soL Haber Merkezi, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 13 Mayıs 2017’de başlattığı “Hedef Sıfır Kaza” kampanyasının ilk iki ayında iş(çi) cinayetlerinde en az 353 işçinin yaşamını yitirdiği haberini veriyor. Kuşkusuz haber bizi şaşırtmıyor. Hatta bu rakam çok daha yüksek de olabileceğini düşünüyoruz. Çünkü Türkiye’de iş(çi) cinayetlerinin doğru hatta doğruya yakın tespit edildiğini söyleyebilmek çok güç. Ekonominin “yarısının” kayıt-dışı olduğu bir ülkede çalışma yaşamına ilişkin istatistiklerin doğru olabileceğini kim iddia edebilir?
Gerçekte “sıfır kaza” kulağa hoş gelse de aşırı iddialı bir hedef. Öyle ki, kimse sizi bu hedefe erişemediğiniz için eleştiremez. Çünkü çalışma yaşamında “sıfır kaza” gerçekten mümkün değil. En azından “doğal afetlerden” kaynaklanabilecek kazaları önleyemezsiniz. Belki de kampanyanın mimarları bunu düşünerek kampanyalarının hedefini “sıfır kaza” olarak koymuştur. Kim bilir?
Oysa iş kazalarını ve bunlara bağlı iş(çi) cinayetlerini azaltmak mümkün. Bilindiği gibi Türkiye iş(çi) cinayetlerinde yıllardır Avrupa şampiyonluğu ve dünya üçüncülüğünü elinde tutuyor. Hiç değilse bu tabloyu değiştirmek ve Türkiye’deki iş(çi) cinayetlerini Avrupa ortalamasına çekmek olanaksız değil. Belki 2017 yılında Türkiye’deki iş(çi) cinayetlerini yarı – yarıya azaltmak gibi bir hedef çok daha mütevazı, fakat aynı ölçüde anlamlı olurdu.
Ancak böyle bir hedefe erişebilmek için işçilerin ve emekçilerin kendi yaşamları ve çalışma koşulları üzerinde söz ve karar sahibi olmalarına olanak vermek gerekiyor.
Sınıfın Sağlığı bloğunun sloganının “işçilerin sağlığı işçilerin elinde olmalıdır” olduğunu fark etmişsinizdir. Bu slogan tam da bunu, işçilerin kendi yaşamları ve çalışma koşulları üzerinde söz ve karar sahibi olmaları gerektiğini anlatıyor.
Slogan tarihte toplumcu tıbbın ilk örgütleyicisi ve uygulayıcısı olan Sovyetler Birliği’nin ilk Sağlık Bakanı Nikolay Semaşko’ya ait. Daha sonra dünyanın her yerinde sosyalistler bu yaklaşımı benimsemişler ve işçi sağlığı mücadelesinin merkezine yerleştirmişler.
Semaşko, Sovyetler Birliği’nde işyerlerinde işçi sağlığı ve güvenliği birimlerini örgütlerken, emekçileri hekimin önüne koymuş, sağlık sorunu olan emekçiler sorunlarını önce “sağlıkçı işçilere” anlatmış, sonra sağlıkçı işçilerle birlikte hekime çıkmışlardır. Acaba kendisi de hekim olan Semaşko neden böyle bir düzenleme yaptı? Tıp alanında hiçbir eğitimi olmayan sıradan bir emekçi, sağlığı hekimden iyi mi bilecekti? Yoksa bu uygulama Sovyet devletinin bir “işçi” devleti olduğunu vurgulayan bir şovdan mı ibaretti?
Modern işçi sağlığı ve güvenliği çalışmaları “risk değerlendirmesi” konsepti üzerine inşa edilmiştir. Üretim süreci işçilerin maruz kalabileceği riskler yönünden değerlendirilerek, olası riskler asgariye indirilmeye çalışılır. Ancak bu değerlendirmeler ve alınacak tedbirlerin belirlenmesi sırasında, bizzat bu risklere maruz kalan işçilerin ve emekçilerin söz ve karar sahibi olmaları kritik önemdedir. Risk değerlendirmesi yaklaşımının başarısı, değerlendirmede işçilerin söz ve karar sahibi olmalarına bağlıdır.
Oysa Türkiye’de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı işçilere ve emekçilere risk değerlendirme sürecinde çok küçük bir rol biçmekte ve işçilerin ve emekçilerin kendi yaşamları ve çalışma koşulları üzerinde gerçek anlamda söz ve karar sahibi olmalarına olanak vermemektedir. “Uzmanların” Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın rehberlerine göre yaptığı risk değerlendirmelerinin ise kazaları önlemekte ne kadar başarılı olduğu ortadadır: İş(çi) cinayetlerinde Avrupa şampiyonluğu ve dünya üçüncülüğü…
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder