Aslında üniversiteler uzun süredir bilim kurumu olmaktan çıktı, fakat yine de bugün dahi yazımızın başlığındaki ifadeyi çok abartılı veya provokatif bulanlar olacaktır. Bunun nedeni insanların içinde yaşadıkları süreçleri değerlendirme güçlüğüdür. Örneğin katıldığınız 25. yıl etkinliğinde fakülte arkadaşlarınızın ne kadar değişmiş olduğunu gördüğünüzde şaşarsınız.
ÖĞRENCİ MÜŞTERİYSE, AKADEMİSYEN NE?
King’s College (Londra)
profesörlerinden Alex Callinicos, 15 yıl önce kaleme aldığı “Neoliberal Dünyada
Üniversiteler” başlıklı broşürde, İngiliz üniversitelerinin 2000’li yıllarda
sermayenin akademik araştırma ve nitelikli işçi gereksinimlerini karşılamak
üzere yeniden yapılandırıldığını söylüyordu.
Geçmişte çalışkan fakat maddi durumu
üniversite eğitimini karşılayamayacak durumda olan öğrencilere verilen
karşılıksız devlet “burslarının” yerini, mezun olunduktan sonra yıllarca faiziyle
ödenecek “krediler” almaya başlamıştı. Artık üniversite öğrencisi “müşteri”
olarak görülüyordu.
Fakat öğrenciler müşteri olduysa,
akademisyenler ne olmuştu? Yıllarca görmezden gelinen bu soru, 2000’li yıllara
kadar isimleri “akademik” başarılarıyla sıralanan üniversitelerin, artık
“bilançolarına” göre sıralanmaya başlanmasıyla yanıtlandı. Yalnızca
üniversiteler değil, üniversitelerin içindeki bölümler ve aynı bölümde çalışan akademisyenler
birbirlerinin “rakibi” olmuşlardı.
BİLGİ EKONOMİSİNE İNSANGÜCÜ YETİŞTİRMEK
Callinicos bu süreçte kilit
düşüncenin “bilgi ekonomisi” kavramı olduğunu söylüyor.
Bilgi ekonomisinin güdüsü, yeni
fikirler üretmek ve bunları müşterilere sunulacak ticari ürünler haline
dönüştürmektir. “Yeni bilgi” yaratma ve üretime sokma süreci, yaşam standardını
ve ekonomik büyümeyi arttırmanın ardındaki dinamodur. Üniversiteler de bilgi ekonomisinin
gereksindiği nitelikli emekgücünü yetiştirecektir.
DAHA ÇOK ÖĞRENCİ, DAHA ÇOK AKADEMİSYEN
Bu çerçevede dünyanın hemen her
yerinde üniversitelerin, üniversitelere alınan öğrencilerin ve akademisyenlerin
sayısının “hızla” arttırıldığını görüyoruz. Örneğin İngiltere’de 1960’larda 18
– 19 yaşındaki gençlerin sadece yüzde 7’si yüksek öğretimdeyken, 2000’lerde bu
oranın yüzde 30’a çıktığı görülüyor.
Türkiye’de de çok benzer bir süreç
yaşandı. 2000 yılında yüksek öğretimde 1,5 milyondan az öğrenci ve 8 bini
profesör, 5 bine yakını doçent olmak üzere 64 bin kadar akademisyen vardı. 2020
yılında öğrenci sayısı 8 milyona, akademisyen sayısı 30 bine yakını profesör ve
17 bini doçent olmak üzere 200 bine ulaştı.
Ancak üniversite kontenjanları bilgi
ekonomisinin “nitelikli” emekgücü
talebini karşılamak için “ışık hızı” ile arttırılırken, ironik bir şekilde eğitimin “niteliğinden” büyük fedakarlıklara gidildi. Sayıları arttırmak için açılan yeni
üniversiteleri “doldurabilmek” amacıyla öğrenciler için üniversiteye girişte
standartlar düşürülürken, akademisyenler için yükselme standartları gevşetildi.
BİLİM YENİ BİR YUVA ARIYOR
Daha önce de bir yazımızda
belirttiğimiz gibi bugün hayatın her alanında üniversitelerdeki
niteliksizleşmenin acımasız sonuçlarını yaşıyoruz. İsimlerinin önünde profesör
veya doçent unvanı taşıyan binlerce “akademisyen” kürsülerde ve ekranlarda saçma sapan şeyler
anlatıyor, hem kendilerini hem de bilimi rezil ediyor.
Neoliberal saldırı sürecinde
üniversitelerin tamamen sermayenin kontrolüne girmesiyle birlikte, sermaye
bilime “sınırlar” çizmeye başladı. Daha önce bilime “ekonomik” güdüleyicilerle
yön vermeye çalışan sermaye, giderek hizmetine girmeyi kabul etmeyen
akademisyenleri dışlamaya başladı.
Pandemi sürecinde “her ne pahasına
olursa olsun üretim sürecek” diyerek bilim insanlarını salgına karşı karantina
dışında mücadele yöntemleri bulmaya zorlayan sermaye, kendi salgın
politikalarını niteliksizleştirdiği akademisyenler aracılığıyla meşrulaştırmaya
çalıştı. Son on yılların yetiştirdiği akademik yönden yetersiz akademisyenler,
sermayenin çizdiği sınırlar içinde bilim yapmaya çalıştılar. Elbette
başaramadılar.
Bugün bilim kendisine yeni bir “yuva”
arıyor. Türkiye’de ve dünyada çok az sayıdaki dürüst bilim insanı, “bireysel”
olarak toplumu aydınlatmak için kendi olanaklarıyla çaba gösteriyorlar, bilimsel
doğruları halka ulaştırmaya çalışıyorlar. Ancak “bireysel” çabalar nereye
kadar? Bilimin mutlaka kendisine sermayenin değil, toplumun gereksinimlerine
göre örgütlenmiş yeni bir yuva bulması ve akademiyi yeniden ayağa kaldırması
gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder