Koronavirüs artık “kapımıza” geldi.
Belki bugün, geçen hafta İran’dan ülkemize girmiş, henüz hastalık belirtileri
göstermeden bedenindeki virüsü başkalarıyla paylaşarak aramızda dolaşanlardan
biri hastalanacak ve Türkiye de virüsün yayıldığı ülkeler arasına girecek.
Virchow’dan beri salgın hastalıkların
toplumların “kusurlarını” ortaya çıkarttığını veya bu toplumun politik ve
sosyal örgütlenmesinin ürettiği kusurları “görünür” hale getirdiğini biliyoruz.
Bu anlamda salgın hastalıkları, toplumların politik ve sosyal örgütlenmelerinin
sınandığı “sınavlar” olarak da görmek mümkün.
Henüz salgın bir “pandemi” boyutuna
ulaşmadı, yani “küresel” bir salgından söz etmiyoruz. Ancak Dünya Sağlık Örgütü
salgının her an bir pandemiye dönüşebileceği uyarısı yapıyor. Bu durumda
ülkelerin salgından görecekleri zarar, politik ve sosyal örgütlenmelerinin ne
kadar kusur ürettiği ile orantılı olacak.
Aslında bunu şimdiden görebiliyoruz.
İşçi sınıfının ve emekçilerin göreli güçlü ve örgütlü olduğu Avrupa ülkelerinde
daha az yeni vaka tespit edilirken, virüsün dramatik bir şekilde yayılması
önlenebiliyor. Buna karşılık işçi sınıfının göreli güçsüz ve örgütsüz olduğu
komşumuz İran, salgının başından beri çok kötü bir sınav veriyor. Bunun nedeni,
sermayenin sağlığa, yalnızca işçi sınıfı tarafından zorlandığında gereken özeni
göstermesidir.
Türkiye de dünya üzerinde işçi
sınıfının en güçsüz ve en örgütsüz olduğu ülkelerden biridir. Toplumun politik
ve sosyal örgütlenmesi, adeta bir “kusur üretim merkezi” gibi çalışmaktadır.
Toplumsal eşitsizlikler insan aklının, hatta hayalinin alamayacağı boyutlara
ulaşmıştır. Öyle ki, bugün devletin “gelir testi” ile yoksullukları
resmileştirilmiş, aylık gelirleri asgari ücretin üçte birinden az olan
milyonlarca insanın ne yiyip ne içtiğini, nerede barındığını, nasıl yaşadığını
hiçbirimiz aklımız almıyor, hayal dahi edemiyoruz.
Elbette koronavirüs kapımızdan
girdiğinde önce bu milyonları etkileyecek. Bugün aramızda oldukları halde
“göremediğimiz” bu milyonlarca insan, koronavirüs sayesinde aniden “görünür”
hale gelecekler. Salgın hastalık en alttakilerin üzerindeki “görünmezlik”
örtüsünü kaldırıp atarken, diğerlerine de “tehlikenin” aslında ne kadar
yakınlarında olduğunu gösterecek.
Diğer yandan bugün yalnızca tıbba
değil, aynı zamanda topluma da egemen olan “bireyci” burjuva ideolojisi, salgın
karşısında alınacak tedbirlerin de “bireysel” kalmasına neden oluyor. Ellerin
yıkanması veya koruyucu maske gibi “birey” düzeyindeki tedbirlerle salgına
karşı hazırlık yapılıyor. Oysa insanlık bulaşıcı ve salgın hastalıklarla
mücadelede bireysel korunmanın yeterli olmayacağını “binlerce” yıldır biliyor.
İnanması kimilerine güç gelebilir,
fakat insanlar, daha mikrobun, hastalıkların bulaşmasının ne olduğunun
bilinmediği dönemlerde bile, bulaşıcı hastalıklara karşı “toplumsal” düzeyde
tedbirler alınması gerektiğini fark etmişlerdi. Örneğin bu tür toplumsal
tedbirlerden biri olan “karantina” uygulaması, bin yıl önce, bu tür
hastalıkların bir “kuluçka süresi” olduğu bilinmediği halde, başarıyla
uygulandığında salgınları durdurabilmişti.
Bugün yirmibirinci yüzyılda tıp,
elbette salgınlarla nasıl mücadele edileceğini binlerce yıl öncesinde
olduğundan daha iyi biliyor. Fakat topluma egemen olan bireyci burjuva
ideolojisi tıbbın da gözlerini kör ediyor ve toplumları salgınlar karşısında
“savunmasız” bırakıyor.
Bakalım Türkiye koronavirüs sınavını
nasıl verecek. Açıkçası yukarıda saydığım nedenlerden dolayı, iyi bir sınav
verebileceğimiz konusunda çok umutlu değilim. Böyle durumlarda sağlığımızı
emanet edeceğimiz sağlıkçıların, sağlık emekçilerinin, “kendilerini” ne kadar
koruyabilecekleri dahi çok tartışmalı. Belki havaların ısınmasıyla virüsün
dolaşımı sınırlanabilir ve koronavirüs salgını daha hafif atlatılabilir. Aksi
halde Türkiye’nin güçsüz ve örgütsüz bir işçi sınıfına sahip olmasının bedelini
çok pahalıya ödeyeceğinden endişeliyim.
Akif Akalın
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder