Geçen yıldan beri Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde sürdürdüğümüz Toplumcu Sağlık Söyleşileri’nde bu ayın
konusu “şeker” oldu. Konu toplum sağlığı ve sınıf mücadelesi çerçevesinde ele
alınarak çeşitli boyutlarıyla tartışıldı. Şekerin gündelik yaşantımıza girmesi
ve bir sağlık sorunu olarak tartışılmaya başlaması oldukça yeni ve kapitalist
üretimle çok yakından ilişkilidir. Şekerin hem toplum sağlığı, hem de
kapitalist üretim için önemi, esas olarak sağladığı yüksek kaloriden kaynaklanıyor.
Şekerin bu özelliği onu yalnızca beslenmenin önemli bir ögesi yapmakla
kalmıyor, aynı zamanda emeğin kendisini yeniden üretiminde ayrıcalıklı bir yere
koyuyor.
ŞEKER VE BESLENME
Şekerin genel olarak “beslenme”
içinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Şekerin sağladığı yüksek kalorinin bedensel
işlevlerin yerine getirilmesinde temel bir enerji kaynağı olması, sindirildikten
sonra çok kısa sürede bedenin gereksindiği enerjiyi sağlayabilme yeteneği bu besinin
önemini arttırmaktadır.
Ancak “doğa” insanın bu değerli
enerji kaynağından yararlanabilmesi için çok cömert değildir. Doğal besinler
içinde göreli olarak az miktarda şeker bulunmaktadır. Bilim insanları bu
durumun insanların besinler arasında “tatlı” olanları tercih edecekleri şekilde
“evrimleşmelerine” neden olduğunu savunmaktadır. Beyindeki ödül (haz) merkezi
şekerli besinlere daha duyarlıdır.
Tarih boyunca insanlar şekerin doğada
nadir bulunması nedeniyle bu enerji kaynağından yeterince yararlanamamıştır.
Doğal kaynaklardan şeker elde edilebilmesi güç ve pahalıdır. Şekerin modern
tekniklerle rafine edilmesi ve toplumların kolayca erişebileceği miktarda
üretimi yirminci yüzyılda mümkün olmuştur. Şekerin bollaşmasıyla toplumların
yoksul kesimleri dahil, bütün kesimlerinin satın alabileceği kadar ucuzlaması,
şekerin mutfakların (beslenmenin) temel ögelerinden bir olmasını sağlamıştır.
ŞEKER VE EMEĞİN KENDİSİNİ YENİDEN ÜRETİMİ
Sanayi devriminin toplumsal yaşama en
büyük etkisi, devrimin olanaklı kıldığı “kitlesel” üretim için fabrikalarda
çalışacak çok sayıda emekgücüne gereksinim duyulmasıdır. Bu sayede üretim
“toplumsallaşmış”, emekgücü üretimin en önemli unsuru haline gelmiştir. Ancak
üretimin diğer ögelerinden farklı olarak emekgücünün kendisini “her gün”
yeniden üretebilmeye ihtiyacı vardır.
Emekçinin kendisini yeniden
üretebilmesi için temel gereksinimleri barınma ve beslenmedir ve bu
gereksinimlerini kapitalistten aldığı ücretle sağlar. Bu anlamda işçinin
“ücretini” belirleyen ana unsur, işçinin kendisini yeniden üretebilmesinin
maliyetidir ve işçinin kendisini yeniden üretiminin maliyetinin azaltılması,
genel olarak ücretlerin düşük tutulabilmesini sağlar ve sermayenin “ortak”
çıkarını yansıtır.
Yirminci yüzyılın başlarında şekerin
rafine edilmesi ve mutfaklara oldukça ucuza girmesi, özellikle yüksek kalori
gereksinimi olan ağır bedensel işlerde çalışan emekçiler başta olmak üzere işçi
sınıfı için kendini yeniden üretme maliyetini oldukça düşürmüştür. Böylece
şeker kapitalizm için işçi ücretlerinin düşük tutulması bağlamında özel bir yer
kazanmıştır. “Stratejik” bir ürün haline gelen şeker için özel yasalar
çıkartılmış, şeker üretimi “devlet” tarafından kontrol altına alınmıştır.
ŞEKER VE TOPLUM SAĞLIĞI
Şekerin mutfaklara bol miktarda
girmesiyle birlikte şekerle ilişkili sağlık sorunları kendisini göstermeye
başlamıştır. Daha 1924 yılında New York’ta diyabet insidansında 7 kat artış
bildirilmiş, 1931 yılında Massachusetts Genel Hastanesi kardiyoloğu Dr. Paul
Dudley White, ABD’de kalp hastalıklarının epidemik hale geldiğini ilan
etmiştir. Yaşanan “epidemiyolojik dönüşümde” (bulaşıcı hastalıkların yerini
kronik hastalıkların alması) şeker, kuşkusuz başka birçok etmenle birlikte,
önemli bir rol oynamaya başlamıştır.
İnsan tarih boyunca en çok gereksinim
duyduğu kalori kaynağına, aslında bu kadar kaloriye eskisi kadar gereksinimi
olmadığı bir çağda kavuşmuştur. İnsan yaşamında bedensel ekinliklerin azalmaya
başladığı bu çağda, alınan yüksek kalori, özellikle şekerden alınan kalori,
yeterince harcanamadığından bedende yağa dönüşerek depolanmakta, bu durum çok
değişik yolaklar üzerinden obeziteden alkolik-olmayan karaciğer yağlanmasına ve
insülin direncine, tip 2 diyabete, kanda trigliseridlerin yükselmesine,
hipertansiyona ve koroner sorunlara zemin oluşturmaktadır.
İŞLENMİŞ GIDALAR VE SAĞLIK
Kapitalizmin şekerin beyindeki ödül
(haz) merkezi ürerine etkilerini keşfetmesi ve bu keşfi kapitalist kara çevirme
çabaları, şekerin büyük bir toplum sağlığı sorunu haline gelmesinde büyük bir
rol oynamıştır. İşlenmiş gıdalar içindeki şeker içeriğinin arttırılmasının,
gıdaların lezzetini ve dolayısıyla satışını arttırdığını fark eden kapitalist
işletmeler, ürünlerinde daha fazla şeker kullanmaya başlamışlardır (*).
İnsan diyetinde şeker miktarının
artmasıyla birlikte şekerle ilişkili sağlık sorunları giderek artarken, 1950’li
yıllarda kamuoyunda konuya ilişkin duyarlılık oluşmaya başlamıştır. Şeker
tüketiminin kilo almaya, diyabete ve çocuklarda diş çürüklerine neden olduğu
iddiaları karşısında savunmaya geçen kapitalist şeker lobisi, bu iddiaları
çürütebilmek için büyük medya kampanyaları başlatmıştır.
1970’ler boyunca gıdalara eklenen
şekerin sağlık üzerindeki olumsuz etkilerini reddeden şeker lobisi, 1990’lı
yıllarda kamuoyunda şeker tüketiminin zararlarına karşı kaygıların artması
üzerine strateji değiştirerek, işlenmiş gıdalarda kullandığı şekeri gizlemeye
başlamıştır. Araştırmacılar işlenmiş gıdaların yüzde 74’ünde şekerlerin 60
farklı isim altında “gizlendiğini” tespit etmişlerdir.
2000’li yıllara gelindiğinde bilim
insanlarının kronik hastalıkların etiyolojisinde şeker tüketiminin etkilerine
daha fazla vurgu yapmaları, Dünya Sağlık Örgütü’nün diyetteki toplam kalori
içinde ilave şekerlerin en çok yüzde 10’la sınırlanması yolunda tavsiyesini
getirmiştir. Bu gelişmeyi işlenmiş gıdalarda şeker içeriğinin azaltılması
yönünde baskılar izlemiş ve şirketlere ürünleri içindeki şeker miktarını
etiketlerinde açıkça belirtmeleri zorunluluğu getirilmiştir.
BİZ BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜK
Şeker lobisi artık dün tütün lobisi
için çalan çanların, kendisi için çalmaya başladığını anlamıştır. Tütün lobisi
de yıllarca tütün kullanımının sağlık üzerindeki olumsuz etkilerini reddetmiş,
ancak bu alandaki devasa literatür karşısında tütün kullanımına getirilen
sınırlamaları kabullenmek zorunda kalmıştır.
Ancak şekerde durum farklıdır. Tütün
kullanımının kısıtlanması için önerilen mekanizmaların (bandrol, vergilendirme,
18 yaş altı satış yasağı, reklam yasağı, tüketiciyi bilgilendirme zorunluluğu
vb) şeker için ne kadar başarılı sonuç vereceği şüphelidir. Gerçi gelişmiş
batılı ülkelerde şeker içeriği yüksek meşrubatların büyük ölçeklerde satışının
kısıtlanması, şekerlemelerin günlük kalori gereksiniminin yüzde 10’undan fazla
ek şeker içermesinin yasaklanması gibi uygulamalar göreli başarılar getirmiştir
fakat şekerin yazımızın başında belirtilen nitelikleri nedeniyle, tütün
mücadelesinde kullanılan araçların şekere kolayca uygulanamayacağı ortadadır.
Örneğin tütüne getirilen
vergilendirme kuşkusuz tütün üzerinden kar elde eden kapitalistlere ağır darbe
indirmiştir fakat şekerli gıdaların tüketiminin vergilendirme yoluyla
caydırılması, emeğin kendisini yeniden üretiminin maliyetini dolayısıyla
genelde işçi ücretlerini etkileyecektir. Emekçilerin gereksindikleri kaloriyi
karşılamak için diyetlerinde şeker yerine koyabilecekleri şeker kadar ucuz
başka bir besin yoktur.
SORUNA NASIL YAKLAŞMALI?
Şeker konusu, burada tartışmaya
çalıştığımız boyutların dışında pek çok önemli boyutları olan çok karmaşık bir konudur.
Şeker ekonomi içinde önemli bir yer tutmaktadır. Yalnızca tarım ve sanayide
yarattığı istihdam dahi, sorunun “yüzeysel” yaklaşımlarla çözülemeyeceğini
göstermektedir. Danimarka hükumetinin şeker içeren işlenmiş gıdalara vergi
koymayı “düşündüğünü” açıklamasının ardından işlenmiş gıda şirketlerinin bu
durumda işçi çıkartacaklarını duyurması tedirginlik yaratmıştır.
Soruna çok daha geniş bir pencereden,
“gıda güvencesi” penceresinden yaklaşmak, şekerli gıdaların ucuzluğu ve
erişilebilirliği karşısında başta sebze ve meyveler, kuru yemişler, bakliyat ve
et ürünlerinin neden çok pahalı ve zor erişilebilir olduğunu tartışmak gerekir.
Ceviz içinin kilosunun 50 TL’nin üzerinde fakat asgari ücretin 1.000 TL olduğu
koşullarda insanlara “şeker yerine ceviz” önermek çok gerçekçi
olmayacaktır.
Böylece bir kez daha “sağlık”
sorunlarının “tıbbi” boyutunun buzdağının yalnızca görünen tepesi olduğunu,
sağlık sorunlarına salt tıbbi yaklaşımların asla yeterli olmayacağını görmüş
olduk. Şeker örneğinde, ülkenin tarım politikaları, emek gücünün kendisini
yeniden üretiminin maliyeti veya gıda güvencesi tartışılmadan, metabolik
sendrom, obezite, tip 2 diyabet gibi sorunlara çözüm üretilemeyeceğini anladık.
O halde günümüzün en önemli sağlık
sorunları arasında ilk sıralarda yer alan sorunların çözümü için çok-disiplinli
veya son zamanlardaki tabirle disiplinler-arası bir yaklaşım gereklidir.
Yalnızca tip 2 diyabetin dahi bütün boyutlarıyla tartışılabilmesi ve soruna
“kalıcı” çözümler üretilebilmesi için ekonomistlerden gıda mühendislerine,
sağlıkçılardan sosyologlara ve diyetisyenlere birçok disiplinden katkıya
gereksinim vardır.
(*) Bu konuda daha detaylı bir analiz
için Sınıfın Sağlığı bloğunda 12.11.2015 tarihinde yayınlanan “Şeker lobisine ağır darbe” başlıklı yazımıza bakınız.
Akif
Akalın
NOT: Toplumcu Sağlık Söyleşileri katılımcıları önümüzdeki aylarda
“alternatif tıp”, “trafik kazaları” ve “uyuşturucu bağımlılığı” konularını
tartışmaya karar verdi. Sağlık sorunlarının “sınıf bakışıyla” ele alındığı
toplantıların duyurularına Nazım Hikmet Kültür Merkezi web sayfasından
erişebilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder