Translate

6 Kasım 2020 Cuma

Sosyalizmin sağlık alanında insanlığa kazandırdıkları

 


Aslında bugün insanlığın sağlık alanında “kazanım” olarak niteleyebileceği ne varsa hepsini sosyalizme borçlu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bugün sağlık dendiğinde akla gelen her şey neredeyse son bir kaç yüzyılın ürünüdür ve hepsinde büyük ölçüde sosyalizmin damgası vardır. 

 

Kimileri bu iddiamıza tıbbın ve sağlık hizmetinin antik çağlardan beri var olduğunu ve kurumsallaştığını söyleyerek karşı çıkabilirler. Doğrudur, yeryüzünde sağlık hizmeti antik uygarlıklardan beri vardı, fakat “halk” için değil, sadece toplumun elitleri, yöneticileri, egemenleri için vardı ve saraylarda örgütlenmişti. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan halk sınıfları bu hizmetlerden yararlanamıyor, sağlık sorunlarının çözümü için “geleneksel” yöntemlere sığınıyordu.

 

Bu tablo kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla, üretimde kapitalist ilişkilerin yaygınlaşmaya başlamasıyla değişti. Nüfusun fabrikaların bulunduğu alanlarda yoğunlaşmasıyla birlikte insanlık o güne kadar karşılaşmadığı, sağlık üzerine çok olumsuz etkileri bulunan yeni çevre sağlığı sorunlarıyla, işçi sağlığı sorunlarıyla tanıştı. Kapitalizm veya sermaye bu sorunlara yanıt üretemedi. Bu dönemde dini kurumlar ve hayır kurumları toplumun yoksul kesimlerinin ve emekçilerin sağlık hizmeti talebini karşılayamaz hale geldiklerinde, işçi sınıfı içinde “sağlık hakkı” talebi yaygınlaşmaya başladı.

 

Sosyalist düşünceler, henüz nüve halindeyken, daha işçi sınıfı tarafından benimsenip, ete – kemiğe bürünmeye başlamadan önce dünyayı ve insanların gündelik yaşamlarını değiştirmeye başladılar. Avrupa’da 1848 ayaklanmaları sürecinde sosyalistler işçi sınıfının sağlık taleplerini formüle etmeye, işçileri bu talepler etrafında örgütlemeye ve mücadeleye yöneltmeye başladılar. Yurttaşlarına sağlık hizmeti sunmak bir devlet görevi olmalı, sağlık hizmeti “devlet” hizmeti olmalı ve herkese eşit ve ücretsiz olarak sunulmalıydı.

 

Bu talepler tarihte ilk kez 1917 Ekim devrimiyle karşılığını bulabildi. Rusya’da sosyalistler sağlık hizmetini yurttaşlara karşılıksız sunulan bir “devlet” hizmeti haline getirmek için yeryüzündeki ilk Sağlık Bakanlığı’nı örgütlediler. Artık bir şehirde kamusal bir hastane veya sağlık kuruluşunun açılması hayırseverlerin veya dini kurumların insafına bırakılmayacak, devlet sağlık hizmetini yurttaşlarının yaşadığı her yere götürecekti. Bu kurumlarda devlet memuru hekimler ve sağlık emekçileri istihdam edildi ve tarihte ilk kez “bütün halka” hizmet sunmaya başladılar.

 

Kapitalist ülkeler, kendi işçi sınıflarının baskısıyla ve mücadelesiyle Rusya’yı izleyerek kendi ülkelerinde Sağlık Bakanlıkları kurmaya ve kamusal sağlık kurumları örgütlemeye başladılar. Sosyalizm sayesinde birçok kapitalist ülkede de sağlık hizmetine erişebilmek parası olanlar için bir imtiyaz olmaktan çıktı ve herkes için, bütün insanlık için bir hak haline geldi. Kuşkusuz bu gelişmeler, kapitalist ülkelerdeki işçilerin bilinç ve örgütlülük düzeyi ile orantılıydı. İşçi sınıfının en bilinçli ve örgütlü olduğu coğrafyalarda insanlar, sağlık alanında sosyalist ülkelerde yaşayan insanlarınkilere yakın haklar elde ettiler.  

 

1871 Paris Komünü sermayeye, şayet iktidarda kalmak istiyorsa işçi sınıfının taleplerini dikkate almak, işçilerin ve emekçilerin gündelik çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek zorunda olduğunu gösterdi. Bu deneyimden dersini alan sermaye, 1880’lerde tarihte ilk kez Bismarck reformları ile emekçiler için sosyal güvenlik sistemleri örgütlemek zorunda kaldı. Bismarck ayrıca işçiler için işyerlerinde sağlık hizmetleri örgütledi.

 

O halde bugün birçoğumuz için “doğal” bir hak gibi görünen sosyal güvence hakkı, hasta olunduğunda, sakat kalındığında sağlık bakımı alma hakkı, emeklilik hakkı gibi kazanımların, sosyalizm sayesinde, kendisine sosyalizmi rehber edinmiş işçi sınıfının mücadelesi sayesinde kazandığını söyleyebiliriz. Nitekim 1970’lerden sonra işçi sınıfının sosyalizmden uzaklaşmaya başlamasıyla insanlığın bu kazanımlarını yitirmeye başlamalarının atbaşı gitmesi de tesadüf değildir.

 

İnsanlık sağlık alanındaki kazanımlarının büyük çoğunluğu, anti-emperyalist mücadeleyle dünyadaki sömürge sisteminin yıkıldığı ve sosyalist mücadeleyle yeryüzünün üçte birinin kapitalist boyunduruktan kurtularak sosyalizme yöneldiği İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dönemde elde etmiştir. Kapitalizmin beşiği İngiltere’de sermaye, olası bir sosyalist ayaklanmanın önünü alabilmek için İkinci Paylaşım Savaşı sonunda sağlık hizmetlerini devletleştirmek, Ulusal Sağlık Hizmeti’ni (National Health Sysytem) örgütlemek zorunda kalmıştır. Daha sonra birçok kapitalist ülke Ulusal Sağlık Hizmeti örgütlemek zorunda kalmıştır.

 

Eğer insanlık bugün kapitalist ülkelerde şu veya bu ölçüde bir sağlık hakkına, sosyal güvenceye sahipse, bu sosyalist düşüncenin, işçi sınıfının kapitalizme ve emperyalizme karşı yürüttüğü kararlı sosyalizm mücadelesinin eseridir. Sermaye kapitalist ülkelerde iktidarını koruyabilmek ve sürdürebilmek için işçi sınıfına bu alanlarda büyük tavizler vermek zorunda kalmış, bu haklar böyle insanlığa mal olmuş ve bütün insanlar yararlanmaya başlamışlardır.

 

Kuşkusuz yukarıda sıralanan kazanımlar çok değerlidir, fakat insanlık sosyalizm sayesinde sağlık alanında bunlardan çok daha büyük bir kazanım elde etmiştir: sağlıklı olma, sağlıklı kalma hakkı.

 

Tarih boyunca tıp ve sağlık hizmeti hastalıkları iyileştirmeyi amaçlamıştır. Şüphesiz “koruyucu” hekimliğin tarihi de çok eskidir, fakat hep “tedavi” hekimliğinin gölgesinde kalmıştır. Hipokratik tıp geleneğinde bireyci bir “hasta – hekim” ilişkisi tanımlanır ve bu ilişki “şikayetiniz nedir” sorusuyla başlar. Sosyalizm öncesinde bütün tıp ve sağlık hizmeti bu gelenek üzerine inşa edilmiştir.

 

Sosyalizmde tıp, tarihte ilk kez Hipokratik geleneğin aksine kendisine yalnızca bir yakınması nedeniyle hekime başvuran “hastayı” değil, aynı zamanda hiçbir yakınması olmayan “sağlıklı” insanı da konu almıştır. 1920’li yıllarda Sovyetler Birliği’nde hasta hekim ilişkisinin “şikayetiniz nedir” sorusuyla başlamadığı bu yeni anlayışla geliştirilen “sağlık gözetimi” (dispanserizasyon) modelinde amaç yalnızca hastalananların tedavisi değil, sağlıklı insanların hastalanmalarının maruziyetlerin kontrolü temelinde “önlenmesidir”.

 

Sosyalizmle birlikte insanlık, hastalıkların ve sağlık sorunlarının insanın “kaderi” olmadığını, gerekli tedbirler alındığı takdirde önlenebileceğini anlamıştır. Kapitalist ülkelerde de tıp ve sağlık hizmeti, sosyalistlerin ve işçi sınıfının taleplerine karşılık vermek zorunda kalmış ve işçi sağlığı, okul sağlığı, ana – çocuk sağlığı ve yaşlı sağlığı gibi “toplumcu” örgütlenmeler oluşturulmuştur. Risk altındaki grupların sağlık yönünden düzenli ve sürekli izlenmeleri sağlanmıştır.

 

1848 yılında Berlin barikatlarında doğan “toplumcu tıp” yaklaşımı, sermayenin tıbba ve sağlığa “bireyci” yaklaşımına bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Temelleri 1845 yılında Engels tarafından yayınlanan “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” başlıklı çalışmada atılan ve Ekim Devrimi’nde “Semaşko Modeli” olarak örgütlenen toplumcu tıp, aslında diyalektik ve tarihsel maddeciliğin tıbba uygulanmasından başka bir şey değildir. Sosyalizm sayesinde insanlık, konusu “insan” olan tıbbın, biyolojik olduğu kadar “sosyal” bir bilim olduğunu öğrenmiştir.

 

Sosyalizmin insanlığa sağlık alanında sunduğu en önemli kazanım, sağlık sorunlarıyla yalnızca tıbbi tedbirlerle başa çıkılamayacağının, tıbbi tedbirlere mutlaka “sosyal” tedbirlerin de eşlik etmesi gerektiğinin kavranmasıdır. Tıp bu yeni bakış açısını kazandıktan sonra insanlığa sağlık sorunlarının çözümünde daha fazla yardımcı olabilmiştir. Bunun en somut ifadesi, bir zamanlar Türkiye’de de olduğu gibi birçok kapitalist ülkede Sağlık Bakanlıklarının “Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı” adıyla örgütlenmiş olmasıdır. Ne yazık ki işçi sınıfının sosyalizmden uzaklaşmasıyla 1970’li yıllardan sonra Türkiye dahil birçok ülkede Bakanlıkların adından “Sosyal Yardım” çıkartılmış, sağlık sorunları sosyal boyutlarından arındırılarak, tamamen biyomedikal bir yaklaşımla ele alınmaya başlanmıştır.

 

Günümüzde Dünya Sağlık Örgütü tarafından da benimsenen “Sağlığın Sosyal Belirleyicileri” yaklaşımının temellerini ondokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru Friedrich Engels ve Rudolf Virchow atmışlardır. Virchow’un 1848 yılında kaleme aldığı “Yukarı Silezya Tifüs Salgını Raporu”, sosyal koşulların sağlık üzerine “doğrudan” etkilerini ortaya koyması bakımından önemlidir. Virchow Rapor’da Prusya’da bir daha böyle felaketlerle karşılaşılmaması için sınırsız demokrasi, laiklik, anadilde eğitim, kooperatifleşme gibi o güne kadar görülmemiş bir “reçete” yazmıştır.

 

Kapitalizm bugün dünyanın baş etmeye çalıştığı en önemli sağlık sorunu olan COVID 19 pandemisi karşısında, toplumun sağlık gereksinimleri ile sermaye birikiminin gereksinimleri derin bir çelişki içinde olduğundan yanıt üretememektedir. İnsanlığın bulaşıcı hastalıklarla mücadele konusunda binlerce yıldır biriktirdiği bilgiler, dünyada yalnızca işçi sınıfının iktidarda olduğu veya güçlü olduğu coğrafyalarda salgınla mücadelede kullanılabilmektedir. Küba, Hindistan’ın Kerala eyaleti, Vietnam gibi ülkelerin salgını kısa sürede kontrol altına alabilmelerinin sırrı sosyalizmdir. Kapitalist ülkeler arasında yalnızca güçlü bir kamusal sağlık altyapısı olanlar pandemiyle başa çıkabilmişlerdir.

 

Bütün bu gerçekler bize insanların daha sağlıklı bir yaşam sürdürebilmeleri için sosyalizme gereksinimleri olduğunu göstermektedir. Tıp ve sağlık hizmetleri yalnızca sosyalist bir düzende “toplumun” gereksinimlerine göre örgütlenebilir. Bugün herkesin bireyci tıp karşısındaki üstünlüğünü kabul ettiği toplumcu tıp, yalnızca sosyalist bir düzende uygulanabilir ve başarılı olabilir.


Akif Akalın

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder