EUROZONE
İkinci Paylaşım
Savaşı’nın perişan ettiği Avrupa halklarının güvenini kazanmak isteyen sermaye,
emekçilere bir “barış” projesi olarak cilaladığı bir ekonomik birlik projesi
sunmuştu. Görünürdeki amaç Avrupa ülkeleri ticaretlerini geliştirmek,
zenginleşmek, ülkelerinin refahını arttırmak ve yurttaşlarına daha çok iş
olanağı yaratmaktı. Proje ilerledikçe Avrupa’da fiyatların sabitlenmesi, pazarların
ve ticaretin güvence altına alınması, ekonomik istikrar ve büyüme sağlanması
için “ortak para birimi” tartışılmaya başladı.
Sermaye, mali
pazarların bütünleşmesi ve Avrupa Birliği’nin küresel ekonomi içindeki
varlığının güçlendirilmesi için ortak bir para birimine gereksinim olduğunu
savunuyordu. Bu kaygılarla 2002 yılında “Eurozone” denen ve sadece euronun
geçerli olduğu bir parasal birlik kuruldu. Böylece kendi maliye ve para
politikalarını belirleme hakkından feragat eden üye ülkeler, aslında “egemen”
bir devlet olmaktan çıkıyorlardı. Anlaşma mali yapısı güçlü, sanayide ileri
gitmiş üyelerin, görece zayıf ülkeleri tahakküm altına almalarını sağlamış, AB
içinde kaynak akışının çekirdek ülkelere yönelmesini kolaylaştırmıştı.
Yunanistan bu
birliğe 2000 yılında katıldı. Birçok Yunanistan vatandaşı, ülkelerinin birliğe
katılmasından çok memnundu. Şimdi uluslararası piyasalarda çok geçerli olmayan
ulusal paraları drahmi yerine, dünyanın her yerinde geçen ve oldukça güçlü bir
para birimi olan euroyu kullanacaklardı. Artık kendilerini daha “Avrupalı”
hissediyorlardı. Çoğu Yunanistanlı ülkelerinin altına imza koyduğu Maastricht
Antlaşması’nın bir gün sağlıklarını ve iyiliklerini tehdit edebileceğini
akıllarının ucundan dahi geçirmiyordu.
NEW YORK’TA BİR BANKA BATMIŞ
2008 yılında
haberlerde New York’ta bir yatırım bankasının (Lehman Brothers) battığını duyan
Yunanistan yurttaşlarına, bunun ceremesini birkaç yıl içinde sağlık
hizmetlerine erişimleri kısıtlanarak kendilerinin çekeceği söyleseydiniz,
herhalde aklınızı yitirdiğinizden kuşku duyarlardı. ABD emlak pazarında ortaya
çıkan bir sorun hızla uluslararası bir mali krize evrildiğinde, Yunanistan
ekonomisi büyük bir dış borç yükü altındaydı. Krizin yarattığı panik ortamında
alacaklarını tahsil etme yarışına giren bankalar ve mali kuruluşlar, diğer
borçlu ülkeler gibi Yunanistan’ı da sıkıştırmaya başladılar.
Aslında bu
durumlarda hükumetlerin elinde krizi atlatmak için kullanabilecekleri çeşitli
araçlar vardır. Bunlar arasında en sık kullanılan, en etkili araçlardan biri
ulusal para biriminin değerinin düşürülmesi (devalüasyon) yoluyla dış borcu, iç
borçla finanse etmektir. Devalüasyonla ihraç malları uluslararası piyasalarda
rekabet gücü kazanır ve artan ihracatla ülke uzun vadede kendisini
toparlayabilir. Fakat Yunanistan bu silahı kullanamadı, çünkü bir Eurozone
üyesi olan Yunanistan, kendi ulusal para birimi üzerindeki egemenlik
haklarından feragat etmişti. Devalüasyona gidebilmesi için önce Avrupa para
biriminden ayrılıp, kendi para birimine geri dönmesi gerekiyordu ki, bu her
şeyin alt-üst olması anlamına geliyordu.
Bu durumda
Yunanistan’ın borçlarını “yapılandırabilmek” için başvurabileceği tek yol
“yeniden borçlanmaktı”. Daha uzun vadeyle alacağı yeni borçlarla vadesi gelen
borçlarını ödeyecek, böylece içinde bulunduğu krizi atlatabilecekti. Yunanistan
bu amaçla yeni borç aramaya çıktığında, Uluslararası Para Fonu (IMF), Avrupa
Merkez Bankası (AMB) ve Avrupa Komisyonu (AK), Yunanistan’a ancak “kemer sıkma”
tedbirlerini benimsemesi koşuluyla yeni borç verebileceklerini söylediler. Mali
kuruluşlar bu şekilde verdikleri borcun geri ödenebilmesini garanti altına
almak istiyorlardı.
Kemer sıkma
tedbirleri esas olarak sağlık ve sosyal hizmetler başta olmak üzere kamusal
hizmetlerde kısıntıya gidilmesi anlamına gelmektedir. Hükümetler kamusal
hizmetleri kısarak “tasarruf” yapacak ve borç ödeyebilme kapasitesini
arttıracaktır. Yunanistan hükumeti bu tedbirlerin yol açacağı sosyal sorunların
farkındaydı, fakat bir yol ayrımına gelmişti: ya kapitalist – emperyalist
sisteme sırtını dönerek “içine kapanacak”, ya da kemer sıkma tedbirlerinin
doğuracağı sosyal sonuçlara razı olacaktı.
MAASTRICHT KRİTERLERİ
Yunanistan
aslında kendi ulusal parası üzerindeki egemenliğini daha AB üyesi olmadan
yitirmişti. Türkiye’de bazı çevrelerce “kutsanan” Maastricht Kriterleri’ne göre
“aday” ülkenin parasının, son iki yıl itibarıyla diğer bir üye ülke parası
karşısında devalüe edilmemiş olması gerekiyordu. Böylece daha Avrupa Birliği’ne
(AB) üye olmadan parasının değerini belirleme hakkını yitirmiş olan Yunanistan hükumeti, içinde bulunduğu krizi
aşabilmekte kullanabileceği en önemli silahtan yoksun kalmıştı. Parasının
değerini düşürebilmesi için Eurozone’dan, dolayısıyla AB’den çıkması
gerekiyordu. Yunanistan hükumeti
kapitalist – emperyalist sisteme sırtını dönmeyi göze alamadı ve kemer sıkma
tedbirlerini uygulamayı kabul ederek kamusal harcamalarda tarihinde görülmemiş
kısıntılara gitti.
Kemer sıkma
tedbirlerinin Yunanistan toplumunun sağlığı ve iyiliği üzerine feci etkileri
oldu. Hükumet sağlık, sosyal yardım ve eğitim harcamalarını kısınca, bu
hizmetlerde görevli yüz binlerce insan işsiz kaldı, maaşları donduruldu veya
ücretleri azaltıldı. Tedbirler yüzünden yeni kadrolar açılamadığından gençler
iş bulamadı ve gençler arasında işsizlik yüzde 55’i aştı. Emekli maaşlarında
kesintiler yapıldı. Ülkede evsiz sayısı, suç oranları, boşanmalar hızla
artarken gıda güvencesizliği baş gösterdi. Sağlık bütçesinde yüzde 40 kesinti
yapıldığından ilaçlara ve sağlık bakımına erişim azaldı.
SAĞLIK POLİTİKTİR
Kuşkusuz bu
gelişmelerden bütün Yunanistan toplumu “eşit” ölçüde etkilenmedi. Örneğin işini
yitiren emekçiler sokaklara düşerken, toplumun zengin kesimleri belki dünyanın
egzotik merkezlerindeki tatillerini biraz kısa tutmak zorunda kaldılar. Fakat
sosyal hoşnutsuzluk önce hükumeti düşürdü, daha sonra kemer sıkma
politikalarının altında imzası olan politikacıları siyaset sahnesinden
uzaklaştırdı. Son seçimlerde iktidara gelen Syriza’nın kaderini de, kendisinden
önceki hükumetlerin altına imza koyduğu antlaşmalara bağlı kalıp, kalmayacağı
belirleyecek.
Yunanistan’ın
başına gelenler, “yeni dünya düzeninde”, bu düzenden ayrılamayan ulusal
hükumetlerin kendi toplumlarının emekçi kesimlerinin sağlığı ve iyiliği
pahasına mali pazarların kendilerine dayattığı talepleri karşılamak zorunda
kalmalarına çarpıcı bir örnektir. Bu örnek aynı zamanda günümüzde bir toplumun
sağlığını ve iyiliğini belirlemekte uluslararası mali kuruluşların ne kadar
etkili olabileceğini de göstermektedir. Şimdi herhangi bir ülkede yaşayan
insanların sağlığı, uluslararası mali kuruluşların bu ülkelere dayattığı
politikalara hitap etmeden tartışılabilir mi?
Akif Akalın
http://haber.sol.org.tr/blog/sinifin-sagligi/akif-akalin/yeni-dunya-duzeninde-saglik-119548
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder