Bugün (3 Temmuz 2019) kadim dostumuz Dr. Zeki Gül,
Evrensel gazetesindeki köşesinde “Fırınlar neden kapatılmalı” başlıklı bir yazı
yayınlamış. Dahiliye uzmanı olan dostumuz, ekmeğin politik ekonomisini hekim
gözüyle irdelemiş. Ben bir kısmını buraya aktarıyorum fakat yazının tamamını
okumanızı öneririm.
Daha önce beslenme konusunda kaleme
aldığımız yazılarda belirtmiştik; ekmek üretimi sermaye için oldukça kârlı
alanlardan biridir. Ancak ekmek kapitalistlerinin kârlarını arttırmaları için,
diğer kapitalistlerden biraz daha fazla “çaba” harcamaları gerekir. Bunun
nedeni, ekmeğin işçi sınıfının kendisini yeniden üretebilmesinde oynadığı
kritik roldür.
Sermaye (veya sermaye adına devlet),
işçi sınıfının kendisini yeniden üretebilme maliyetini olabildiğince düşük
tutmak için, ekmek fiyatını kontrol altında tutar. O halde ekmek kapitalisti,
ekmeğin fiyatını çok arttırmadan kârını arttırmanın yollarını bulmak
zorundadır. Kuşkusuz sermayenin organik aydınları ellerinden geleni yaparak,
patronlarına yol gösterirler.
AĞIRLIK AZALIRKEN BOYUT NİYE DEĞİŞMİYOR?
Gül, hükumetlerin ekmeğe “açık” zam
yapılmasına izin vermediğini, bu nedenle ekmekte zammın “fiyat arttırılarak
değil, gram azaltılarak” yapıldığını belirtiyor. 1950’de 950 gram olan ekmek,
1970’lerde 600, 1980’lerde 500 ve 1990’larda önce 300, sonra 200 grama kadar
düşürülmüş.
Fakat vatandaşın bu durumu fark
etmemesi için, ekmeğin “hacmi” sabit tutulmaya çalışılmış. Yani 50 yıl içinde
ekmeğin ağırlığı neredeyse beşte bire düşmüş, fakat “hacminde” ciddi bir
değişiklik olmamış. Ekmek alanlar, her on yılda bir daha “hafiflemiş” fakat
neredeyse aynı boyutta ekmek almışlar. Kapitalist ekmek sanayicileri bunu
ekmeğe koydukları “hacim arttırıcı” katkı maddeleriyle sağlamışlar.
MESELE HACİMLE BİTMİYOR
Gül, günümüzde ekmek
kapitalistlerinin, ekmek üretiminde 10’dan fazla katkı maddesi kullandıklarını
belirtiyor. Bu katkı maddelerini kullanmaktaki amaçları kârlılığı arttırmak.
Gül’e göre bu katkı maddelerinin hiçbiri ekmek üretimi için “gerekli” değil,
ekmeği yalnızca un, maya, tuz ve suyla üretebilirsiniz.
Fakat kapitalist, ekmeğin “raf ömrünü
uzatmak” veya daha “beyaz” görüntü vermek çeşitli katkılar kullanıyor. Yine
asiditeyi arttırmak, su kaldırma oranını yükseltmek için başka katkı maddeleri
var. Neticede ekmek, Gül’ün de yazısında belirttiği gibi “ekmek” olmaktan
çıkıyor ve “ekmek diye satılan ürüne” dönüşüyor.
BUNLARIN SAĞLIĞIMIZA ETKİLERİ?
Dahiliye uzmanı olan Dr. Gül,
geleneksel olarak “katışıksız” un, su, maya ve tuz kullanılarak yapılan ekmeğin
aşırı tüketilmediği takdirde sağlık için zararlı olmadığını, fakat bugün “ekmek
diye satılan” ürünün çok zararlı olduğunu söylüyor. Eskiden diyabetiklerin
oranı yüzde 4 ve şişmanların oranı yüzde 10 iken, bugün her 100 kişiden 17’si
diyabetik olmuş. Avrupa’da diyabet ve obezitede şampiyon olmuşuz.
ÇÖZÜM VAR MI?
Gül yazısında ekmek konusunda
provokatif bir çözüm öneriyor: “Evet, sağlıklı toplum adına cümle ekmek
fırınları, unu öğütmek dışında ek işleme tabi tutan tüm un fabrikalarının kapatılmasını
tartışma zamanı geldi. Şimdi, evde un gibi undan biraz da maya, su ve tuz ile
ekmek yapma zamanı”.
Üzülerek dostumuzun çözüm önerisine
katılamayacağımızı belirtmek istiyoruz. Birincisi, herkesin “evinde” ekmek
yapması hem günümüzde “pratik” değil, hem de toplum içinde bunu yapamayacak çok
sayıda insan var (örneğin yaşlılar, engelliler, kurumsal ortamlarda yaşayanlar
vb).
İkinci olarak “unu öğütmek dışında ek
işleme tabi tutan tüm un fabrikalarını” kapatmak yerine “devletleştirmek” ve devleti
yurttaşlarının sağlıklı (yeterli ve dengeli) beslenmesinden sorumlu kılmak daha
“akılcı” bir çözüm gibi duruyor. Zaten ekmek gibi temel bir gıdayı “özel
sektöre” ve kapitalistlerin insafına bırakmak yanlış değil mi? Devletleştirilen
fabrikalarda katkı maddelerinin kullanımı yasaklanabilir ve kamusal olarak
denetlenebilir.
MESELEYE DAHA DERİNDEN BAKMALI
Meseleye biraz daha “derin”
bakıldığında, çözüm “kendiliğinden” ortaya çıkıyor. İnsanlar “dünya” gıda ve
beslenme sektörünün “bir avuç” tekelin elinde olduğuna bir türlü inanamıyor
(belki de inanmak istemiyor) ve “abarttığımızı” düşünüyorlar. Bunun nedeni
beslenme konusunu, kendi “çarşı – pazar” deneyimleri ve medyada okudukları
çerçevesinde değerlendirmeleri. İnsanlar, köylünün tahılı tarlasında yetiştirip
sattığını, “aracıların” üzerine kâr koyarak ekmek üretenlere sattığını,
bunların da ekmek yapıp bize sattığını “görebiliyorlar”.
Oysa dünya tahıl ticaretinin yüzde
90’ı, ABCD grubu da denen, ADM, Bunge, Cargill ve L. Dreyfus şirketlerinin
elinde. Bu şirketler hem tahıl üreticilerine girdi sağlıyor, hem de ürünlerini
“tek” alıcı olarak istediği fiyattan satın alıyor ve ekmek üreticilere istediği
fiyattan satıyor. Yirmi birinci yüzyılda yok öyle kendi kafasına göre buğday
eken köylü. O köylüler geçen yüzyılın “romanlarında” kaldı. Kendi kafasına göre
iş yapmaya kalkanlar, kısa sürede iflas edip, piyasadan siliniyor.
Belki “eski güzel günlere” dönmek
artık olanaksız, fakat ABCD grubunu dağıtmak ve tahıl üretimini denetim altına
almak “kapitalizm” koşullarında dahi mümkün. Kuşkusuz bir şartla: işçi
sınıfının bilinçlenmesi ve örgütlenmesi şartıyla… Şüphesiz sorunların asıl
çözümü yalnızca sosyalimle mümkün. Ekmek kavgası ancak sosyalizmle biter.
Akif Akalın
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder