Beslenme son yılların moda tartışma konularından biri. Hemen her gün ekranlarda birkaç beslenme programı izlemek mümkün. Biz de geçtiğimiz hafta İzmir’de “Sağlıklı beslenme mümkün mü?” başlıklı bir toplantı yaptık.
Beslenme konusunu, bütün yurttaşların gıda güvencelerinin ve gıda güvenliliğinin devlet tarafından garanti altına alındığı Küba’da konuşuyor olsaydık, muhtemelen çok daha kolay bir tartışma olacaktı. Oysa devletin yurttaşlarının gıda güvencesi ve güvenliliği konusunda sınırlı bir sorumluluk üstlendiği, beslenmenin bireysel bir konu olarak görüldüğü kapitalist toplumlarda, ister istemez, sınırlı bütçelerle nasıl daha sağlıklı beslenilebileceği meselesi öne çıkıyor ve cüzdan, tartışmanın “sınırlarını” cüzdan çiziyor.
Bu durum bizim toplantımızda da kendisini gösterdi. Soru – yanıt bölümünde katılımcılardan biri, kendisinin Karatay diyetini izlediğini, bu diyette sabah kahvaltısının 5 liraya mal olduğunu, 5 lirayla iki boyoz yemek yerine, çok daha sağlıklı olan Karatay kahvaltısının mümkün olduğunu ifade etti.
Elbette toplantımız Küba’da yapılıyor olsaydı, insanlara 5 liranızla boyoz yemek yerine, Karatay kahvaltısı yemenin çok daha sağlıklı olacağını söyleyerek konuyu kapatabilirdik. Oysa resmi rakamlarla “16 milyon” insanın evine ayda 2 bin liradan daha az para girdiği, yöneticilerinin insanların günde 3 öğün çay ve simit yiyerek yaşayabileceklerine inandığı bir ülkede yaşıyoruz. 16 milyon kişi, Küba nüfusunun neredeyse 1,5 katı ediyor.
Dahası, bu 16 milyon yoksul arasında dahi gelir ve zenginlik uçurumlarıyla birbirlerinden ayrılan tabakalar var. 16 milyon yoksulun içinde, evlerine sadece sosyal yardımların ve sadakaların girdiği, hiçbir, sözcüğün tam anlamıyla “hiçbir” geliri olmayanlar da var, evsizler de var, gençlerinin terk ettiği ücra köylerde ölümü bekleyen yaşlılar da var.
Bu insanlara sabah kahvaltısında boyoz yerine Karatay kahvaltısı önermek çok uygun olmayabilir, çünkü bunların bir kısmı muhtemelen ancak çöp bidonlarında bulabildikleriyle, kısmetlerine çıkanlarla kahvaltı yapabiliyor. Onlar maalesef boyoz ile Karatay diyeti arasında “seçim” yapabilecek, 5 liralarını nasıl harcayabileceklerine kafa yorabilecek kadar şanslı değil.
Tabii, toplumun yalnızca kaymak tabakasını oluşturan en tepedeki 16 milyonluk dilimi için değil, en yoksul 16 milyon ile en zengin 16 milyon arasında kalan “48 milyon” yurttaşımız için de, Türkiye’de kahvaltı için 5 lirası olmayan insanların varlığını kabul edebilmek, anlayabilmek ve anlamlandırabilmek çok zor, hatta belki de olanaksız.
Bu noktayı biraz daha açalım. Bizim burada sözünü ettiğimiz 16 milyon insan, “asgari ücret” geliri dahi olmayan 16 milyon insan. Birçoklarının sandığı gibi Türkiye’de asgari ücretliler “en alttakiler” ve asgari ücret gerçekten “asgari” ücret değil. Bugün Türkiye’de asgari ücretle bir işe girebilmek için neler verebilecek “milyonlarca” insan var. Bu insanların arasında on binlerce üniversite mezunu var. Toplumun bu kesimlerine asgari ücretliler dahi, bir eli yağda, diğeri balda “burjuvalar” gibi görünüyor.
DİSK’in TÜİK ve TC Merkez Bankası’na dayalı “resmi” verilerine göre bugün 2 milyona yakın emekçi, kanunsuz bir şekilde asgari ücretin altında bir ücret karşılığında çalıştırılıyor.
En yoksullar ile en zenginler arasında yer alan 48 milyon insan arasında da, bu insanların birbirlerini “ayrı dünyaların insanları” olarak görebilecekleri kadar büyük bir tabakalaşma var. Bunların önemli bir bölümünü “asgari ücretliler” ve geliri asgari ücretin birkaç yüz lira üzerinde olanlar oluşturuyor. Devlet memurlarının, en tepelerindeki küçük bir azınlık dışında kalan çoğunluğu da bu 48 milyonluk dilimde. Ne iş yaptıkları sorulduğunda “serbest meslek” diyenlerin de ezici çoğunluğu burada. Evine ayda 20 bin lira girenler, bu dilimin üst tabakalarını oluşturuyor. Aralarında doktorlar, mühendisler, avukatlar, mali müşavirler var.
Bu 48 milyonluk kesim içinde “beslenme” sözcüğü çok farklı anlamlara gelebiliyor. Bazıları için beslenme sorunu, elindeki parayla nasıl daha sağlıklı beslenebileceği sorunu iken, bazıları için daha “fit” görünmekle veya daha az bulunur gıdalara erişebilmekle ilişkili bir sorun.
Toplumun en alttaki 16 milyonu için beslenme sorunu “toplumsal” boyutuyla öne çıkarken, bunların üzerindeki kesimler meseleye daha “bireysel” bakmak eğiliminde. Oysa sorun bireylerin iradelerinden bağımsız olarak, doğası gereği “toplumsal” bir karakter taşıyor. Bu durumun en somut kanıtı, TÜİK’in asgari ücret tespit komisyonu için “asgari yaşam maliyeti” hesapları yapması. TÜİK, hesaplamalarında Karatay diyetini değil, DSÖ ve FAO tarafından belirlenmiş kalori gereksinimi verilerini kullanıyor.
Fakat bence bütün bunların ötesinde asıl sorun, toplumun en yoksul kesimlerinin, 16 milyon insanın “görünmez” olmaları, daha doğrusu görünmez “kılınmaları”. Onları belki hepimiz, her gün, çöp bidonlarında yiyecek arayan, pazar yerlerinde yerlere dökülen gıdaları toplamaya çalışan “tek tek” insanlar olarak görüyoruz, ancak asla büyük kalabalıklar halinde, dikkatimizi çekecek şekilde göremiyoruz.
Göremediğimiz için de, varlıklarını biliyor olsak dahi, yoksulların sorunlarını yeterince dile getiremiyoruz. Bugün Türkiye’de yaşayan her 5 (yazı ile beş) kişiden, dünyada yaşayan her 9 (yazı ile dokuz) kişiden birinin beslenmek değil, “karnını doyurabilmek” derdinde olduğunu, bir sonraki öğünleri için sürekli mücadele vermek zorunda kaldıklarını bile bile, bilmezden gelerek, nasıl sağlıklı beslenilebileceğini tartışıyoruz.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder