Aslında bugün insanlığın sağlık alanında “kazanım” olarak niteleyebileceği ne varsa hepsini sosyalizme borçlu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bugün sağlık dendiğinde akla gelen her şey neredeyse son bir kaç yüzyılın ürünüdür ve hepsinde büyük ölçüde sosyalizmin damgası vardır.
Kimileri bu iddiamıza tıbbın ve sağlık
hizmetinin antik çağlardan beri var olduğunu ve kurumsallaştığını söyleyerek
karşı çıkabilirler. Doğrudur, yeryüzünde sağlık hizmeti antik uygarlıklardan
beri vardı, fakat “halk” için değil, sadece toplumun elitleri, yöneticileri,
egemenleri için vardı ve saraylarda örgütlenmişti. Toplumun ezici çoğunluğunu
oluşturan halk sınıfları bu hizmetlerden yararlanamıyor, sağlık sorunlarının
çözümü için “geleneksel” yöntemlere sığınıyordu.
Bu tablo kapitalizmin tarih sahnesine
çıkmasıyla, üretimde kapitalist ilişkilerin yaygınlaşmaya başlamasıyla değişti.
Nüfusun fabrikaların bulunduğu alanlarda yoğunlaşmasıyla birlikte insanlık o
güne kadar karşılaşmadığı, sağlık üzerine çok olumsuz etkileri bulunan yeni
çevre sağlığı sorunlarıyla, işçi sağlığı sorunlarıyla tanıştı. Kapitalizm veya
sermaye bu sorunlara yanıt üretemedi. Bu dönemde dini kurumlar ve hayır
kurumları toplumun yoksul kesimlerinin ve emekçilerin sağlık hizmeti talebini
karşılayamaz hale geldiklerinde, işçi sınıfı içinde “sağlık hakkı” talebi
yaygınlaşmaya başladı.
Sosyalist düşünceler, henüz nüve
halindeyken, daha işçi sınıfı tarafından benimsenip, ete – kemiğe bürünmeye
başlamadan önce dünyayı ve insanların gündelik yaşamlarını değiştirmeye başladılar.
Avrupa’da 1848 ayaklanmaları sürecinde sosyalistler işçi sınıfının sağlık
taleplerini formüle etmeye, işçileri bu talepler etrafında örgütlemeye ve
mücadeleye yöneltmeye başladılar. Yurttaşlarına sağlık hizmeti sunmak bir
devlet görevi olmalı, sağlık hizmeti “devlet” hizmeti olmalı ve herkese eşit ve
ücretsiz olarak sunulmalıydı.
Bu talepler tarihte ilk kez 1917 Ekim
devrimiyle karşılığını bulabildi. Rusya’da sosyalistler sağlık hizmetini yurttaşlara
karşılıksız sunulan bir “devlet” hizmeti haline getirmek için yeryüzündeki ilk
Sağlık Bakanlığı’nı örgütlediler. Artık bir şehirde kamusal bir hastane veya sağlık
kuruluşunun açılması hayırseverlerin veya dini kurumların insafına
bırakılmayacak, devlet sağlık hizmetini yurttaşlarının yaşadığı her yere
götürecekti. Bu kurumlarda devlet memuru hekimler ve sağlık emekçileri istihdam
edildi ve tarihte ilk kez “bütün halka” hizmet sunmaya başladılar.
Kapitalist ülkeler, kendi işçi
sınıflarının baskısıyla ve mücadelesiyle Rusya’yı izleyerek kendi ülkelerinde
Sağlık Bakanlıkları kurmaya ve kamusal sağlık kurumları örgütlemeye başladılar.
Sosyalizm sayesinde birçok kapitalist ülkede de sağlık hizmetine erişebilmek
parası olanlar için bir imtiyaz olmaktan çıktı ve herkes için, bütün insanlık
için bir hak haline geldi. Kuşkusuz bu gelişmeler, kapitalist ülkelerdeki
işçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyi ile orantılıydı. İşçi sınıfının en
bilinçli ve örgütlü olduğu coğrafyalarda insanlar, sağlık alanında sosyalist
ülkelerde yaşayan insanlarınkilere yakın haklar elde ettiler.
1871 Paris Komünü sermayeye, şayet iktidarda
kalmak istiyorsa işçi sınıfının taleplerini dikkate almak, işçilerin ve
emekçilerin gündelik çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek zorunda olduğunu
gösterdi. Bu deneyimden dersini alan sermaye, 1880’lerde tarihte ilk kez Bismarck reformları ile emekçiler için sosyal güvenlik sistemleri
örgütlemek zorunda kaldı. Bismarck ayrıca işçiler için işyerlerinde sağlık
hizmetleri örgütledi.
O halde bugün birçoğumuz için “doğal”
bir hak gibi görünen sosyal güvence hakkı, hasta olunduğunda, sakat
kalındığında sağlık bakımı alma hakkı, emeklilik hakkı gibi kazanımların,
sosyalizm sayesinde, kendisine sosyalizmi rehber edinmiş işçi sınıfının
mücadelesi sayesinde kazandığını söyleyebiliriz. Nitekim 1970’lerden sonra işçi
sınıfının sosyalizmden uzaklaşmaya başlamasıyla insanlığın bu kazanımlarını
yitirmeye başlamalarının atbaşı gitmesi de tesadüf değildir.
İnsanlık sağlık alanındaki kazanımlarının
büyük çoğunluğu, anti-emperyalist mücadeleyle dünyadaki sömürge sisteminin
yıkıldığı ve sosyalist mücadeleyle yeryüzünün üçte birinin kapitalist
boyunduruktan kurtularak sosyalizme yöneldiği İkinci Paylaşım Savaşı sonrası
dönemde elde etmiştir. Kapitalizmin beşiği İngiltere’de sermaye, olası bir
sosyalist ayaklanmanın önünü alabilmek için İkinci Paylaşım Savaşı sonunda sağlık
hizmetlerini devletleştirmek, Ulusal Sağlık Hizmeti’ni (National Health
Sysytem) örgütlemek zorunda kalmıştır. Daha sonra birçok kapitalist ülke Ulusal
Sağlık Hizmeti örgütlemek zorunda kalmıştır.
Eğer insanlık bugün kapitalist
ülkelerde şu veya bu ölçüde bir sağlık hakkına, sosyal güvenceye sahipse, bu
sosyalist düşüncenin, işçi sınıfının kapitalizme ve emperyalizme karşı yürüttüğü
kararlı sosyalizm mücadelesinin eseridir. Sermaye kapitalist ülkelerde iktidarını
koruyabilmek ve sürdürebilmek için işçi sınıfına bu alanlarda büyük tavizler
vermek zorunda kalmış, bu haklar böyle insanlığa mal olmuş ve bütün insanlar
yararlanmaya başlamışlardır.
Kuşkusuz yukarıda sıralanan
kazanımlar çok değerlidir, fakat insanlık sosyalizm sayesinde sağlık alanında
bunlardan çok daha büyük bir kazanım elde etmiştir: sağlıklı olma, sağlıklı
kalma hakkı.
Tarih boyunca tıp ve sağlık hizmeti
hastalıkları iyileştirmeyi amaçlamıştır. Şüphesiz “koruyucu” hekimliğin tarihi
de çok eskidir, fakat hep “tedavi” hekimliğinin gölgesinde kalmıştır. Hipokratik
tıp geleneğinde bireyci bir “hasta – hekim” ilişkisi tanımlanır ve bu ilişki
“şikayetiniz nedir” sorusuyla başlar. Sosyalizm öncesinde bütün tıp ve sağlık
hizmeti bu gelenek üzerine inşa edilmiştir.
Sosyalizmde tıp, tarihte ilk kez
Hipokratik geleneğin aksine kendisine yalnızca bir yakınması nedeniyle hekime
başvuran “hastayı” değil, aynı zamanda hiçbir yakınması olmayan “sağlıklı”
insanı da konu almıştır. 1920’li yıllarda Sovyetler Birliği’nde hasta
hekim ilişkisinin “şikayetiniz nedir” sorusuyla başlamadığı bu yeni anlayışla
geliştirilen “sağlık gözetimi” (dispanserizasyon) modelinde amaç yalnızca
hastalananların tedavisi değil, sağlıklı insanların hastalanmalarının
maruziyetlerin kontrolü temelinde “önlenmesidir”.
Sosyalizmle birlikte insanlık, hastalıkların
ve sağlık sorunlarının insanın “kaderi” olmadığını, gerekli tedbirler alındığı
takdirde önlenebileceğini anlamıştır. Kapitalist ülkelerde de tıp ve sağlık
hizmeti, sosyalistlerin ve işçi sınıfının taleplerine karşılık vermek zorunda
kalmış ve işçi sağlığı, okul sağlığı, ana – çocuk sağlığı ve yaşlı sağlığı gibi
“toplumcu” örgütlenmeler oluşturulmuştur. Risk altındaki grupların sağlık
yönünden düzenli ve sürekli izlenmeleri sağlanmıştır.
1848 yılında Berlin barikatlarında
doğan “toplumcu tıp” yaklaşımı, sermayenin tıbba ve sağlığa “bireyci”
yaklaşımına bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Temelleri 1845 yılında Engels
tarafından yayınlanan “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” başlıklı çalışmada
atılan ve Ekim Devrimi’nde “Semaşko Modeli” olarak örgütlenen toplumcu tıp,
aslında diyalektik ve tarihsel maddeciliğin tıbba uygulanmasından başka bir şey
değildir. Sosyalizm sayesinde insanlık, konusu “insan” olan tıbbın, biyolojik
olduğu kadar “sosyal” bir bilim olduğunu öğrenmiştir.
Sosyalizmin insanlığa sağlık alanında
sunduğu en önemli kazanım, sağlık sorunlarıyla yalnızca tıbbi tedbirlerle başa
çıkılamayacağının, tıbbi tedbirlere mutlaka “sosyal” tedbirlerin de eşlik
etmesi gerektiğinin kavranmasıdır. Tıp bu yeni bakış açısını kazandıktan sonra
insanlığa sağlık sorunlarının çözümünde daha fazla yardımcı olabilmiştir. Bunun
en somut ifadesi, bir zamanlar Türkiye’de de olduğu gibi birçok kapitalist
ülkede Sağlık Bakanlıklarının “Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı” adıyla
örgütlenmiş olmasıdır. Ne yazık ki işçi sınıfının sosyalizmden uzaklaşmasıyla 1970’li
yıllardan sonra Türkiye dahil birçok ülkede Bakanlıkların adından “Sosyal
Yardım” çıkartılmış, sağlık sorunları sosyal boyutlarından arındırılarak,
tamamen biyomedikal bir yaklaşımla ele alınmaya başlanmıştır.
Günümüzde Dünya Sağlık Örgütü
tarafından da benimsenen “Sağlığın Sosyal Belirleyicileri” yaklaşımının
temellerini ondokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru Friedrich Engels ve Rudolf
Virchow atmışlardır. Virchow’un 1848 yılında kaleme aldığı “Yukarı Silezya
Tifüs Salgını Raporu”, sosyal koşulların sağlık üzerine “doğrudan” etkilerini
ortaya koyması bakımından önemlidir. Virchow Rapor’da Prusya’da bir daha böyle
felaketlerle karşılaşılmaması için sınırsız demokrasi, laiklik, anadilde
eğitim, kooperatifleşme gibi o güne kadar görülmemiş bir “reçete” yazmıştır.
Kapitalizm bugün dünyanın baş etmeye
çalıştığı en önemli sağlık sorunu olan COVID 19 pandemisi karşısında, toplumun
sağlık gereksinimleri ile sermaye birikiminin gereksinimleri derin bir çelişki
içinde olduğundan yanıt üretememektedir. İnsanlığın bulaşıcı hastalıklarla
mücadele konusunda binlerce yıldır biriktirdiği bilgiler, dünyada yalnızca işçi
sınıfının iktidarda olduğu veya güçlü olduğu coğrafyalarda salgınla mücadelede
kullanılabilmektedir. Küba, Hindistan’ın Kerala eyaleti, Vietnam gibi ülkelerin
salgını kısa sürede kontrol altına alabilmelerinin sırrı sosyalizmdir.
Kapitalist ülkeler arasında yalnızca güçlü bir kamusal sağlık altyapısı olanlar
pandemiyle başa çıkabilmişlerdir.
Bütün bu gerçekler bize insanların
daha sağlıklı bir yaşam sürdürebilmeleri için sosyalizme gereksinimleri
olduğunu göstermektedir. Tıp ve sağlık hizmetleri yalnızca sosyalist bir
düzende “toplumun” gereksinimlerine göre örgütlenebilir. Bugün herkesin bireyci
tıp karşısındaki üstünlüğünü kabul ettiği toplumcu tıp, yalnızca sosyalist bir
düzende uygulanabilir ve başarılı olabilir.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder