21. yüzyıla, 20. yüzyılda elde ettiği
kazanımlarının çoğunu yitirmiş olarak giren işçilerin, yitirdiklerini yeniden
kazanabilmek için mücadele edebileceklerini düşünmek ilk bakışta çok mantıksız
görünmüyor. Ancak bugün ne eski sosyalist ülkelerin işçileri, ne de kapitalist ülkelerde
yaşayan işçiler, sosyalizmin 20. yüzyılda sunduğu şeyler için harekete
geçmiyor.
Elbette işçilerin bugün sosyalizme
sırt dönmesinin bu yazının sınırlarını aşacak birçok nedeni var, fakat artık
parasız eğitim, parasız sağlık, sosyal konut, gıda güvencesi gibi vaatlerin 21.
yüzyılın işçisini heyecanlandırmadığı da ortada.
Evet, işçilerin eğitim, sağlık, barınma ve beslenme sorunları var, fakat işçiler bunlar için 20. yüzyıldaki gibi sosyalizme yönelmiyor.
SOSYALİZMİN ZİRVEDE OLDUĞU YILLAR
1950’ler ve 1960’lar işçiler arasında
sosyalizmin çok popüler olduğu yıllardı. Bu yıllarda dünyanın üçte biri
sosyalist düzende yaşamaktaydı. Ulusal bağımsızlık savaşını kazanan halkların
çoğu sosyalizme yöneliyor, hatta solda “kapitalist olmayan yol” kuramları
tartışılıyordu.
Kapitalist ülkelerde sermaye,
iktidarını koruyabilmek için işçilere çok büyük tavizler vermek zorunda kalmış,
işçilerin gündelik yaşam ve çalışma koşulları geçen on yıllarla kıyaslanmayacak
düzeyde iyileştirilmişti. Birçok solcu sosyalizme “barışçıl” geçişin mümkün
olduğuna inanmaya başlamıştı. Salvador Allende seçimle işbaşına gelmemiş miydi?
Bu durum kapitalist ülkelerdeki
işçiler arasında, sermayenin ehlileştirilebileceği, kapitalist toplumlarda da
işçilerin gündelik yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilebileceği,
sosyalizmin vaat ettiklerini elde etmek için devrimin şart olmadığı
düşüncelerinin de yaygınlaşmasını sağlamıştı.
ORTAK SİNEMA YAPIMLARINDA SOSYALİZM
Batı dünyasının emekçileri Sovyetler
Birliği’ni ilk kez 1970’li yıllarda izlediği, bu ülkede çekilmiş filmlerde
yakından görme olanağı buldu. Bu filmlerden biri de Türkiye’de 1973 yılında Güneş
Çiçekleri adıyla gösterime giren, 1970 yapımı I Girasoli’dir.
Yönetmen Vittorio de Sica Güneş
Çiçekleri’nde savaşın kötürüm bıraktığı bir aşk hikâyesini anlatırken, aynı
zamanda izleyicilere 1950’lerdeki Sovyet işçisinin gündelik yaşam koşullarını,
İtalyan işçisininkiyle kıyaslama olanağı verir.
İzleyiciler filmde 1950’lerin
Moskova’sını Sophia Loren’le birlikte keşfeder. Keşif, Kızıl Meydan’da, Kremlin
Sarayı çevresindeki caddelerde dolaşan, işe giden, Lenin’in mezarını görmek
için kuyrukta bekleyen insanların ve bir öğrenci grubunun görüntüleriyle başlar.
İnsanların dış görünümü, giysileri Roma’dakilerden farksızdır.
Loren daha sonraki bir sahnede 1956
yılında hizmete giren 81 bin kişilik Merkez Lenin Stadyumunda (şimdi Luzhniki
stadyumu) boy gösterir.
Ardından Loren’i 1935 yılında inşa
edilen Moskova Metrosu’nun, kenti güneybatı – kuzeydoğu ekseninde kesen 44,5
kilometrelik Sokolnicheskaya hattı üzerindeki Leninskie Gory (şimdi Vorobyovy
Gory) metro istasyonunda, evlerine dönen işçiler arasında kocasını ararken
görürüz.
Sıra Moskova’nın “kenar
mahallelerine” gelmiştir. Kocası bahçe içinde, tek katlı ahşap bir evde
oturmaktadır. Avrupa ülkelerinin çoğunda savaş sonu dönemde emekçilerin yaşam
koşulları aşağı yukarı aynıdır.
Nitekim Sophia Loren Moskova’dan
İtalya’daki evine döndüğünde, kocasının Moskova’daki evine çok benzer bir
emekçi evinde yaşadığını görürüz.
Ancak Sovyetler Birliği, Ekim
Devrimi’nden beri işçilerin barınma koşullarını iyileştirmek için çaba göstermektedir.
Her yıl işçiler için modern sosyal konutlar yapılmakta ve sırası gelen işçi
yeni evine taşınmaktadır. Film muhtemelen o yıllarda en azından ortalama bir
İtalyan işçisi için ancak rüyada görülebilecek bu durumu oldukça etkileyici bir
şekilde aktarır.
Marcello Mastroianni Moskova’daki
yeni evine devletin (Mosgortrans) kamyonetiyle taşınır. Vittorio de Sica Şehir
merkezindeki yeni apartmanlara taşınan Sovyet emekçilerin coşkusunu, Henry
Mancini’nin “New Home In
Moscow” (Moskova’da Yeni Ev) parçası eşliğinde verir.
Şüphesiz kapitalizmin “eşitsiz
gelişme” yasası çerçevesinde sosyalizmin 1950’lerde işçilerine sunduğu ev belki
ortalama bir Amerikalı işçinin evine göre çok mütevazı sayılabilir. Öte yandan
bu ev ortalama bir İtalyan işçisinin evinden çok daha modern ve konforlu iken,
Türkiye’de bu yıllarda bir işçi böyle bir apartmanda ancak “kapıcı” olabilir.
Daha sonra Mastroianni Kızıl Meydan’a
bakan Gosudárstvennyj Universáľnyj Magazín (GUM) - Devlet Alışveriş Merkezi’nde
dolaşırken görüntülenir. Bu yıllarda Avrupa’nın birçok ülkesinde böyle devasa bir
alışveriş merkezine rastlamak zordur.
SOSYALİZM 21. YÜZYIL İŞÇİSİNE NE VAAT ETMELİ?
Bugün Türkiye’de dahi bir işçinin
Güneş Çiçekleri filmindeki sosyalizmden etkilenebileceğini,
heyecanlanabileceğini düşünmek çok zor. Dünya son on yıllarda gerçekten
tanınmayacak kadar değişti. Dahası her on yıl, bir önceki on yıla göre çok daha
büyük bir hızla değişiyor.
Sosyalistlerin bu hıza ayak uydurabildiklerini
söyleyebilmek çok güç. Bunu sosyalist partilerin programlarında açıkça görmek
mümkün. Neredeyse hiçbiri 20. yüzyılda şekillenen programlarında hiçbir
değişiklik yapmadılar.
Diğer yandan işçilerle aralarındaki
ilişkiler zayıfladıkça, işçilerin nabzını da yitirdiler. Artık sosyalistler
sıradan işçilerin ne düşündüğünü, neler hissettiğini bilmiyor.
Bu durumda 20. yüzyılın
programlarıyla kendi kendisini bağlayan sosyalizm, özellikle Almanya gibi bir
ülkenin işçisi için cazip olmaktan çıkıyor. Oysa sosyalizmin işçi için umut
olabilmesi, sosyalizmin vaatlerinin işçiye cazip görünmesine bağlı.
Bugün sosyalistlerin işçilere
gerçekten yeni bir dünya vaat etmesi gerekiyor. İşçinin özlemlerine ve
umutlarına hitap edebilecek, işçiyi heyecanlandırabilecek ve uğrunda mücadeleye
sevk edebilecek “başka” bir dünya vaat etmesi gerekiyor.
Akif Akalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder