Modern tıbbın
tarihi Hipokrat’a kadar uzansa da, insanların sağlıklarının güvencesini tıpta
aramaya başlaması ve tıbbın gündelik yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline
gelmesi ancak yirminci yüzyılda mümkün olmuştur. On dokuzuncu yüzyılda bilim ve
teknolojide elde edilen başarılar meyvelerini yirminci yüzyılda vermeye
başlamış ve tıp toplum içinde büyük bir prestij kazanmıştır. Buna paralel
olarak toplum içinde tıbbi hizmetlere olan talebin artmasıyla birlikte bu
hizmetlere “erişim” toplumsal bir sorun haline gelmiştir.
SAĞLIK HİZMETİNE ERİŞİM SAĞLIĞI
GÜVENCEYE ALABİLİR Mİ?
Yirminci
yüzyılın başlarında sağlık sorunu olan insanların hekimlere ve sağlık
kurumlarına erişiminin önünde iki büyük engel vardır: tıbbi hizmetlerin bedeli
ve tıbbi hizmetlerin ülke içinde eşitsiz dağılımı. Tıbbi hizmetler doğası
gereği pahalıdır ve özellikle toplumların yoksul kesimlerinin bu hizmetlerin
bedelini ödeme gücü yoktur. Diğer yandan tıbbi hizmetler yine doğası gereği
büyük merkezlerde yoğunlaşmıştır ve özellikle kırsal kesimlerde yaşayanlar
hizmetlerden yararlanamamaktadır.
Dünyanın farklı
coğrafyalarında bu sorunlara farklı çözümler üretilmeye çalışılmıştır. İşçi
sınıfının bilinçli ve örgütlü olduğu coğrafyalarda (batı Avrupa) devletler
sağlık hizmetlerini “kamusal” hizmetler olarak örgütlemeye zorlanmış ve bu
alanda önemli kazanımlar elde edilmiştir. Başta Almanya olmak üzere batı Avrupa
ülkelerinde kamusal sigorta sistemleri tıbbi hizmetlere erişim önündeki maddi
engeli işçi sınıfının büyük bir bölümü için ortadan kaldırmıştır, fakat bu
ülkelerin kırsal kesimlerinde yaşayanlar için sorun uzun süre devam etmiştir. İşçi
sınıfının yeterince bilinçli ve örgütlü olmadığı coğrafyalarda ise tıbbi
hizmetler daha çok özel sektör tarafından ödeme gücü olanlar için
örgütlenmiştir.
Yirminci
yüzyılda bütün yurttaşları için sağlık hizmetlerine erişim sorununu çözen ilk
ülke Sovyetler Birliği olmuştur. 1917 Devrimi sağlık hizmetlerini
sosyalleştirmiş ve sağlık hizmetlerinin finansmanı genel bütçeden karşılanarak,
devlet hizmeti olarak ülke genelinde yaygınlaştırılmıştır. 1930’lu yıllarda
dünya üzerinde, yaşadığı ülkenin neresinde ikamet ederse etsin bir hekime veya
sağlık kurumuna erişmek isteyen birinin bu amacına maddi bir kaygı duymadan ve yaşadığı
yerden ulaşabildiği tek ülke Sovyetler Birliği’dir.
İkinci Paylaşım
Savaşı’nda faşizme karşı Sovyetler Birliği ile müttefik olan ülkelerin
askerleri, cephede yan yana çarpıştıkları Sovyet askerlerinden bu ülkedeki
çalışma ve yaşam koşullarını öğrenme şansına sahip olmuşlardır. İngiltere’de savaşın
bitiminde İşçi Partisi hükumete geldiğinde “işçilerinin SSCB emekçilerini örnek
alarak ayaklanmasını önlemeye dayalı genel stratejisi çerçevesinde temel ilke
olarak herkese eşit ve parasız sağlık hizmetini, yerinde sunmayı”
kararlaştırmıştır (1). Daha sonra bu model yine işçi sınıfının bilinçli ve
örgütlü olduğu coğrafyalarda yaygınlaşmaya başlamıştır.
SOSYALİZMİN SAĞLADIĞI SAĞLIK GÜVENCESİ
KAPİTALİZMDE SAĞLANAMIYOR
İngiltere’de
sağlık hizmetlerine erişimin önündeki engellerin kaldırıldığı 1948 yılından
sonra toplum sağlığında önemli iyileşmeler gerçekleşmiştir. Fakat 1970’li
yıllara gelindiğinde İngiltere’nin sağlık göstergelerinde bazı ülkelere kıyasla
yeterli iyileşmeler sağlanamadığı görülmeye başlamıştır. Bu durumun nedenlerini
araştırmak üzere 1977 yılında Sir Douglas Black başkanlığında sağlıkta
eşitsizlikleri araştırmak üzere bir çalışma grubu oluşturulmuştur.
Çalışma grubu,
hazırladığı raporu (Black Raporu olarak da bilinir) 1980 yılında tamamlayarak,
kamuoyuna sunduğunda büyük bir şok etkisi yaratmıştır. Raporun giriş bölümünde,
1948 sonrasında sağlık alanında sağlanan başarıların sağlıkta eşitsizlikleri
azaltmadığı belirtilmekte, örneğin 1970’lerde yoksullarda ölüm hızlarının,
tüberküloz için 10, bronşit için 5, akciğer ve mide kanseri için 3 kat fazla
olduğu, dahası bu eşitsizliklerin “doğumdan” itibaren başladığını, yoksul
ailelere doğan bebeklerde ölüm hızının 5 kat yüksek olduğu ifade edilmektedir.
Raporun, halkın
sosyalleştirilmiş sağlık hizmetlerinden yararlanma düzeylerini incelediği
dördüncü bölümde ise sonuçlar oldukça çarpıcıdır. Sosyalleştirme uygulaması,
sağlık hizmetlerine ulaşmakta fırsat eşitliği sağlayamamıştır. Bu durum en çok,
koruyucu sağlık hizmetlerinden yararlanma oranlarında gözlenmektedir. Veriler,
toplumsal hiyerarşide en altta yer alan ve koruyucu hizmetlere en çok
gereksinim duyanların, bu hizmetlerden, bu hizmetlere görece daha az
gereksinimi olan üst tabakalardakilerden daha az yararlanabildiklerini
göstermektedir (2).
Rapor tıp
çevrelerinde tam bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Sovyetler Birliği’nde ve
diğer sosyalist ülkelerde sağlık hizmetlerine erişimin önündeki engellerin
kaldırılmasıyla sağlıkta eşitsizliklerin giderilmesinde elde edilen başarı
İngiltere’de tekrarlanamamıştır. O halde sorunun sağlık hizmetlerine “erişim”
dışında bileşenleri de olmalıdır. Acaba sosyalist ülkelerde sağlık hizmetleri
önündeki engellerin kaldırılmasından başka neler yapılmıştır?
REFORMİZM SORUNLARA ÇÖZÜM OLAMIYOR
İngiltere’de (ve
Türkiye dahil bir dizi kapitalist ülkede) sağlık hizmetleri sosyalleştirilmiş
fakat sağlıkta eşitsizliklerin asıl kaynağı olan “toplumsal eşitsizliklere”
dokunulmamıştır. Oysa Sovyetler Birliği’nde ve diğer sosyalist ülkelerde kurulan
yeni düzen, toplumsal eşitsizliklere son veren “eşitlikçi” bir düzendir. Bu
düzende insanlar yalnızca sağlıkta değil, yaşamın bütün alanlarında kaynaklara
“eşit” olarak ulaşabilmekte, bu nedenle sosyalist toplumlarda kapitalist
toplumlara özgü sınıfsal ayrıcalıklar en alt düzeye inmektedir. Black Raporu bu
gerçeği fark ederek İngiltere hükumetine, sağlıkta eşitlik sağlanabilmesi için
toplumun yoksul kesimlerinin maddi yaşam koşullarını iyileştirmesini tavsiye
etmiştir.
Kuşkusuz Black
Raporu’nun önerisi devrimci olmaktan çok “reformist” bir öneridir. Rapor
sorunun asıl kaynağı olan “yoksulluğun” ortadan kaldırılması yerine,
yoksulların çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini önermektedir.
Elbette bu önerinin gerekleri yerine getirildiğinde sağlıkta eşitsizlikler bir
ölçüde giderilebilir fakat sorunun asıl kaynağı kurutulamayacağı için
eşitsizlikler var olmayı sürdürecektir. Bunun en iyi örneği kapitalizmin
“cenneti” olarak görülen İsveç’tir.
KAPİTALİST “CENNETİN” SIRRI
Birçoklarının
kapitalist bir “cennet” olarak tanımladığı İsveç, aslında oldukça eşitsiz bir
toplumdur. İsveç’te eşitsizliğin üzeri “transfer harcamalarıyla” örtülmektedir.
Transfer harcamaları, ödenen vergilerin daha sonra sosyal refah ve sağlık
harcamaları olarak yeniden dağıtılmasıdır. İsveç toplumunda bireylerin
vergilendirilmemiş gelirleri arasında büyük uçurumlar vardır. Bu uçurum
gelirler vergilendirilerek azaltılmakta, çok kazanandan az kazanana yapılan
transferlerle, diğer kapitalist ülkelere göre daha “eşitlikçi” bir görünüm elde
edilmektedir.
Bu telafi
mekanizmasını bir örnekle açıklamak gerekirse, diğer zengin kapitalist
ülkelerde sosyal harcamalar toplam harcamaların yüzde 20’sini oluştururken,
İsveç’te bu oran yüzde 30 civarındadır. Yani İsveç diğer zengin ülkelerin
(hatta kendisinden daha zengin ülkelerin) yaptığı sosyal harcamaların yarısı
kadar daha fazla sosyal harcama yapmaktadır. Böylece ülkedeki yoksulluk
“görünmez” kılınmaktadır.
Bu durumu daha
iyi anlamak için daha detaya girmek gerekiyor. Ülkelerin vergilendirme “öncesi”
yoksulluk rakamları karşılaştırıldığında, yoksulluk oranı ABD’de yüzde 23 ve
İngiltere’de 28,8 iken, İsveç’te de yoksulluğun yüzde 28,3 ile bu ülkelerden
geri kalmadığı görülmektedir. Fakat ABD ve İngiltere sosyal harcamalarda
İsveç’e göre çok daha “cimri” olduğundan, transferlerden sonra yoksulluk oranı
ABD’de yüzde 18,6’ye ve İngiltere’de yüzde 16,4’de düşerken, İsveç’te yüzde
3,3’e düşmektedir (3).
Özetlemek
gerekirse İsveç de, diğer kapitalist ülkeler gibi toplumsal eşitsizlikleri
ortadan kaldırmamaktadır. Yoksullar yine yoksul kalmaya devam etmektedir. İsveç
yoksulların yoksulluklarını gizlemeyi, yoksullara ABD ve İngiltere’ye göre çok
daha fazla kaynak aktararak başarmaktadır. ABD ve İngiltere’de de sosyal
harcamalar yüzde 30 düzeyine çıksa, bu ülkelerde de yoksulluk oranı İsveç
düzeyine inebilir (hatta İngiltere’de daha da aşağı inebilir ve İngiltere
İsveç’ten “cennet” unvanını alabilir).
Şüphesiz
İsveç’in diğer ülkelere göre sosyal harcamalarda daha “cömert” olmasının, bu
ülkedeki işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi ile doğrudan ilişkisi vardır.
Günümüzde İsveç (ve diğer İskandinav ülkeleri) kapitalist dünyadaki en yüksek
sendikalaşma oranlarına sahiptir. 2010 rakamlarıyla İsveç’te işçiler arasında
bir sendikaya üye olanların oranı yüzde 65,8’dir. 2013 rakamlarıyla yarım
zamanlı çalışanlar hariç tutulduğunda sendikalaşma oranı yüzde 70’e
çıkmaktadır. Gerçi bu oran İsveç’te de neoliberal saldırılarla bir ölçüde
gerilemiştir, fakat yine de İngiltere (yüzde 28) ve ABD (yüzde 12) ile
kıyaslandığında çok yüksek durmaktadır.
SAĞLIĞIN GARANTİSİ İŞÇİ SINIFININ
MÜCADELESİ
Sağlıktaki
eşitsizlikleri giderebilmek için önerilen reformlar yukarıda da belirtildiği
gibi gerçek sorunu ortadan kaldırmamakta, fakat reformların uygulandığı
ülkelerdeki işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyine göre kısmi iyileştirmeler
sağlayabilmektedir. Kapitalizmin “cenneti” dahi herhangi bir sosyalist ülkeyle
kıyaslandığında (tarihte veya günümüzde) sağlıkta eşitliği sağlamaktan çok
uzaktır. Bu durum kendisini İsveç toplumunda başta doğuştan yaşam beklentisi
olmak üzere bir dizi sağlık göstergesinde toplumun değişik kesimleri arasındaki
farklılıklarda açıkça göstermektedir.
Sağlıkta
eşitsizlikleri gidermekte sağlık hizmetlerinin önündeki engelleri kaldırmanın,
daha çok sayıda hekim yetiştirmenin, daha fazla hastane açmanın da bir yere
kadar etkisi olabilir. Ancak bu tedbirlerin başarısı, bunların toplumsal
eşitsizlikleri yaratan diğer koşulları ortadan kaldıracak tedbirlerin
alınmasına bağlıdır. Kuşkusuz bunların başında toplumsal eşitsizliklerin anası
olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet gelmektedir. Üretim araçları
üzerinde özel mülkiyetin kaldırılmasıyla birlikte, toplum içinde bireylerin
kaynaklara “eşit” olarak erişebilmeleri sağlanacak, bunun da sağlık üzerinde
doğrudan etkileri olacaktır.
Üretim araçlarının
toplumsallaştırılacağı güne kadar daha sağlıklı bir yaşam için yapılması
gerekenler de şöyle sıralanabilir:
·
İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin
yükseltilmesi
·
İşçilerin çalışma ve yaşam koşullarının
iyileştirilmesi
·
İşten çıkartmalara izin verilmemesi
·
Bütçe kısıtlamalarına izin verilmeyip, aksine
sosyal harcamaların arttırılması için mücadele edilmesi
Akif Akalın
Dipnotlar
1. Aksakoğlu, G.
ve Giray, H. (2006). Birleşik Krallık’ta
Ulusal Sağlık Hizmetinin Öyküsü. Toplum ve Hekim, 21: 335 – 343.
2. Black, D.,
Morris, J. N., Smith, C. ve Townsend. P. (1980). Inequalities in Health: Report
of a Research Working Group. London: Department of Health and Social Security.
3. Bryant, T. ve
Raphael, D. (2005). Politics, Public Policy and Population Health in the United
Kingdom. Politics of Health Group, UK Health Watch 2005. The Experience of
Health in an Unequal Society içinde S: 15 – 22.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder