Kısa bir aradan
sonra Sınıfın Sağlığı blogumuza
kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu süre içinde ülkemizde ve dünyada çok
önemli sağlık sorunları yaşandı. Şüphesiz bu sorunlar arasında “hortlatılan” kirli
savaşın ve mülteci dramının ürünü olarak gündemimize giren vakitsiz ölümler ve
yaralanmalar, bu gelişmelere doğrudan veya dolaylı olarak bağlı sağlık
sorunları önde geliyor.
Suudi
Arabistan’daki vinç kazası ve daha sonra “şeytan taşlama” sırasında meydana
gelen izdiham sonucu ortaya çıkan ve aralarında yurttaşlarımızın da bulunduğu
çok sayıda insanın yaşamına mal olan felaketler de tatilimizi zehir etti.
Elbette geçici hükumetin bir tür seçim rüşveti olarak uzattığı bayram tatili
sırasında yollarda yaşamını yitiren 134 ve yaralanan 816 yurttaşımızı da
unutmamak gerekir.
SAĞLIĞA VE HASTALIKLARA TOPLUMCU
YAKLAŞIM
Sermaye
ideolojisi sağlığı ve hastalıkları “biyolojiye” hapsetmeye çalıştığından,
yukarıda sıraladığımız sorunlar çoğu insan tarafından “sağlık” sorunu olarak
algılanmamaktadır. Oysa ülkemizde toplumcu
tıbbın duayenleri arasında ilk sıralarda yer alan Nusret Fişek, sağlık
hizmetlerinin planlanmasında üç kural sıralar:
1.
Toplum için en önemli hastalık en sık
görülen, en çok öldüren ve en çok sakat bırakan hastalıktır.
2.
Koruma, tedaviden üstündür ve önce
gelir.
3.
Az kaynak tahsisi ile sonuç alınabilecek
projeler öncelik alır.
Bu perspektiften
bakıldığında geçtiğimiz ay içinde yukarıda sıraladığımız sorunlara maruz kalan
insan sayısı, bu sorunlar nedeniyle yaşamlarını vakitsiz yitiren ve sakat kalan
insan sayısı dikkate alındığında, bu sürede hiçbir “hastalığın” toplamda bunlar
kadar ağır bir fatura çıkartmadığını görürüz.
İkinci olarak,
tatil döneminde yaşadığımız bütün acıların ortak paydası, bunların
“önlenebilir” veya en azından sonuçlarının “hafifletilebilir” olmalarıdır. Doğrudan
çatışmalar bir yana, Cizre’de sokağa çıkma yasağı nedeniyle yaşamını yitiren 35
günlük bebeğin ölümü kesinlikle önlenebilir bir ölümdür. Ne mültecilerin Ege
denizinin dalgaları arasında can vermeleri, ne en basit iş güvenliği
tedbirlerinin alınmaması nedeniyle onlarca insanın yaşamını yitirmesi, ne de
Mina’da yüzlercesinin ezilerek hayata gözlerini yummaları “doğal” kabul
edilebilir. Hiçbiri yaşanmak zorunda değildi.
Trafik
kazalarında “toplu” ölümler ise gerçekten “en az kaynak ayrılarak” sonuç
alınabilecek önlemlerle yaşamımızdan çıkartılabilir. Dünyada bu tür “uzun”
tatillerde büyük nüfus hareketlerinin yaşandığı tek ülke Türkiye değil. Uzun
tatillerde milyonlarca insanın trafiğe çıkacaklarını tahmin etmek de üstün bir
zeka gerektirmez. Tamamen “öngörülebilir” nedenlerle her tatilde onlarca insanı
yitirmek ve daha ilk günden itibaren ölenlerin çetelesini tutmaya başlamak ise
hiçbir şekilde “kader” değildir.
YAŞAMIN TOPLUMUN GEREKSİNİMLERİNE GÖRE
ÖRGÜTLENMESİ
Kapitalist
toplumlarda yaşam, bütün boyutlarıyla, en küçük hücrelerine kadar “sermayenin”
gereksinimlerine göre örgütlenmiştir. Amaç sermayenin karını azamileştirmek,
her şeyi metalaştırmak ve sermaye birikimi için bir araç haline getirmektir.
Belli bir
coğrafyayı binlerce yıldır paylaşmış insanlar arasında kin ve nefret tohumları
yeşertmekten, doğal kaynaklar için emperyalist rekabet uğruna milyonları
yaşadıkları yerlerden ayrılmaya zorlamaya; işçi sağlığı ve iş güvenliği
tedbirlerini salt “maliyet” boyutuyla görüp, insanı (emekçiyi) değil, “karı”
öne çıkartan üretim anlayışından, insanların inançlarını “ranta” tahvil etmeye;
toplu taşımayı insanlar için eziyet haline getirip, onları “bireysel” çözümler
aramaya mahkum etmeye kadar her şey toplumsal yaşamın sermayenin
gereksinimlerine göre örgütlenmesinin bir ürünüdür.
Oysa insanlık
sermaye karlarını azamileştirebilsin diye bu acılara katlanmak zorunda
değildir. Yaşam “toplumun” gereksinimlerine göre örgütlenebilir ve güvenlikten,
uluslararası ilişkilere, işçi sağlığından turizme, yaşamın bütün alanlarında
“insanı” ve dolayısıyla “yaşamı” odağına alan politikalar geliştirilebilir.
Kuşkusuz bunun önkoşulu toplumların “ezici” çoğunluğunu oluşturan emekçilerin
kendi yaşamları üzerinde söz ve karar sahibi olması ve üretim araçları üzerinde
özel mülkiyete son verilerek sermayenin toplumsal yaşam üzerindeki egemenliğine
son verilmesidir. Ancak bu gerçekleştirildiğinde kardeşlerin birbirlerini
boğazlaması, zorunlu göçler, iş ve trafik cinayetleri son bulacak, insanlar
“acaba geri dönebilecek miyiz” endişesi olmadan huzur içinde tatile
çıkabileceklerdir.
Akif
Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder