖ’nde önemli görevler üstlenmiştir.
24. Bu makale orjinal olarak 1919
yılında Jugoslavenska nijva dergisinde (29 – 31: 1 – 29) yayınlanmış, M.D.
Grmek tarafından Andrija Stampar’ın Seçilmiş Yazıları adı altında Zagreb
Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından 1966 yılında İngilizce olarak yeniden
basılmıştır. American Journal of Public Health tarafından 2006’da kısaltılarak
yayınlanmıştır.
Akif Akalın
KAYNAKLAR
Abel-Smith, B. (1994). An Introduction to Health: Policy, Planning
and Financing. London: Longman.
Akalın, MA. (2010). Toplumcu Tıp: Sovyetler Birliği
Deneyimi. İstanbul: Yazılama Yayınevi.
Akalın, MA. (2012). Sosyalleştirmenin Kökenleri.
(TTB, 2012. Türkiye’de Sosyalleştirmenin 50. Yılı. Ankara: TTB Yayınları içinde).
Akalın, MA. (2013). Toplumcu Tıbba Giriş: Toplumcu Tıp
Ders Notları. İstanbul: Yazılama Yayınevi.
Brown, TM. ve Fee, E. (2006). Andrija Štampar:
Charismatic Leader of Social Medicine and International Health. American
Journal of Public Health, 96(8): 1383.
Brown, TM. ve Fee, E. (2012). Ludwig Teleky (1872–1957): A Leader
in Social and Occupational Medicine. American Journal of Public Health, 102(6): 1107.
Donev, D., Pavlekovic, G., Zaletel Kragelj, L. (Ed). (2007). Health
Promotion and Disease Prevention: A Handbook for Teachers, Researchers, Health
Professionals and Decision Makers. Forum for Public Health Collaboration in
South Eastern Europe. Lage, Germany: Hans Jacobs Publishing Company.
Dugac, Z., Fatovic-Ferencic, S., Kovacic, L. ve Kovacevic, T. (2008). Care for Health Cannot Be Limited to
One Country or One Town Only, It Must Extend to Entire World: Role of Andrija
Štampar in Building the World Health Organization. Croatian Medical Journal, 49: 697 – 708.
Fatovic-Ferencic, S. (2008). “Society as an
Organism:” Metaphor as Departure Point of Andrija Štampar’s Health Ideology. Croatian Medical Journal, 49: 709 –
719.
Gabe, J., Bury, M. ve Elston, MA. (Ed). (2004). Key Concepts in Medical Sociology.
London: Sage.
Grmek, MD. (Ed).
(1966). Serving the Cause of Public Health: Selected Papers of Andrija Štampar.
Zagreb: Andrija Štampar School of Public Health.
Hyde, HZ. (1958). A Tribute to Andrija Štampar, MD.
1888 – 1958.
American Journal of Public Health, 48(12): 1578 – 1582.
Kovacic, L. ve Zalatel-Kragelj, L. (Ed.). (2008). Management
in Health Care Practice: A Handbook for Teachers, Researchers, Health
Professionals and Decision Makers. Forum for Public Health Collaboration in
South Eastern Europe. Lage, Germany: Hans Jacobs Publishing Company.
Litsios, S. (2007). Primary Health Care: Not the best
of beginnings? http://www.who.int/
global _health_histories/seminars/paper06.pdf.
Mackenbach, JP. (2006). The
origins of human disease: a short story on ‘‘where diseases come from’’.
Journal of Epidemiology and Community Health, 60: 81–86.
Navarro, V. (1998). A historical review (1965–1997)
of studies on class, health and quality of life. International Journal of
Health Services, 28(3): 389–406.
Peikoff, L. (1993). Heath Care is not a Right. http://www.bdt.com/pages/Peikoff.html.
Rabson, SM. (1936). Alfred Grotjahn: Founder of Social
Hygene. Bulletin of
the New York Academy of Medicine, 12(2): 43 – 58.
Rodin, AE. (1962). A Historical Survey of Disease Concepts. Canadian Medical
Association Journal, 87: 124 – 128.
Rodríguez-Ocaña, E. (2007). Medicine as a Social
Political Science: The Case of Spain c. 1920. Hygiea Internationalis, 7(2):
37 - 52. http://www.ep.liu.se/ej/hygiea/v6/i2/a04/
hygiea07 v6i2a4.pdf. (Erişim: ).
Sigerist, HE. (1937). Socialized Medicine in the Soviet
Union. London:Victor
Gollancz Ltd.
Sigerist, HE. (1941). Medicine and Human Welfare. New Haven:Yale University Press.
Štampar, A. (2006). On Health Politics. American
Journal of Public Health. 96(8): 1382 – 1385.
Taylor, FK. (1979). The Concepts of Illness, Disease
and Morbus. Cambridge University Press: Cambridge.
Tejada de Rivero, DA. (2003). Alma-Ata Revisited. Perspectives in Health, 8(2): 3 – 7.
World Health Organization. (1958). The First Ten Years of
the World Health Organization. Geneva.
Yach, D. (1998).
Health and Illness: The Definition of the
World Health Organization. www. medizin-ethik.ch/publik/health_illness.htm.
Zhang, D. ve Unschuld, PU. (2008). China's Barefoot
Doctor: Past, Present, and Future. Lancet, 372(9653): 1865 – 1867.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder