Translate

4 Nisan 2020 Cumartesi

Kapitalizm, emperyalizm, sınıf ve Ebola?

Son aylarda hayatımıza yeni bir hastalık daha girdi: Ebola.

Ebola hastalığını TV ekranlarındaki panik görüntüleriyle tanıdık. Havaalanlarından karga tulumba ambulanslara atılıp, bilim-kurgu filmlerde gördüğümüz sahnelerle hastanelere taşınan “şüpheliler”, ABD’nin salgını sınırlamak için “askeri çözüm” önerileri ve Dünya Sağlık Örgütü’nün, eğer salgın 2015 Mart’ına kadar sınırlanamazsa yüzbinlerce kişinin ölebileceği yolundaki uyarıları... Elbette bu arada zengin ülkeler salgına karşı mücadele için ceplerinden ne kadar çıkacağının tasasındayken, yoksul Küba’nın geleneksel enternasyonal dayanışma çerçevesinde hemen harekete geçerek Afrika’nın yardımına koşması unutulmamalı.

Kuşkusuz Ebola hastalığı birçok yönüyle tartışılabilir. Virüsün yapısından ve özelliklerinden, hastalığın bulaşma yollarından veya salgının yayılmasını engellemek için alınacak önlemlerden bahsedebiliriz. Nitekim medya bu tür tartışmalarla dolu. Ancak olaylara ve olgulara “tarihsel ve toplumsal” bir mercekten bakanlar, Ebola salgınında medyada fazla tartışılmayan başka boyutları da görebiliyorlar: kapitalist üretim ilişkilerinin bu hastalığın ortaya çıkmasındaki rolü, emperyalist sistemin hastalığın yayılmasındaki ve gerekli etkin tedbirlerin alınamamasındaki yeri ve sınıf değişkeninin hastalığın prognozu (gidişatı) üzerindeki etkileri.

KAPİTALİZM VE EMPERYALİZMİN EBOLA İLE NE ALAKASI VAR?

Kapitalist üretim ilişkileri ile Ebola hastalığı arasındaki bağlantı noktası, kapitalist üretimin amacının “kar” olmasıdır. Kapitalist üretimde amaç toplumun gereksinimlerini karşılamak değil, üretilen mal ve hizmetler üzerinden kazanç sağlamaktır. Kapitalist üretimin bu niteliği, Ebola hastalığının ortaya çıkmasından yayılmasına, hastalığa karşı etkili önlemler alınamamasına kadar birçok noktada olumsuz etkilerini göstermektedir.

Öncelikle hastalığın ortaya çıkmasından başlayalım. Ebola hastalığı ilk kez 1976 yılında, o dönemde adı Zaire olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde tanımlanmış. Adını bölgedeki bir nehirden alan hastalık, bu dönemde birkaç salgına yol açtıktan sonra kayboluyor. Bunun nedeni, virüsün çok öldürücü olması ve yayıldığı küçük kabileler arasında çok sayıda ölüme yol açmasına karşın, bu kabilelerin “dış dünya” ile temasının çok sınırlı olması nedeniyle (bu konuya emperyalizm bahsinde tekrar döneceğiz) başka bölgelere atlayamaması. Yani ölen ölüyor, bir süre sonra kendisine yeni konaklar bulamayan virüsün etkileri bir bakıma “kendiliğinden” sınırlanmış oluyor.

İstanbul Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji profesörü Şadi Yenen, Ulusal TV’de Ebola hastalığı üzerine bir söyleşisinde, aslında yapılan moleküler çalışmaların Ebola virüsünün 2.000 yıldır var olabileceğini gösterdiğini söylüyor. Bu bilgi çok önemli. Çünkü tıbba ve sağlığa egemen olan “biyomedikal” model, hastalıkların ve sağlık sorunlarının nedenlerini “indirgemeci” bir yaklaşımla mikroplara indirgemek eğiliminde. Kapitalist tıp modeli de denen bu yaklaşım için asıl sorun hastalığa “neden olan” Ebola virüsüdür. Yani Ebola hastalığının ortaya çıkmasının nedeni Ebola virüsünün varlığıdır; virüs olmasaydı, hastalık da olmayacaktı. Oysa Şadi Yenen, gezegenimizde Ebola virüsünün 2 bin yıldır var olduğunu söylüyor. O halde şu soruyu sormak zorundayız: neden 2 bin yıldır insanlarda hastalık yapmayan bu virüs, 1976 yılında aniden insanlar için bir sağlık sorunu haline geldi?

Aslında bu sorunun yanıtını, günümüzden 150 yıl kadar önce kapitalist tıbbın temeli olan “mikrop kuramı” ilk ortaya atıldığında, toplumcu tıbbın kurucularından Rudolf Virchow vermişti: mikropların varlığı hastalıkların oluşması için “gereklidir”, fakat “yeterli” değildir. Evet, kapitalist tıp “Ebola virüsü olmasaydı bu hastalık olmazdı” derken haklıdır; gerçekten de Ebola virüsünün olmaması halinde bu hastalığın gelişmesi mümkün değildir. Fakat, bu virüsün 2.000 yıldır var olmasına rağmen bugüne kadar bir sağlık sorununa yol açmaması da, tamamen bu hastalığın ortaya çıkması için “yeterli” şartların oluşmamasına bağlıdır. İşte kapitalist üretim, Ebola virüsünün insanlar için bir sağlık sorunu haline gelmesinin “yeterli şartlarını” oluşturmuştur.


Nasıl? Bu sorunun yanıtını da Yenen’in konuşmasında bulmak mümkün. Ebola virüsünün kaynak konakları yarasalardır. Ebola virüsü yarasaların bedenlerinde, bu hayvanları hasta etmeden yaşar. Virüsün başka canlılara geçebilmesi, diğer canlıların bünyelerinde virüsü barındıran yarasa türleriyle yakın ilişki kurmasıyla mümkündür. Bu nedenle Ebola virüsü doğada, yalnızca bu virüsü taşıyan yarasa türleriyle temas kurma şansı olan bazı yabanıl hayvanlara geçebilmektedir. Tarih boyunca insanların, ormanlarda ve mağaralarda yaşayan yarasalarla yok denecek kadar az bir temas içinde olması, bu virüsün insanlara geçmesini önlemiştir.  

İşte kapitalizm bu noktada devreye giriyor ve kapitalizmin kar hırsı ve kar edebilmek için doğayı sonuna kadar sömürme süreçleri, birçok canlıda olduğu gibi yarasaların da yaşam alanlarında değişikliklere yol açıyor. Azgınca bir kar güdüsüyle, sanayinin gereksindiği hammadde gereksinimini karşılayabilmek için doğayı acımasızca tahrip eden kapitalizm, bir yandan yarasalar ve yabanıl hayvanları yerlerinden ederken, diğer yandan ormancılık ve madencilik başta olmak üzere çeşitli etkinliklerle insanları yaban hayvanlarının doğal yaşam alanlarına taşıyarak, bu hayvanlarla yakın temas içine sokuyor. Böylece geçtiğimiz 2.000 yıl boyunca insanlara geçebilme olanağı bulamayan virüs, kolayca insanlara bulaşabilme ve hastalık yapabilme şansı yakalıyor.

Bu süreçlerin insan etkinlikleri tarafından belirlenmiş olması nedeniyle Prof. Dr. Şadi Yenen, Ebola hastalığını ve benzeri birçok hastalığı, “insan eliyle kışkırtılmış hastalıklar” olarak tanımlıyor. Gerçekten de, AIDS başta olmak üzere, son yarım yüzyılda karşılaştığımız hastalıkların çoğu, yukarıda anlatılana benzer süreçlerle ortaya çıkmış hastalıklardır.

Ebola konumuzdan biraz uzaklaşmak pahasına, burada bir parantez açıp, kapitalist üretim tarzı ile insan eliyle kışkırtılmış hastalıklar ilişkisini biraz daha derinlemesine irdelemekte yarar var.

Bugün insanlarda sağlık sorunu oluşturan hastalıkların büyük bir kısmının aslında “hayvan hastalıkları” olduğunu biliyoruz. Bu hastalıklar hayvanlardan insanlara geçmiştir. Bu süreç, insanların “tarım toplumuna” geçişi sırasında tetiklenmiştir. Tarım toplumuna geçişle birlikte hayvanları evcilleştirmeye başlayan insan, yakın temas içine girdiği bu hayvanlardan hastalıklarını da almıştır. Kentleşme sürecinin de bunun üzerine büyük etkisi vardır. Kent çöplüklerini kendilerine mesken tutan başta kemirgenler olmak üzere birçok hayvan, yakın temas içinde bulundukları insanlara birçok hastalığı kolayca taşıyabilmiştir. Yine ticaretin gelişmesiyle bu hastalıklar başka coğrafyalara yayılma şansı bulmuştur. Geçtiğimiz yüzyıllar içinde bu süreçler sonucu doğada yeni “dengeler” kurulmuş, insanlar bu hastalıklara karşı kendilerini koruyacak ve tedavi edecek yöntemler geliştirmiştir.

Bugün kapitalist üretim gezegenimizi ve insanlığı yeniden benzer bir sürece sokmuştur. Kapitalist kar hırsı insan – hayvan ilişkileri ve hayvanlar arası ilişkileri bugün yine insanın tarım toplumuna geçtiği çağda olduğu gibi radikal bir tarzda değiştirmekte ve “yeni hastalıklar” için benzer bir tetikleyici rol oynamaktadır. Kapitalist çiftliklerde (tarım işletmelerinde) uygulanmaya başlayan yeni tarım – hayvancılık pratikleriyle, normal olarak doğada bir araya gelemeyecek kadar çok sayıda hayvan, oldukça küçük alanlarda toplanmıştır. Bu durum virüslerin “ortak enfeksiyonlarının” sayısında büyük artışlara neden olmuştur. Böylece virüslerin genomları arasında rekombinasyonlar denen, farklı özellikleri olan bir virüsün genomunun belli bir parçasının bir başka türdeki bir virüsün genomunun bir parçası haline gelmesi süreci hızlanmıştır. Bu süreçler, kuşkusuz bazı virüslerin yok olmalarına neden olurken, bazı virüslerin de “yeteneklerinin” artmasına, yani “yeni hastalıklara” yol açmaktadır. 
Demek ki insanın tarımı nasıl gerçekleştirdiği, hayvanları nasıl yetiştirdiği, hayvan hareketleri, insan hareketleri ve insanların sosyal örgütlenmesi sağlıklarıyla doğrudan ilişkilidir. İnsanlarda hastalıkların oluşması ve gelişmesi için “yeterli şartı” bu süreçler oluşturmaktadır.

Buraya kadar kapitalizmin Ebola hastalığının ortaya çıkmasındaki rolünü tartıştık. Biraz da hastalığın gidişi ve tedavisi ile hastalıktan korunma üzerine etkilerinden bahsedelim.

Geçtiğimiz yıl yayınladığı Socialize Big Pharma başlıklı makalesiyle adını duyuran gazeteci Leigh Phillips, geçtiğimiz günlerde Ebola’nın Politik Ekonomisi başlıklı bir makale yayınladı. Yazara göre hastalığın 40 yıla yakın bir süredir biliniyor olmasına kaşın, büyük ilaç firmalarının bu konuda bir şey yapmamasının nedeni, Ebola için bir tedavi geliştirmenin maliyetinin yüksek, buna karşın tedaviden elde edilecek gelirin (karın) çok düşük olması. Yani kapitalist üretim tarzının mantığı: kar yoksa, üretim de yok. Yazımızın başında kapitalist üretimin amacının insanların gereksinimlerini karşılamak olmadığını ifade ederken, bunu kastediyorduk.

Aslında geçtiğimiz on yıl içinde Ebola tedavisine yönelik araştırmalarda muazzam ilerlemeler sağlanmış. Bu araştırmalar genellikle kamu sektörü veya kamudan büyük mali destek alan özel sektör şirketleri tarafından yapılmış. Nükleik asit tabanlı ürünler, antikor tedavileri ve bir dizi aşı (bunlardan beşi insan-dışı primatlarda başarıyla korunma sağlamış) geliştirilmiş. Fakat salgının nadir görülmesi (30 – 40 yılda bir) ve göreli olarak (örneğin hipertansiyonla kıyaslandığında) az sayıda insanı etkilemesi nedeniyle, büyük ilaç şirketleri için Ebola ile ilgilenmek “karlı” değil.

Aslında bu durum da Ebola’ya özgü değil. 30 yıldır büyük ilaç şirketleri yeni sınıf antibiyotikler üzerine araştırma yapmayı da reddediyorlar. Klinisyenler bu nedenle, önümüzdeki 20 yıl içinde rutin enfeksiyonlara karşı etkin ilaçların tamamen tükeneceğini söylüyorlar. Dünya Sağlık Örgütü geçtiğimiz Nisan ayında ilk kez dünya ölçeğinde antimikrobiyal direnci izleyen bir rapor yayınladı: “bu ciddi tehdit, artık bir gelecek öngörüsü değil, tehdit şimdi dünyanın her bölgesinde ve her ülkede, her yaştan, herkesi etkileme potansiyeline sahip”.

Bunun nedeni apaçık; şirketler kendileri itiraf ediyorlar: insanların yaşamları boyunca yalnızca enfeksiyona yakalandıklarında birkaç kez kullanacakları bir ilaç için 870 milyon dolar (sermaye maliyeti hesaba katıldığında 1.8 milyar dolar) yatırım yapmanın bir anlamı yok; bu para diyabet veya kanser gibi hastaların genellikle yaşamları boyunca her gün almak zorunda olduğu yüksek karlı ilaçların geliştirilmesine yatırıldığında daha fazla kazanç getiriyor. Sonuç olarak ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezine göre, ABD’de her yıl iki milyon insan antibiyotiklere dirençli bakterilere maruz kalıyor ve bunlardan 23 bini yaşamını yitiriyor.  

Aynı durumu aşı geliştirmede de görüyoruz. İnsanlar örneğin astım ilaçlarını veya insülini onyıllarca satın almak zorunda kalırken, aşıların bütün yaşam boyunca genellikle yalnızca birkaç kez satın alınması gerekiyor. Bu nedenle birçok ilaç şirketi onyıllardır yalnızca aşılar üzerine araştırma yapmayı terk etmediler, aşı üretmeyi de bıraktılar. Bugün ABD’de birçok çocukluk çağı aşısının kıtlığı çekiliyor.

Kapitalizmin Ebola ile ne alakası var sorusunu bir ölçüde yanıtlayabildiğimizi umuyorum; şimdi diğer konulara geçebiliriz.

EMPERYALİZMİN EBOLA İLE NE ALAKASI VAR?

Emperyalizm, kapitalizmin geçen yüzyılda eriştiği en üst aşamadır. Diğerleri yanında en önemli özelliği, “sermaye” ihracıdır. Ebola hastalığı ile ilişkisi de bu özelliğinden kaynaklanmaktadır.

Emperyalizmin Ebola hastalığı ile ilişkisine aslında yukarıda bir ölçüde değinmiştik. Doğal kaynaklar üzerinde emperyalist sömürü, yarasalar dahil birçok hayvan türünü doğal yaşam alanlarından (nişlerinden) kopmaya, kendilerine yeni yaşam alanları bulmaya veya insanlar tarafından itildikleri yeni alanlara uyum göstermeye zorlamıştır. Fakat günümüzde “küreselleşme” sözcüğü ile ifade edilen emperyalist sömürünün, sömürülen halklar arasında genelde hastalıkların, özelde de Ebola hastalığının gelişmesi ve gidişatı üzerine başka bazı süreçler üzerinden de önemli etkileri vardır.

İnci Çınarlı Küreselleşme, Risk İletişimi ve Ebola başlıklı makalesinde, günümüzde küreselleşme ve küreselleşme dinamiklerinin yalnızca ekonomileri, devletleri ve kurumları değil, aynı zamanda da bireylerin yaşamlarını ve deneyimlerini de etkilediğini belirtmektedir. Küreselleşmenin ekonomik süreçler, teknolojik gelişmeler, siyasi etkiler, kültür ve değerler sistemleri ile sosyal ve doğal çevre etmenleri gibi güçler tarafından yönlendirildiğini ve zorlandığını ifade eden yazara göre bu farklı güçler, küreselleşmenin bir parçası olarak insanların sağlığı üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak etkiler göstermektedir. Bu etkiler geri bıraktırılmış ülkelerde oldukça belirgindir. Ayrıca küreselleşme ile ortaya çıkan ya da daha da derinleşen ekonomik uçurumlar da enfeksiyon hastalıkları üzerinde etkili olmaktadır: “Ebola’nın sömürgecilik dönemi ile birlikte başta köle ticareti ve doğal kaynakların talanına maruz kalan, hâlihazırda da kronik yoksulluk, başta Batı tarafından silahlandırılan çeteler, askeri darbeler, açlık, sefalet, kurumlara olan güvensizlik ve ilaç şirketlerinin etik dışı ilaç deneylerinden muzdarip post-koloniyel Afrika’nın bir bölümünü pençesine alması rastlantısal olmasa gerek. Bu nedenle de Ebola ile ilgili komplo teorilerine de aslında hiç ihtiyaç yok”.

Şadi Yenen de, emperyalizmin sömürülen halklar üzerindeki en önemli etkilerinden birinin “yoksullaştırma” olduğunu belirtiyor. Kıskacına aldığı ülkelerin “bütün” kaynaklarını sömüren emperyalizm, bu ülkelerin halklarının ezici çoğunluğunu sefalet koşullarında yaşamaya itmekte ve bu yoldan insanların hastalıklar karşısında savunmasız kalmalarına neden olmaktadır. Ülkelerinin kaynaklarına el konması sonucu yoksullaştırılan insanlar, özellikle dünyanın en geri bıraktırılmış coğrafyalarında, karınlarını doyurabilmek için giderek daha çok yaban hayvanı yakalamak ve yemek zorunda kalmışlardır. Bu süreç özellikle gezegenimizin en yoksul kıtası olan Afrika’da yoğun olarak yaşanmaktadır. Böylece Ebola virüsüne ara konakçılık eden birçok yabanıl hayvan türüyle yakın ilişkiye geçen insanlar, besin kaynağı olarak kullandıkları bu hayvanlardan aldıkları virüslere maruz kalmaya başlamışlardır.

Emperyalizmin diğer bir etkisi, gezegenimizi kapitalistler için “pazar” haline getirme sürecinde neden olduğu savaşlardır. Aslında emperyalizm demek, savaş demektir. Şadi Yenen konuşmasında geçtiğimiz yıllarda bugün salgınların görüldüğü ülkelerde emperyalizmin doğrudan müdahalelerde bulunduğa veya dolaylı olarak kışkırttığı savaşların yaşandığına dikkat çekiyor. Savaşın toplumlar üzerindeki en önemli etkilerinden biri de, bu ülkelerde sağlık altyapılarının çökmesidir. Temel sağlık hizmetlerinin zarar görmesi, insanların temiz su kaynaklarına erişiminin kısıtlanması sonucu hijyen ve sanitasyon koşullarının bozulması, savaşların ilk ortaya çıkan sonuçlarındandır. Yine savaş alanlarından kaçmak zorunda bırakılan çok büyük insan hareketleri de önemli bir etmendir. Bütün bu gelişmeler, zaten sağlık altyapıları yeterli olmayan Afrika toplumlarında, savaşın da etkisiyle, salgınların çok daha etkili olmasına yol açmaktadır.       

Son olarak emperyalist ülkelerin, yoksul ülkelerde bu tür salgınlar ortaya çıktığında takındıkları tipik bir tutuma dikkat çekmek gerekir: salgını çıktığı yerde sınırlamak ve kendi ülkelerine sokmamak. Hiçbir zaman salgınla gerçekten mücadele etmek ve tümüyle ortadan kaldırmak gibi bir kaygıları yoktur. Emperyalist ülkelerin ve kuruluşların, salgınlar patlak verdiğinde yaptıkları “yardımın” miktarını belirleyen şey budur. Salgının tamamen yok edilmesi için gerekli bütçeden çok daha azını harcayarak salgını sınırlama çabası, aslında insan türünün geleceğiyle kumar oynamaktır. Fakat “kumar oynamak” kapitalist – emperyalist sisteme çok yabancı bir kavram değildir, hatta “risk almak” kapitalizmin özünde vardır.

YA SINIF?

Şüphesiz Ebola salgınında dikkat çeken diğer bir boyut da, “sınıf” boyutudur. Haberlerde de izlediğimiz gibi Ebola virüsünün bulaştığı bütün insanlar yaşamlarını yitirmemektedir. Kimlerin hayatta kaldığına ve kimlerin öldüğüne daha yakından baktığımızda, hayatta kalanlar ve ölenler arasında belirgin bir “sınıf” farkı görürüz. Bu farka yol açan ana etkenlerden biri, “destek tedavisine erişim” etkenidir. Destek tedavisi oldukça “pahalı” bir tedavi olduğundan, tedaviye erişimdeki avantaj ve dezavantajlar, söz konusu Ebola olduğunda bir ölüm – dirim sorunu haline gelmektedir. Bu durumun yakın geçmişte AIDS için de geçerli olduğu anımsanacaktır.  Toplumun iyi bir sağlık bakımına erişme gücü olan kesimlerinin hayatta kalma şansı, diğer kesimlere göre daha yüksektir.

Ebola’nın Afrika’da son derece ölümcül seyretmesine karşın, virüsün diğer kıtalarda Afrika’daki kadar yüksek oranda ölümle sonuçlanmamasının nedenlerinden biri, özellikle ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde bu hastalığa yakalananların destek tedavisine erişebilmeleridir. Tam teşekküllü hastanelerde iyi bir yoğun bakım destek tedavisi hayatta kalma şansını arttırmaktadır. Diğer bir neden, hastalığa yakalanan Afrikalıların yoksullukları nedeniyle zaten genel vücut dirençlerinin daha düşük olması, buna karşılık bu hastalığa yakalanan daha zengin ülkelerden insanların, bu bakımdan Afrikalılara göre daha avantajlı olmalarıdır.

Şadi Yenen’e göre kuşkusuz bu salgında Afrika’da görülen ölümler tümüyle önlenemezdi, fakat Afrika bugün olduğu gibi emperyalizmin kıskacında can çekişen bir kıta olmasaydı, Afrika ülkeleri de, Batı Avrupa ülkeleri gibi yeterli sağlık ve sosyal altyapılarına sahip olsalardı, belki bu salgınlar bu kadar büyümez ve bu kadar çok cana mal olmazdı.

Ne yazık ki, hastalığın sınıfsal boyutunu yeterince gözler önüne serebilecek verilere sahip değiliz. Zorunlu olarak ampirik verilerle çıkarsamalar yapmak zorunda kalıyoruz. Bunun nedeni, bilimsel araştırmalarda “sınıf değişkeninin” nadiren kullanılmasıdır. Kuşkusuz bu durum Ebola hastalığına özgü değil. Oysa araştırmalarda sınıf değişkeninin kullanılması halinde, hemen bütün sağlık sorunları için sınıfsal farklılıklar bilimsel olarak ortaya konabilecektir.

Akif Akalın



Kaynaklar

Akalın, A. (2013). Toplumcu Tıbba Giriş. İstanbul: Yazılama Yayınevi. S: 99 – 108.

Çınarlı, İ. (2014).  Küreselleşme, Risk İletişimi ve Ebola. https://m.bianet.org/biamag/saglik/158439-kuresellesme-ebola-ve-risk-iletisimi

Phillips, L. (2014). The Political Economy of Ebola. Jacobin Magazine. https://www.jacobinmag.com/2014/08/the-political-economy-of-ebola/

Ulusal Kanal. (2014). Bilim ve Toplum Programı. 26 Ekim 2014.  http://www.klimik.org.tr/2014/10/26/mers-ve-ebola-hastaliklari-nereden-c...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder