Aklı başında herkes hastalandıktan sonra şifa aramak yerine, hastalanmamak için tedbir almanın daha iyi olacağını, bu nedenle tıbbın ve sağlık hizmetinin önceliğini “önleyiciliğe” vermesi gerektiğini söyleyecektir. Ancak tarih boyunca tıbbın ve sağlık hizmetinin birkaç istisna dışında önceliğini hiçbir zaman önleyiciliğe vermediğini, her zaman tedavi hizmetlerine ağırlık verdiğini biliyoruz. Acaba neden tedavi her zaman önleyiciliğin önüne geçiyor? Neden kaynaklarımızı hastalıkları önlemeye değil, tedavi etmeye harcıyoruz?
KONFÜÇYÜS VE HİPOKRAT ÖNLEYİCİLİĞİ SALIK VERMİŞLERDİ
Düşünürler antik
çağdardan beri önleyiciliğin tedaviden daha iyi olduğunu söylediler. Eski Çin
tıbbının MÖ 7. ve 8. yüzyıllarda kaleme alınmış kitaplarında hastalıklara karşı
öncelikle önleyici tedbirler alınması gerektiğinin belirtildiğini biliyoruz (I
Ching). Çin tıbbı daha sonra da bu tavsiyeyi korumuş (Tao Te Ching) ve Konfüçyüs
(MÖ 551 – 479) “önleyicilik en iyi ilaçtır” derken, Çin tıbbının önleyiciliğe
verdiği önemi vurgulamış.
Batı tıbbının
kurucusu Hipokrat da (MÖ 460 – 377), çağdaşı Konfüçyüs gibi tıbbın ve sağlık
hizmetinin önceliğini önleyiciliğe vermesi gerektiğini “önlemek iyileştirmekten
(tedaviden) daha iyidir” cümlesiyle ifade etmişti. Bu ifade Hipokrat yemininde de
vardır: “…önlemek iyileştirmeye tercih edildiğinden, her zaman hastalığı
önleyeceğim…”.
Bugün de elinize
hangi tıp kitabını alırsanız alın, tıbbın ve sağlık hizmetinin önceliğini
önleyiciliğe vermesi gerektiğinin yazıldığını göreceksiniz. Dünyanın bütün
Sağlık Bakanlıkları ve Dünya Sağlık Örgütü de her zaman önleyiciliğin önemini
vurgular. Hatta geçtiğimiz yüzyılın en önemli beyinlerinden Albert Einstein’ın
“entelektüeller sorunları çözer, dahiler sorunları önler” deyişine de çok atıf
yapılır.
KARAKOLDA DOĞRU SÖYLER, MAHKEMEDE ŞAŞAR
Yazımızın
başında da belirttiğimiz gibi tıbbın ve sağlık hizmetinin önceliğini önleyiciliğe
vermesi, tedaviye yalnızca önleyici tedbirler hastalanmayı önlemek için yeterli
olmadığında başvurulması gerektiğini düşünebilmek için ne Konfüçyus, ne
Hipokrat, ne de Einstein olmak gerekiyor. Bunu düşünebilmek için insanın vasat
bir zekası ve akli melekelerinin yerinde olması yeterli.
Oysa yine
yazımızın başında da belirttiğimiz gibi ne tarihte, ne de günümüzde tıp ve
sağlık hizmeti önceliğini ve ağırlığını “asla” önleyiciliğe vermiyor, tedaviye
(iyileştiriciliğe) veriyor. Bu durum daha tıp ve sağlık eğitimi sürecinde
başlıyor. Hekim ve sağlık emekçisi yetiştiren okulların müfredatında Hipokrat
yemininin aksine “tedavinin” tercih edildiği apaçık görülüyor. Müfredat içinde
önleyicilik bilgileri, iyileştiricilik bilgileri yanında devede kulak bile
değil. Öğrencilere hastalıkların nasıl önleneceği değil, nasıl tedavi edileceği
öğretiliyor.
Peki, neden tıp
ve sağlık eğitiminde öğrencilere hastalıklar anlatılırken, hastalıkların nasıl
önlenebileceğine ilişkin bilgiler, hastalığın nasıl teşhis ve tedavi
edileceğine ilişkin bilgiler kadar verilmiyor? Bu durum birçoklarının sandığı
gibi yalnızca kendisini Hipokrat’a dayandıran “batı” tıbbı için değil,
kendisini eski Çin ve Hint tıbbına dayandıran “doğu” tıbbı için de geçerli.
Doğu tıbbı da, en az batı tıbbı kadar tedaviye önem veriyor, önleyiciliği ihmal
ediyor. Hiç önleyici akupunktur, hacamat veya sülük uygulaması duydunuz
mu?
ÖNLEYİCİLİK NEDEN TERCİH EDİLMİYOR?
Genel geçer
klişeler, birey düzeyinde uygulamanın hiç kolay olmadığı veya çoğu kez toplum
düzeyinde uygulanmadığında işe yaramayan tavsiyeler bir kenara bırakılırsa, hem
doğu, hem de batı tıbbı insanlara yardımcı olmak için onların “hastalanıp”,
kendisine başvurmasını bekliyor. Hastalıkların önlenmesi için “proaktif” bir
tutum sergilemiyorlar.
Aslında önleyiciliğin
tedaviden çok daha iyi olduğu gerçeği gibi, hastalıkların nasıl önlenebileceği,
hastalıkların önlenmesi için hangi tedbirlerin alınması gerektiği de yüzyıllardır
çok iyi biliniyor fakat uygulanmıyor, daha doğrusu uygulanması “tercih
edilmiyor”. Bunun yerine insanların hastalanarak hekimlere ve sağlık
kurumlarına başvurmaları “tercih ediliyor”.
Kolayca tahmin
edilebileceği gibi bu durumun nedeni tarihte de, günümüzde de “duygusal”. Çünkü
“sağlıktan” değil, “hastalıktan” kazanç elde edilebiliyor. Gerçi eski Çin’de
doktorlara insanlar hastalanmadığında para verildiği, hastalanan olursa
ücretlerinin kesildiği söylenir, fakat tahmin edilebileceği gibi bu yalnızca bir
efsanedir.
SÖZ KONUSU KAR İSE GERİSİ TEFERRUATTIR
Sağlık hizmeti
üretiminin amacı kâr elde etmek, sağlık hizmeti üzerinden para kazanmak, kazanç
sağlamak olduğunda, kuralları artık tıp (bilim) değil, “ekonomi” belirler. Söz
konusu kâr olduğunda, toplum düzeyindeki alınması gereken önleyici tedbirler
ile kâr amacı taban tabana bir zıtlık içine girer. Çünkü toplum düzeyinde
alınan önleyici tedbirlerle hastalıkların azaltılmasından sadece toplum “kâr”
sağlayacaktır.
Örneğin
günümüzün en büyük sağlık sorunu olan kalp ve damar hastalıklarının oluşumunda
hipertansiyonun çok büyük bir katkısı olduğu bilinmektedir. Sadece
hipertansiyonun kontrol altına alınmasıyla dahi toplum içinde kalp ve damar
hastalıklarının büyük bir bölümünün önlenebileceği konusunda hiçbir bilim
insanının veya hekimin şüphesi yoktur. Buna rağmen bu konuda hiçbir ciddi adım
atılmadığı da sır değildir. Çünkü kalp ve damar hastalıklarının azalması
“birilerinin” işine gelmemektedir.
Önleyici
tedbirlerin özellikle özel sigorta şirketleri veya hastaneler için “ticari
açıdan” akıllıca bir “yatırım” olduğu asla söylenemez. İnsanların sağlıkları
yönünden sürekli ve düzenli olarak izlendiği ve zamanında müdahalelerle sağlık
sorunlarına büyümeden müdahale edildiği bir düzende, özel sağlık kuruluşları
veya piyasa mekanizmalarına teslim olmuş kamu sağlık kurumları kuşkusuz “zarar”
edecektir.
ÖNLEYİCİ HİZMETLERE TALEP YOK
Tıbbın ve sağlık
hizmetinin önleyiciliğe ağırlık vermemesinin bir nedeni de toplumdan bu
hizmetlere “talep” gelmemesi. Çünkü toplum önleyici hizmetlerin yalnızca “bulaşıcı
hastalıklar” için olduğunu sanıyor. Bugün hemen herkes önleyici tedbirlerle,
örneğin “aşı” yoluyla tetanos veya kızamıktan korunulabildiğini biliyor, fakat günümüzün
önde gelen sağlık sorunlarının, yani kanserler, kalp – damar hastalıkları,
astım, diyabet gibi “bulaşıcı olmayan” hastalıkların da bulaşıcı hastalıklar
gibi önlenebileceklerini bilmiyor veya anlayamıyor.
Diğer yandan
toplumun bu hastalıkların da “önlenebilir” hastalıklar olduğunu anlamaları için
hükumetlerin ciddi bir çaba sarf etmedikleri de sır değil. Yalnızca “dostlar
alış-verişte görsün” niteliğinde kampanyalarla yetiniliyor veya toplum düzeyinde
önleyici tedbirler almak yerine birey düzeyinde tedbirler tavsiye ediliyor.
Bu durumun en
kör parmağım gözüne olduğu alanlardan biri işçi sağlığıdır. İstisnasız bütün
işçi sağlığı kitaplarında işyerlerinde iş kazalarının ve meslek hastalıklarının
önlenmesi için esas olarak toplum düzeyinde “mühendislik” tedbirleri alınması
gerektiği, “bireysel koruyucuların” ancak mühendislik tedbirleri alındığında
işe yarayacağı yazılıdır. Oysa bugün toplumumuzda üniversite mezunlarına dahi
iş güvenliği tedbiri dediğinizde, akıllara “baret” gelir, mühendislik
tedbirlerinin ne olduğunu kimse bilmez. Elbette bilinmeyene talep de olmaz.
ÖNLEYİCİLİK SADECE TIP VE SAĞLIK TOPLUMUN
GEREKSİNİMLERİNE GÖRE ÖRGÜTLENDİĞİNDE MÜMKÜNDÜR
Tıbbın ve sağlık
hizmetinin tedaviye değil, önleyiciliğe öncelik ve ağırlık vermesi için
“toplumun” gereksinimlerine göre örgütlenmesi gerekir. Bunun için öncelikle
sağlığın piyasada alınıp satılabilen bir meta (mal) olmaktan çıkartılması ve
devlet hizmeti olarak örgütlenmesi şarttır. Nitekim tarihte tıbbın ve sağlık
hizmetinin önceliğini önleyiciliğe verdiği coğrafyalarda, sağlığın bir
“yurttaşlık hakkı” olarak görüldüğü ve devletin yurttaşlarının sağlığından
doğrudan sorumlu olduğu biliniyor.
Türkiye’de de
1961 Anayasası ile bu doğrultuda önemli bir adım atılmış, sağlık hizmetleri
“sosyalleştirilmek” istenmişti. Ancak daha ilk günden itibaren baltalanan ve
sadece birkaç yıl içinde dejenere edilerek karikatürleştirilen sosyalleştirme
uygulaması, 1971’de başlayan ve 1980’de tamamlanan karşı-devrim ile yok edildi
ve Türkiye’de tıbbın ve sağlık hizmetinin örgütlenmesinde “sermayenin”
gereksinimleri esas alındı.
Hastalıkları
önlemenin en etkili yolu, sağlığın “biyo-psiko-sosyal belirleyicilerine” hitap
etmek ve bireyleri ana rahmine düştükleri andan mezara kadar, bütün yaşamları
boyunca sürekli ve düzenli bir tıbbi
gözetim altında tutmaktır. Yani tıp ve sağlık hizmeti insanların
hastalanmalarını beklemeden onlara gitmeli, sağlığı korumalı ve teşvik
etmelidir.
Tedaviyi
önceleyen tıp ve sağlık hizmetinin odağında “birey”, önleyiciliği önceleyen tıp
ve sağlık hizmetinin odağında “toplum” yer alır ve hastalıktan çok hastalığın
oluştuğu koşullarla, risklerle değil, tehlikelerle mücadele edilir.
Görüldüğü gibi
bu yaklaşım, bize ister doğu, ister batı tıbbı olarak sunulsun, günümüzün
egemen tıp ve sağlık anlayışlarından çok farklı bir yaklaşımdır ve yaşama
geçirilmesi ancak toplumsal yaşamın “toplumun” gereksinimleri doğrultusunda
örgütlendiği bir düzende mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder