Mesleğini iyi yapmaya çalışan ve
sosyal sorumluluk duygusu gelişmiş birçok klinisyen uzman hekim, hastalıkları
önlemenin tedavi etmekten çok daha önemli olduğunu, ağırlığın tedavi yerine
önleyici ve sağlığı teşvik edici hizmetlere verilmesi gerektiğini söyler.
Bunlar çok önemlidir ve birileri yapmalıdır, fakat “kendileri” değil! Çünkü
onlar klinisyendir ve rolleri, görev ve sorumlulukları farklıdır. Onlar
kendilerine başvuran hastalara bakmakla yükümlüdür. Gerçekten öyle mi?
HEKİMİN ROLÜ
Dilimizde hasta, hastane ve hekim
sözcükleri çok sık birlikte kullanılır. Bunun nedeni toplumun sağlık
konusunda “yanlış bilinçlendirilmiş” olmasıdır. Bu yanlış bilinçle insanlar
sağlığı hasta, hastane ve hekim üçgeni içinde algılar ve anlarlar. Bu üçgende
insanlar hasta olur, hastaneye gider ve hastanedeki hekimler hastalara bakar,
muayene ve tedavi eder, sağlıklarına kavuştururlar. Bu paradigma içinde hekime
“hasta bakmak” (hastaları iyileştirmek) rolü biçilmiştir. Hekim hastanede hastaların
kendisine başvurmasını bekleyecek, kendisini hastalıkları daha iyi teşhis ve
tedavi edebilmek için geliştirecektir. Birçoklarına çok “doğal” görünen bu
paradigma aslında hiç de doğal değil, aksine tamamen “yapay” bir
paradigmadır. Bu paradigma toplumun egemen sınıfları tarafından oluşturulmuş
ve topluma dayatılmıştır.
Toplum içinde hekimliğin tarihin en
eski mesleklerinden biri olduğu düşüncesi oldukça yaygın olsa da doğru
değildir. İnsanın ilk toplumsal örgütlenmesi olan ilkel komünal toplumda
hekimlik bir “meslek” değil, ortaklaşa yürütülen bir etkinliktir. Bu dönemde
hekimlik (tıp ve sağlık) bilgileri ortaklaşa üretilmiş ve paylaşılmıştır.
Hekimlik toplumun sınıflara bölünmesinden sonra bir “meslek” olarak
örgütlenmiştir ve örgütlendiği andan itibaren egemen sınıfların hizmetine
girmiştir. Bütün toplumlarda hekimliğin nasıl icra edileceği ve hekimin rolü
egemen sınıflar tarafından bu sınıfların çıkarlarına uygun olarak
belirlenmiştir.
Köleci, feodal ve kapitalist
toplumlarda egemen sınıflar tıbbı ve hekimliği sadece kendi gereksinimlerine
hizmet edecek tarzda örgütlemiş, hekimler esas olarak saraya ve orduya,
kapitalist toplumda ise bir “serbest girişim” olarak örgütlenen hekimlik sağlık
hizmetini satın alabilecek gücü olanlara, ağırlıkla üst ve orta sınıflara
hizmet etmiştir.
Kapitalist toplumla birlikte ortaya
çıkan işçi sınıfı, toplum içinde sadece ödeme gücü olanların erişebildiği
hekimlik hizmetlerinin “sosyalleştirilmesi” için mücadele etmiş, bu mücadele
sonunda önce Almanya’da, daha sonra batı Avrupa ülkeleri ve ABD’de işçi sınıfı
ve emekçiler için “kamusal” sağlık hizmetleri örgütlenmiştir. Ancak yeni sistem
içinde de hekimin rolü değişmemiştir.
İşçi sınıfı zamanla kapitalist tıbbın
yalnızca egemen sınıfları kayırdığını ve emekçilerin gereksinimlerine yanıt
vermediğini fark ederek kendi tıp, sağlık ve hekimlik anlayışını geliştirmeye
başlamıştır. Hekime “geleneksel” hasta bakma rolü yanında yeni bir rol biçen
ilk düşünür, Engels ile birlikte toplumcu tıbbın kuran, aynı zamanda Alman
tıbbının ve patoloji biliminin babası Rudolf Virchow’dur. 1848’de hekimleri
yoksulların “doğal avukatı” olarak tanımlayan Virchow, aynı zamanda tıbbın bir
sosyal bilim olduğunu ve politikanın geniş ölçekte tıptan başka bir şey
olmadığını söylemiştir.
On dokuzuncu yüzyılda Virchow’un
düşünceleri Avrupa’da hızla yayılırken sağlığa ve tıbba “toplumcu” yaklaşımı
benimseyen Belçikalı cerrah Armand-Joseph Meynne, 1865 yılında bilim konseyi
üyesi bir hekim olarak “reformlar ve ekonomik tedbirler” önermeye hakkı
olduğunu savunmuştur. Tarihte hasta bakma rollerinin yanında insanların
sağlıklı olmaları ve sağlıklı bir yaşam sürdürmeleri için uğraş veren ilk
hekimler Paris Komünü hekimleridir. On dokuzuncu yüzyıldaki bu gelişmeleri
değerlendirerek sistemleştiren ilk ülke ise Sovyetler Birliği olmuştur.
Sovyetler Birliği de “sınıflı” bir
toplumdur. Kapitalist toplumlardan farklı olarak sosyalist bir toplum olan
Sovyetler Birliği’nde “egemen sınıf” işçi sınıfıdır. Egemen sınıf olarak işçi
sınıfı, diğer toplumlarda egemen sınıfların yaptığı gibi tıbbı ve sağlığı
“kendi” çıkarları doğrultusunda örgütleyecek ve kendi “sınıfını” kayıracaktır.
Ancak bu kez köleci, feodal ve kapitalist toplumlardan farklı olarak egemen
sınıf toplumun ezici çoğunluğunu oluşturduğundan, tıptan ve sağlık
hizmetlerinden toplumun küçük bir imtiyazlı azınlığı değil, “ezici çoğunluğu”
yararlanabilecektir.
Sovyetler Birliği’nin ilk Sağlık
Bakanı olan Nikolay Semaşko, Sovyet sağlık sisteminin ağırlığını “işçi
sınıfının” çıkarları ve gereksinimleri doğrultusunda tedaviden “önleyiciliğe”
kaydırarak, Engels ve Virchow’un toplumcu tıp düşüncelerini ete – kemiğe
büründürmüştür. Semaşko hekime biçtiği yeni rol çerçevesinde öncelikle tıp
eğitimini değiştirmiştir. Tıp eğitimi hekimlerin anneler, çocuklar ve işçilerin
sağlık gereksinimleri doğrultusunda yeniden düzenlenmiştir. Buna paralel olarak
önleyici ve tedavi edici hekimlik “bütünleştirilmiş”, önleyicilik görev
yaptıkları yer veya uzmanlık alanlarından bağımsız olarak “bütün hekimlerin” görevi
ve sorumluluğu haline getirilmiştir.
Daha sonraki yıllarda sosyalizmi
seçen bütün ülkelerde ve sosyalizme yönelen birçok Üçüncü Dünya Ülkesinde
hekimlere rol biçilirken Sovyet hekiminin rolü örnek alınmıştır. Sosyalist Doğu
Avrupa ülkeleri, Çin, Vietnam, Küba ve diğer sosyalist ülkeler “toplumcu tıp”
yaklaşımını benimseyerek, hastalığı değil sağlığı, kendisine başvuran
hastaların sorunlarını çözmek yanında onların sağlıklarını korumayı ve
geliştirmeyi önceleyen “toplumcu hekimler” yetiştirmişlerdir.
KAPİTALİST ÜLKELERDE HEKİMLİK
Sağlığın ve sağlık hizmetlerinin
“metalaştırıldığı” ve sermayenin sağlık üzerinden kendisini yeniden ürettiği ve
kar sağladığı kapitalist ülkelerde tıp ve sağlık hizmetleri, hekimlerin
geleneksel “hasta bakma” rolü üzerine inşa edilmiş, önleyici tıp “bütün
hekimlerin” görevi olmaktan çok, bu alanda uzmanlaşan hekimlerle
sınırlanmıştır. Ancak kapitalist ülkelerde yaşayan “ilerici” hekimler,
kapitalizmin kendilerine biçtiği bu rolü reddederek, ellerinden geldiği
kadarıyla “toplumcu tıp” pratiklerine yönelmişlerdir.
Güney Afrika’da Emily ve Sidney Kark
tarafından oluşturulan ve geliştirilen Topluma Dayalı Birincil Bakım modeli,
kapitalist ülkelerde yaşayan hekimlerin egemen sınıflar tarafından kendilerine
biçilen rolün dışına çıkmalarının en önemli örneklerinden biridir. Bu modelde
hastalıklar geleneksel “biyomedikal” yaklaşımın dışına çıkılarak “sosyal” yönleriyle
ele alınmış ve “ofisinde hasta bekleyen hekim tipi” yerine “toplum içinde
çalışarak insanların sağlıklı kalmalarına yardımcı olan hekim tipi”
yaratılmıştır.
ABD’de egemen sınıfların kendilerine
biçtiği rolü reddeden “ilerici” hekimler 1950 yılında Topluma Dayalı Birincil
Bakım modelinden esinlenerek Montefiore Tıp Merkezi’nde ABD’nin ilk hastane
temelli Sosyal Tıp Kürsüsü’nü kurmuşlardır. Önleyiciliğe ağırlık veren toplumcu
tıbbın “birinci basamakla” sınırlı olduğu düşüncesinin egemen olduğu bir
iklimde klinisyen hekimler için önleyici tıp eğitimi örgütlemenin, neredeyse
müslüman mahallede salyangoz satmaya çalışmak gibi görünmesine karşın, uygulama
oldukça başarılı olmuştur.
Kürsü başkanı George Silver daha
sonra ABD’de önleyici ve tedavi edici hizmetlerin bütünleştirildiği ilk Toplum
Sağlığı Merkezleri’nin kurulmasına öncülük etmiş, bu çerçevede 1968 yılında
güney Bronx’ta Martin Luther King Jr. Sağlık Merkezi kurulmuştur. Merkez
bölgede yaşayanlara hekim, hemşire, sosyal çalışmacı ve aile sağlığı
çalışanlarından oluşan disiplinler-arası ekiplerle “kapsamlı” bakım (önleyici
ve tedavi edici hizmetlerin bütünleştirildiği bakım) sunmaktadır.
Toplum Sağlığı Merkezleri ABD’de
hekimlerin ofislerinde hastaların kendilerine gelmelerini beklemek yerine
hizmet sundukları bölgeye çıkarak insanlara ulaşmaya çalıştıkları, sosyal
çalışmacılar gibi sağlık alanı “dışından” mesleklerle birlikte çalıştıkları ilk
toplumcu tıp uygulamalarıdır. Martin Luther King Jr. Sağlık Merkezi ABD için
birçok bakımdan “yenidir”. Bu yenilikler arasında Merkezin başında bir
“dahiliye uzmanı” klinisyenin bulunması da vardır. Geleneksel olarak halk sağlığı
uzmanları veya pratisyen hekimlerin görev alması beklenen bir kurumda bir
klinisyen ne yapacaktır?
Merkez, geleneksel yaklaşımın aksine
klinisyen hekimleri birinci basamağa indirme girişiminin bir parçası olarak,
klinisyen hekimleri önleyici tıp alanında eğitmek (daha doğrusu kapitalist tıp
ve uzmanlık eğitiminin bu eksiğini gidermek) amacıyla 1970 yılında Montefiore
Tıp Merkezi’nde, “Bronx’ta ve diğer yerlerde sağlığı ve sosyal adaleti teşvik
etmek” vizyonuyla klinik branşlarda uzmanlık eğitimi alan asistanlar için
Sosyal Tıp programı oluşturmuştur. Program ABD’deki birinci basamak uzmanlık
eğitimi programlarına örnek olmuştur.
Sosyal Tıp Kürsüsü misyonunu şöyle
tanımlamaktadır:
- Biyo – psiko – sosyal model
zemininde, sosyal değişimin etkin savunucuları olan mükemmel birincil
bakım hekimleri eğitmek
- Nitelikli, topluma dayalı
birincil bakım sunmak
- Sağlık bakımı ve tıp eğitiminde
yeni bilgi ve yenilikler üretmek
- Bu görevleri yerine getirmek
için gerekli fiziksel, ruhsal, entelektüel, duygusal ve maddi kaynakları
sürdürmek ve zenginleştirmek.
Program hakkında daha detaylı
bilgilere İnsan Bu sitesinde 30 Ağustos 2013 tarihinde yayınlanan “ABD’de
Toplumcu Tıp Yaklaşımları” başlıklı makalemizden ulaşılabilir (http://insanbu.com/a_haber.php?nosu=1208).
TÜRKİYE’DE KLİNİSYEN HEKİMLERİN TUTUMU
Türkiye’de klinisyen hekimlerin büyük
çoğunluğu kapitalizmin kendilerine biçtiği hekim rolünü benimsemişlerdir.
Klinisyen hekimler arasında mesleğini iyi yapmaya çalışan ve “sosyal”
sorumluluk duygusu gelişmiş olanlar, yazımızın girişinde belirttiğimiz gibi,
hastalıkları önlemenin tedavi etmekten daha önemli olduğunu, tedavi yerine
önleyici ve sağlığı teşvik edici hizmetlere öncelik verilmesi gerektiğini
“savunmalarına” rağmen, bu işlerin pratisyen hekimlerin veya aile hekimliği ya
da halk sağlığı uzmanlarının görevi olduğunu düşünmektedir.
Tarihteki zengin deneyimlerin ve
günümüzde Küba ve Venezuela gibi ülkelerde sürdürülen somut pratiklerin
önleyici tıbbın, uzman ya da pratisyen, hastanede veya birinci basamakta
çalışan, klinik branşlarda veya diğer alanlarda uzmanlaşmış “bütün” hekimlerin
görevi ve sorumluluğu olduğunu ortaya koymasına karşın, ülkemizde klinisyen
hekimler kendilerini önleyici tıpla ilişkilendirmekte güçlük çekmekte ve egemen
sınıfların kendilerine biçtiği “hasta bakma” rolüyle sınırlamaktadır.
Kuşkusuz bunda ülkemizdeki klinisyen
hekimlerin eğitim eksikliğinin büyük payı vardır. Türkiye’de gelişmiş batılı
ülkelerdeki Flexnerci anlayış örnek alınarak egemen sınıfların gereksinimleri
doğrultusunda biçimlendirilen temel tıp ve uzmanlık eğitimi, yirmi birinci
yüzyılda dahi hastalıklara hala “moleküler” düzeyde yaklaşımı merkezine almayı
sürdürmekte, hekim ve uzman hekim adaylarına yalnızca hastalıklar öğretilerek
“sağlık” ihmal edilmektedir. Tıp ve uzmanlık eğitiminde öğrencilere sağlığın
toplumsal belirleyicilerinin eleştirel analizi yerine, sadece tıbbi ve cerrahi
girişimler aktarılmakta, tıp ve bilim “sosyal” içeriğinden arındırılmaktadır.
Böyle bir tıp ve uzmanlık eğitiminden
çıkan pratisyen ve klinisyen uzman hekimlerin yalnızca “halk sağlığı” stajında
üzerine bir şeyler duymuş olabilecekleri “önleyici tıbbın” kendi görevleri ve
sorumlulukları olduğu bilincine varmaları zordur fakat olanaksız değildir.
TÜRKİYE’DE TOPLUMCU TIP
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
yıllarında egemen sınıflar savaşlarla perişan olmuş emek gücünü ayağa
kaldırabilmek için tıpta ve sağlıkta “toplumcu” uygulamaları benimseyerek,
klinisyen uzman hekimleri geleneksel olarak önleyici hizmetlerde
görevlendirmiştir. Başta verem, trahom ve sıtma savaşı olmak üzere birçok
bulaşıcı ve salgın hastalıkla mücadele amacıyla örgütlenen “birinci basamak”
hizmetlerde klinisyen hekimler görev almış ve hastaları tedavi etmenin yanında
“hastalıkları önleme” rolü de üstlenmişlerdir. Bu dönemde elde edilen
başarılarla kapitalizmin gereksindiği sağlıklı emek gücü sağlandıktan sonra
“toplumcu” uygulamalar terk edilerek bireyci - kapitalist tıbba dönülmüştür.
Türkiye’de İkinci Paylaşım Savaşı
sonrası dönemde tıpta ve sağlık hizmetlerinde “tedaviye” ağırlık verilerek
klinisyen hekimler hastanelerde istihdam edilmeye başlanmış, birinci basamak
tamamen pratisyen hekimlere ve halk sağlığı uzmanlarına terk edilmiştir.
1960’lı yıllarda Türkiye’deki emek mücadelesinin yükselişine ve Türkiye İşçi
Partisi’nin güçlenerek Meclis’te temsil edilmeye başlamasına paralel olarak
sağlıkta toplumcu yaklaşımlar yeniden canlanmıştır. Bu dönemde sağlık
hizmetleri sosyalleştirilmeye çalışılmış, ancak klinisyen uzman hekimlerin
direnci nedeniyle hastaneler ve üniversiteler sosyalleştirmeye alınamamış,
sosyalleştirme pratisyen hekimlerin görev aldıkları Sağlık Ocakları ile sınırlı
kalmış ve 1970’li yıllarda Ecevit hükumetinin “tam gün yasası” ile yeniden
diriltme çabalarına rağmen 12 Eylül 1980 darbesiyle tamamen rafa
kaldırılmıştır.
Bu süreçte klinisyen uzman
hekimlerden gelen direnç karşısında pratisyen hekimlere önleyici tıp bilgi ve
becerilerinin kazandırılması amacıyla çeşitli girişimler olmuştur. Bunlar
arasında tıp eğitiminde halk sağlığı stajlarının örgütlenerek, öğrencilere
birinci basamakta topluma dayalı sağlık hizmetlerinin tanıtılması ve belli
bölgelerde kurulan Eğitim - Araştırma Sağlık Grup Başkanlıkları ile bölgede
görevli pratisyen hekimlerin bilgi ve beceri eksiklerinin giderilmesi çabaları
vardır. Ancak bu çabalar yer yer çok başarılı sonuçlar vermesine rağmen
yaygınlaştırılamamış, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra yitmeye başlamışlardır.
YARINI BUGÜNDEN KURMAK İÇİN NE YAPILABİLİR?
Cumhuriyetin ilk yıllarında klinisyen
uzman hekimlerin önleyici hekimlik rolünü benimsemeleriyle sağlık alanında elde
edilen başarılar ve klinisyen uzman hekimlerin sosyalleştirmeye katılmaktaki
gönülsüzlüğü nedeniyle 1978’de Dünya Sağlık Örgütü’nün dünyaya örnek gösterdiği
Sağlık Ocağı sistemin çöküşü, önleyici tıbbın başarısında klinisyen uzman
hekimlerin öneminin en açık kanıtlarıdır. Klinisyen uzman hekimler mesleki
pratiklerine önleyici hekimliği almadıkça, önleyici hizmetleri tedavi
hizmetleriyle bütünleştirmedikçe, diğer bir deyişle egemen sınıfın kendilerine
biçtiği rolü reddetmedikleri sürece Türkiye’de toplumcu tıbbın gelişmesi
olanaklı değildir.
Türkiye’nin mevcut sosyopolitik
ikliminde ne ABD’deki gibi klinik branşlarda eğitim alan uzmanlık öğrencileri
için bir Sosyal Tıp rotasyonu kurulmasına, ne de Venezuela’daki gibi mevcut
sisteme “paralel” bir toplumcu tıp sistemi kurulmasına elverişlidir. Ancak İspanya
İç Savaşı kahramanı bir İspanyol hekimin dediği gibi “belki olanaksız, fakat
gerekli. Eğer gerekliyse, o zaman olanaksız değil. Eğer olanaksız değilse,
gerçekleşebilir. Çünkü gereklilik, kendisini birine söyletti”.
Hastalıkları önlemenin tedavi
etmekten daha önemli olduğunu, ağırlığın tedavi yerine önleyici ve sağlığı
teşvik edici hizmetlere verilmesi gerektiğini düşünen klinisyen uzman hekimler,
kapitalizmin kendilerine biçtiği rolü reddederek, mesleki pratiklerinde
önleyici ve tedavi edici hekimliği bütünleştirebilmek için kendi alanlarına
ilişkin önleyici tıp bilgi ve becerilerine sahip olmalıdır. Bu bilgi ve
beceriler ilerici meslek odaları ve sendikalar ile uzmanlık derneklerinin
örgütleyeceği eğitim programlarıyla çok kısa sürede kazanılabilir. Sağlığın
toplumsal belirleyicileri perspektifiyle hazırlanacak eğitim programlarında
klinisyen uzman hekimlerle kendi alanlarında hastalıkların önlenebilmesi için
neler yapabilecekleri, hangi disiplinlerle birlikte çalışabilecekleri tartışılabilir.
Örneğin bir kalp – damar cerrahı
hekimin mesleki pratiğinin önemli bir kısmı yakın akraba evliliklerinin olumsuz
sonuçlarının tanı ve tedavisine yöneliktir. O halde büyük ölçüde “önlenebilir”
olan bu hastalıklar konusunda kalp – damar cerrahı hekimlerin bu hastalıkların
tanı ve tedavisi yanında üstlenebilecekleri çok önemli görevler vardır. Sorun
bu görevlerin tanımlanması ve mesleki pratik içinde tedavi hizmetleriyle nasıl,
hangi araç ve yöntemlerle bütünleştirilebileceğinin belirlenmesindedir.
Benzer şekilde bütün uzmanlık alanlarında
alana ilişkin önleyici tedbirler ve klinisyen hekimin bu tedbirlerin
alınmasındaki rolü tanımlanabilir ve Türkiye’de klinisyen uzman hekimler egemen
sınıfların kendileri için biçtiği rolün dışına çıkarak, mesleki pratiklerini
işçi sınıfının gereksinimleri doğrultusunda gözden geçirebilir. Böylece ilerici
klinisyen uzman hekimler için işçi sınıfının mücadelesine kendi alanlarından
destek verebilmenin de önü açılacaktır. Yarını bugünden kurmak ve tarihi yapmak
mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder