Başlık garip geldiyse “rüya içinde rüya” gibi de okuyabilirsiniz, fakat bu başlıkla yanılsama içinde yanılsama yaratma üstadı Fellini’ye atıf yapmak istedik.
Çünkü seçim kararı alındığından beri kendimizi bir Fellini filminde gibi hissediyoruz. Her şey hem çok gerçek, hem çok gerçek üstü. Gerçek ile gerçek üstü birbirine öyle girmiş ki, aradaki sınırı ayırt edebilmek olanaksız.
Aslında içinde çok aklı başında insanlar bulunan bir parti, 14 Mayısı “kandırma ve yanılsama” çerçevesinde değerlendiriyor.
Bu partiye göre AKP “ülkeyi 20 yılı aşkın bir süredir kandırmaktadır”. Muhalefet (Millet İttifakı) “AKP’yi AKP’ye benzeyerek alt etme” stratejisiyle toplumda bir yanılsama hali yaratmış ve “halkı kandırma çabasın”da AKP’nin ortağı olmuştur.
Bu ifadesini “Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı birbirini tamamlamaktadır” tümcesiyle pekiştiren parti, muhalefetin diğer unsurlarını da şöyle eleştiriyor:
Yeşiller ve Sol Partisi “aynı yanılsama halinden beslen”iyor ve TİP de “Millet İttifakı’nın AKP’ye benzemesinden rahatsızlık duyan ama özgürlük ve adalete kolay bir biçimde ve bu düzenin sınırları içinde ulaşmak isteyenleri kendisine çekerek bir başka yanılsama alanı yarat”ıyor.
Şimdi bu değerlendirmeleri yapan bir partinin Cumhurbaşkanlığı seçiminde nasıl bir tutum almasını beklersiniz?
Bakın, iktidarı ve muhalefetiyle hepsi birlik olmuş halkta bir yanılsama yaratıyor ve halkı kandırıyorlar, öyle değil mi? Yani muhalif gibi görünenlerin hiçbiri aslında gerçekten muhalif değil, hepsi “kandırmacanın” bir parçası.
O halde birinin çıkıp “Kral çıplak” diye bağırması, bu yanılsamayı dağıtması ve oyunu bozması gerekmez mi? Hele bu parti “işçi sınıfının” partisi olmak iddiası taşıyorsa, seçimlerde işçi sınıfı için bir seçenek yaratması ve bu seçeneğin arkasında durması doğru olmaz mı?
Heyhat! Bu kadar eleştiriden sonra partiyi, “bir oy Erdoğan gitsin diye” diyerek, eleştirdiği ittifakın yanında (içinde değilse) ve eleştirdiği ittifakın ortak adayını desteklerken görüyoruz. Hatta seçimde “Kılıçdaroğlu’nu desteklediğinizi söylemeye utanmıyoruz, sıkılmıyoruz” deniyor.
Partinin “en yetkili” ismi bu tutumu “Erdoğan’ın gitmemesi durumunda bu toplumda çok büyük bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk olacak. Biz ülkesinden umudu kesmiş, ülkesine inanmayan bir toplumla baş başa kalacağız” sözleriyle açıklıyor.
Yani ülkesinden umudu kesen bir toplum, Erdoğan’ın yerine Kılıçdaroğlu gelince ülkesine inanan bir toplum mu olacak? Bunu proletarya partisinin lideri mi söylüyor?
Hiç yadırgamıyoruz, çünkü aynı “yetkilinin” pandemi sürecinde işçiler ve emekçiler fabrikalarda “zorla” (Dardanel) çalıştırılırlarken, salgının kontrol altına alınabilmesi için en etkili tedbir olan kapanmayı (toplum düzeyli tedbirleri), “biz bunu işçilere anlatamayız” diyerek reddettiğini ve sermayenin teşvik ettiği bireysel korunma yöntemlerini desteklediğini de biliyoruz.
Keşke hepsi bu kadarıyla kalsa. Kalmıyor. Parti birinci turda Kılıçdaroğlu’nun seçilemeyişini “AKP ve MHP’ye oy veren geniş kesimler onca yoksulluğa, adaletsizliğe, depremin yarattığı yıkıma rağmen iktidarın yarattığı yanılsamanın dışına çıkmak istemiyor” diyerek açıklıyor.
Şimdiye kadar siyasetin bu kadar “hokus – pokus” ile açıklandığını duymadık. Yani Erdoğan 27 milyon insanı hipnotize etmiş ve insanlar bu hipnozdan çıkmak istemiyor, öyle mi?
Ve perde.
Parti bu kadar değerlendirmenin ardından maçın 28 Mayıs raundu için “Erdoğan’ın kaybetmesi için çaba harcanmalıdır” diyerek “bu doğrultuda etkili bir çalışma yürütecek”lerini söylüyor.
Fellini ile başladık, Fellini ile bitirelim:
Amarcord’da duvar ustası, “Dedem duvar örerdi, babam duvar örerdi, ben de duvar örüyorum, peki evim nerede” diye soruyordu. Biz de partiye soralım: “Bu seçimde benim partim / adayım nerede”?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder